BABAMIN YETİMLERİ

Konya’da Mevlânâ türbesine yakın müstakil bahçeli bir evimiz vardı. Evimiz, kerpiçten yapılmış bir bağ evi idi. 1960’larda rahmetli babam, babaannem ve amcam birlikte çalışıp yapmışlardı. Kışın sıcak, yazın serin olurdu. Elektrik sigortalarımız, bakır tel sarmalı idi, ikide birde atardı. Bazen de ana şartelden atardı. Bazen sürpriz yapar, yatsı namazından sonra attığı da olurdu. Babam rahmetli, sağken elinden her iş geldiği için, evin bütün tâmirâtını kendisi yapardı. Sigortayı sarar, çeşmeyi tamir eder, bağ-bahçe sulamakta kullandığımız dinamoyu bile tamir ederdi. Elinden her iş gelirdi.

1982 Eylül’ünde babam, Hakk’a yürüdü. Birimiz ilkokulu bitirmiş, diğerimiz ortaokul ikinci sınıfa geçmiş, üç tanesi ilkokula giden, en küçüğümüz de üç yaşında, altı kardeş, babasız kalıverdik bir günde… Annem, otuz altı yaşında idi. Kendisi de öksüz büyümüş, annesini dünyaya geldikten altı saat sonra kaybetmiş. Annesizliğin zorluğu içinde büyümüş… Babası sahip çıkmış çıkmasına, lâkin annesizlik rûhunda derin yaralar açmış. Her zaman derdi:

“-Anne yarasın diye yedirir, yakışsın diye giydirir. Ben de giyindim, ben de yedim, ama kimsenin benimle özel bir ilgisi olmadan, yakışıp yakışmadığını öğreneceğim yaşa kadar kimse bana özel bir ilgi göstermeden... Babam hep dışarıda olduğu için, evin içinde onun yardımı olmadan annesizliği hep kendim çektim.”

Böyle büyümüş annem… Üvey annesinin öz oğullarına sevgisini, özel ilgisini, kendisine yapılan ayrımcılığı görerek, şâhit olarak…

Annesiz büyüyen annemin bahtına, kocasız, altı çocuğu büyütmek düşmüştü bir gecede… Çok hazırlıksızdı. Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içinde şunları söylerdi:

“-Büyürken muhtaç olduğum, yokluğunu her an hissettiğim annemin nasihatlerine ne kadar çok ihtiyacım olduğunu, eksikliğini en çok şu anda hissediyorum. Yanımda olup, hâlimi anlayıp, bana akıl verecek, destek olacak, «Sen yaparsın kızım!» diyecek bir anneye o kadar çok muhtacım ki…”

Zaman, insana her şeyi öğretiyor; âcizliğini, çâresizliğini, yalnızlığını, muhtaçlığını hissettire hissettire… Fakat her zorlukla birlikte bir kolaylık da yaratan Rabbimin desteği, üzerimizden hiç eksik olmadan… O’nun şefkatini, her zaman üzerimizde hissettiğim için çok minnettârım. Rabbime hamdolsun. Bir günde hepimiz birden beş yaş büyümüştük sanki...

Çocuklar, her şeyi çok çabuk anlıyor ve çok çabuk teslim oluyorlar. Babasız duramayan altı kardeş, babam gelecek diye kapının önüne dizilip hep bir ağızdan:

“-Hoş geldin babacığım!..” diye bağırarak, sımsıkı sarılıp öperek karşılayan altı çocuk, “yokluğun varlığını” çok çabuk kabullenmiştik. Daha sessiz, daha içine kapanık, daha tenhalarda ağlayan cinsler oluverdik hepimiz…

Annemin işi çok zordu doğrusu; bu kadar hassas, babalarını çok seven altı çocuk nasıl idâre edilecek; evin gelir-gideri nasıl karşılanacak; hele şu bitmeyen tâmirât işleri nasıl hâllolacak?

Babamdan dolayı aldığımız dul yetim maaşı vardı, hamdolsun. Evimiz kendimizindi ve arkasında kocaman bir bahçemiz vardı. Bahçemizi, her yıl Mart ayı itibariyle ekerdik. Domates, biber, salatalık, patlıcan, kabak, fasulye, mısır, ayçiçeği; kışa doğru ıspanak, marul; her zaman maydanoz… Hâsılı yiyeceğimiz bahçeden karşılanırdı. Altı kardeş, hepimiz annemizle birlikte bahçede çalışırdık. Hiç tembellik yaptığımızı, yan gelip yattığımızı hatırlamam. Annemiz nerede ise, bizler de orada olurduk. Hiç unutmuyorum, çok, ama çok uzun süre bir gölge gibi annemi takip ettiğimizi hatırlarım. Evin içinde göremesek:

“-Nerede acaba?” diye döne döne arardık.

Yan bahçeden akrabalarımıza geçmiştir muhakkak, ama yine de, “acaba ölüverdi de hepten yalnız mı kaldık?” diye düşünürdük. Yetimlerin korkuları hiç bitmez…

En büyük şansımız, akrabalarımızla aynı mahallede oturmamızdı; sağımız solumuz akrabalarımızdı. Babamın vefatının üzerinden iki hafta geçmedi, bizