Bir Nebze Tefekkür

Rabbimiz’in her sene lûtfedip Ramazan Ayı’nı istifademize sunması; hayatımızdaki bütün nîmetlere mukâbil olması gerektiği gibi, bu nîmet hakkında da sorumluluklarımızı gözden geçirmemizi zarurî bir vazife kılıyor.

Receb ve Şâban ayının, Ramazan’ın gündelik hayatımıza birdenbire girişini önleyici bir hazırlık fonksiyonu var şüphesiz… Receb’in birinci gününden itibaren Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duâsını sık sık okumaya çalışmamız bile, bizi bu nîmetin gelişinin ayak seslerine hazırlıyor.

“Allâh’ım! Bize Receb ve Şâban’ı mübârek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” duâsıyla beklediğimiz on bir ayın sultanına, 5 Mayıs’ta kılacağımız ilk teravih namazıyla kavuşuyoruz çok şükür…

 Öyleyse gelin, hep birlikte bir nefis muhâsebesi yapıp geçmiş Ramazanlarımıza kıyasla, kendimize hangi noktalarda çeki-düzen vermemiz gerektiğini tefekkür edelim. Şu an aramızda olmayan pek çok kardeşimizin, geçen sene son Ramazanlarını yaşadıklarını bilmediğini hatırımızda tutarak, elimizden kayıp giden mücevherat misâli, bu günlere farklı bir îtina göstermeye gayret edelim.

 Önce kendi nefsime sorduğum şu suallerin samimiyetle cevaplarını arayalım, her birimiz iç dünyamızda:

 1- Ramazan öncesi son hazırlıklarımız ne minvalde seyrediyor? Kulluk yolculuğumuz üzerinde, âdeta müthiş “bir ucuzluk pazarı” gibi rahmet ve mağfiretin coşup taştığı bu aydan nasıl istifade edebileceğimizi ne kadar düşündük? Arınıp, hayatımızda yeni bir beyaz sayfa açma imkânı[1] bizi ne kadar heyecanlandırıyor? Yoksa yufka açmak ve derin dondurucuya konacak yiyecekler hazırlamaya çalışmak vb. telâşlar, bize düşünmek için vakit bile bırakmıyor mu?

 2- Bir aylık yoğun bir programla karşı karşıyayız. Allâh’a itaat etme, göze ve dile, hâsılı nefse hâkim olma gibi alışkanlıkları kazanmak için yeterli bir süre bu... Yoğun sınav çalışması ya da sporcu kampları gibi, Rabbimiz’in üst üste her gün, aralıksız olarak yapmamız için kimi farz, kimi sünnet olarak teklif ettiği, bir nevî “paket program” sunulmuş önümüze… Bir ay boyunca, gündelik hayatımızın fevkinde olan bu ibadet temposunun, bizde nasıl bir arınma ve dönüşüme vesîle olmasını dilemekte Rabbimiz? Ramazan’ı ihyâ etmeye çalışma tarzımız, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde belirtilen ölçülere ne kadar uygun?

Âcizâne, Mevlâmız’ın, bu bir ay boyunca, bize bazı helâllerden bile uzak durma becerisi kazandırarak, bir başarıyı tatmamızı arzu ettiğini düşünüyorum. Nefsimize karşı kazandığımız bu zafer, haramlardan uzak durmayı başarabileceğimiz konusunda çok güzel bir motivasyon sağlamakta… Belli bir alışkanlık veya bağımlılıktan vazgeçmek yahut olumlu bir davranışı alışkanlık hâline getirmek için, bazı uzmanlar “en az yirmi bir gün” üst üste bunu yapmanın çok önemli olduğunu vurguluyorlar ya… Cenâb-ı Hak da koymuş olduğu ölçülerle, bize moral-motivasyon kazandıran bu “hizmet içi eğitim süreci” ile kalan hayatımıza daha arınmış bir ruh iklimi ile girmeyi lûtfediyor. Böylece yeni başlangıçlar yapmak için, her yıl yeni bir neşe ve heyecanla şarj olma imkânını iliklerimize kadar hissedebiliyoruz.

 Yoksa bütün bunları hissetmek için gerekli ruh sükûnetine kavuşamayacak kadar yoğun bir dünyevî tempo ile mi geçiyor, bizim de Ramazan’ımız?

 Dünyevîleşmenin dört koldan işgal ettiği gündelik hayatımız, Ramazan vesîlesiyle daha dolu dizgin bir programa mı dönüşüyor? Sâir zamanlarda bir günlük kaza namazını gün içerisine sığdıracak vaktimiz olduğunu bize gösteren teravihe bile, hâlâ bitmeyen koşuşturmalarımız sebebiyle bir türlü vakit bulamıyor muyuz?

 Davetlilerin sadece hâli-vakti yerinde eş-dost ve akrabalardan oluştuğu iftar veya sahur sofraları için günümüzün çoğu, mutfakta mı geçiyor? Yemek tarifi videoları karşısında saatlerimizi mi tüketiyoruz? Daha orijinal (!) ikramlar için uzun vakitler geçiyor, en kıymetli emeklerimizi mi harcıyoruz? Neticesi ne oluyor?

Rabbimiz’in bizden râzı olması için Ensâr ve Muhâcir’i güzellikle takip etmemiz gerekmiyor mu?[2] Onlar ve onların yolundan giden Peygamber vârisi âlimler, imkân buldukları dönemlerde bile sâde bir hayatı düstur edinmemişler mi? İhtiyacın fazlasını infâk etmemiz emrolunuyor[3] iken, ihtiyaç listemiz gerçekten kifâyet miktarı mı? Yoksa kapsamı gün geçtikçe genişliyor mu?

Ülkemizde ve dünyanın dört bir tarafında ihtiyaç sahibi kardeşlerimizin bizden beklentisine rağmen, durup gidişâtımızı düşünmeyecek miyiz? Fakir-fukarânın hâlini biraz olsun anlamamız hedeflenmişken, daha fazla kilo alarak mı çıkıyoruz Ramazan’dan?

 3- Oruç, sadece yemek, içmek vesâireden kesilmek değildir.

“Kâmil ve sevaplı oruç, ancak faydasız söz ve işlerden, kötü söylemekten (dedikodudan) vazgeçmektir. Şayet biri sana söver yahut sana karşı câhilce herhangi bir harekette bulunursa, ona «Şüphesiz ki ben oruçluyum!» de.” (Bkz. Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Bu hadîs-i şerîf, özellikle Ramazan boyunca hatırımızdan çıkmaması gereken mühim bir îkaz… Çünkü biz, ahlâken daha kâmil bir mü’mine dönüşmek için de alışkanlık kesbetme sürecindeyiz. Bize değil birinin sövmesi ya da sövmeye kalkışması, neredeyse “Gözünün üstünde kaşın var!” denmesine bile tahammülsüz hâller sergilediğimiz oluyor. Neden? Çünkü orucuz!! Çoluk çocuğumuza karşı -özellikle iftara misafir gelecekse ya da akşama yakın saatlerde- müsâmahamız daha bir düşmekte…

“-Zaten orucum!” diyerek başlayan cümlelerle, bize fazla ilişmemelerini istiyoruz zaman zaman… Peki, hadîs-i şerîfin tavsiye ettiği:

“-Ben oruçluyum, bu yüzden normal zamandan daha faziletli bir duruş sergilemeyi hedeflemekteyim!” mesajı nerede; orucumuzu, agresif ve tahammülsüz davranışlarımıza sebep olarak gösterişimiz nerede?

Âilemiz, çoluk-çocuğumuz, bu yüzden Ramazan bitince bir “Oh!” çekiyor, diğer zamanlarda da nâfile oruç tuttuğumuzda tedirgin oluyorsa, ciddî bir problemle karşı karşıyayız demektir. Hele mâsum yavrularımız:

“-Zaten orucum, beni idare et!” deyişlerimizden, oruç hakkında olumsuz kanaatler edinirlerse; bunun vebâlinden nasıl kurtuluruz?

 Orucumuzun, Ramazan sürecimizin, Rabbimiz’in rızâsına uygun hâle gelmesini sadece şahsî bir sorumluluk olarak değil; nesiller arasındaki köprü vazifemiz olarak da algılamak zorundayız. Anne-babasını dikkatle rol model alıp, şuuraltına sürekli kayıtlar yapan evlâtlarımız, kendi nesilleri için öncü konumundalar şüphesiz...

 “Hayra vesîle olanın hayrı işleyen gibi sevap alacağı” (Tirmizî, İlim, 14) müjdesiyle heveslenip, şerre sebep olup, seyyie-i câriyeler (kötü âdetler) bırakma riskinin endişesini taşımalıyız. Zürriyetlerimizin, geçirdikleri Ramazanları hasretle yâd edip, bizleri duâyla anmaları ne güzel olur, değil mi?

 4- Gittiğimiz mukâbelelerde Peygamber Efendimiz’le Cebrail -aleyhisselâm- arasındaki mukâbeleden izler bulmayı, o feyz ve bereketten istifade etmeyi ümid etmekteyiz.

Ramazan sonrasındaki hayatımızda her gün bir cüz Kur’ân-ı Kerîm okuyarak Allah ile sohbete can atmak, ne güzel bir sünnet… Fakat, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu tekrarlanan okuyuşlarının, kendi dili olması hasebiyle hep anlayıp tefekkür ederek olduğunu hatırımızdan çıkarmamalı, Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona anlamaya çalışarak kaç kez okuduğumuzun muhasebesini de ihmal etmemeliyiz.

Cep telefonumuzda okunmamış bir mesaj olduğunda rahatsız olurken; Kur’ân-ı Kerîm’in, henüz mânâsını bile okuyup hazmetmeye çalışmadığımız mesajları ne kadar içimize oturmakta? Rabbimiz’in bize hitap ederek gönderdiği hayat kılavuzumuz, ebedî saadet rehberimiz olan mesajları, tefsirlerden kaç kez okursak okuyalım, her seferinde başka bir inceliği fark edeceğimiz âşikâr… Bu gayretin içinde olmazsak esas maksat hâsıl olmayacak. Zira Rabbimiz, Kur’ân’ı okuyup tefekkür etmemiz, hayatımıza geçirmemiz maksadıyla gönderdiğini beyan buyuruyor pek çok âyetinde…[4]

Âyetlerin nüzul (iniş) sebebi, Peygamber Efendimiz’in bu âyetleri tatbiki, çıkarılabilecek hikmetler gibi açıklamalar içeren tefsirleri okumadıkça, meâller de tek başına kâfi değil.

 Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsından da bahsedilen mukâbele sayıları gittikçe artmakta çok şükür, böyle mukâbeleleri araştırıp tercih etmeliyiz. Fakat birilerinin bize anlatmasıyla yetinmemeli; kendi kendimize uzun bir gönül yolculuğuna çıkarak Kur’ân’ı ayrıca okumalıyız.

5- Rabbimiz, kendisine duâ edenlere icâbet etmek ve tesirli bir Kur’ân okuyuşu[5] için daha elverişli, müstesnâ bir zaman dilimi olarak “seher vakti”ne dikkat çekmiş ve gece namazının faziletini vurgulamış âyet-i kerîmelerde...[6]

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de teheccüd namazı ile ilgili hayatı boyunca yaşayarak örnek olmuş. Bu husustaki hadîs-i şerîflere ilâveten, sahur yemeğinde bereket olduğunu söyleyerek ayrıca bu vakti ayakta geçirmeye teşvik etmiş.

Bunları birlikte düşündüğümüzde, rahmet ve bereketin sağanak hâlinde yağdığı seher vaktinde uyanıp ibadet etmeye biz kullarını alıştırmak için Rabbimiz’in düzenlediği bu programın hikmetlerini daha iyi kavrayabiliyoruz. “el-Latîf” isminin bir mânâsı da, “yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan” şeklinde ifade ediliyor. Rabbimiz âdeta buyuruyor ki:

“Mânevî gıdan için seher vakti kalkmak zor geliyorsa, işte sana nefsinin hoşuna gidecek bir menfaat… Haydi, bir ay boyu bu vesîleyle kalk da vücudun alışsın artık gece kalkmalarına… Kalk da, şu kısa ömrünü daha fazla ziyan etme… Gecenin muhteşem güzelliğinin farkına var…”

Sahurda yeteri kadar yemenin, orucumuzu kolaylaştırdığını biliyoruz. Hele âilede yoğun iş temposunda çalışan ya da zayıf bünyeli biri varsa, bu yemeğin ehemmiyeti daha da artmakta... Normal zamanda teheccüd için uyansa bile açılmakta zorlanan gözlerimiz, ciğerpârelerimizin ya da eşimizin sahursuz oruç tutmak zorunda kalabileceği endişesiyle, kimi zaman kurduğumuz alarmdan bile önce, kendiliğinden açılmakta… Cenâb-ı Hak, gayet normal olan bu zaafımızı elbette ki biliyor ve bir nevî taktik değiştirerek kendisiyle buluşmamız için fırsatlar sunuyor.

 Ne kadar yorgun ve uykusuz da olsak, âilemizin kolay oruç tutması için âdeta can havliyle kalkışlarımızı, sâir zamanda da unutmamayı Mevlâ nasip eylesin.

 Ya o güzelim seher vakitlerinde daha ayrıntılı (!) bir sahur yemeği hazırlama uğruna, iki rekât olsun teheccüd namazını kılmaya vaktimiz kalmıyorsa? İstiğfar ve duânın katbekat kıymetli olduğu vakitlerde, sahur hazırlığımızı mâlâyânî kelâm ve düşüncelerle geçiriyorsak? İşte o zaman ne kadar hayıflansak azdır. Sen o ikramiyelerin dağıtıldığı zamanda uyanık olmayı başar; ama hisseni az al, olacak iş mi bu?!

 Cenâb-ı Hak, bu Ramazan’da, “El kârda, gönül Yâr’da!” düstûruyla, kifâyet miktarı işlerimizi, O’nun zikriyle ve tefekkürüyle ibadet hâline getirmeyi nasip eylesin. Ümmet-i Muhammed’in maddî-mânevî ihtiyaç sahiplerini daha çok gözetmek, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâ iklimini doya doya teneffüs edip ahlâkımızı güzelleştirmek, bütün âzâlarımızla oruç tutmak hususunda bize ilâhî lûtuf ve yardımını esirgemesin. Bu rahmet ikliminde alıştığımız faziletli davranışlarımızı ömrümüz boyunca muhafaza edip, ilâhî cemâlini lûtfedeceği ebedî bayramlara kavuşmamızı ihsân eylesin. Âmin, bi-hurmeti Tâhâ ve Yâsîn…

 

[1] “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6)

[2] “…Muhâcirlerin ve Ensârın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.” (et-Tevbe, 100)

[3] “Sana ne infak edeceklerini de suâl ediyorlar. De ki: «İhtiyacınızdan artanı.» Allah Teâlâ âyetlerini sizlere işte böyle beyan ediyor, tâ ki tefekkür edesiniz.” (el-Bakara, 219)

[4] “Kur’ân’ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24) “Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?..” (en-Nisâ, 82)

[5] “Şüphesiz gece vakti tesir ve uyum yönünden daha uygun ve sözün zihne yerleşmesi bakımından daha elverişlidir.” (el-Müzzemmil, 6)

[6] “Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde Rablerinden bağışlanmalarını dilerlerdi.” (ez-Zâriyat, 17-18)

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle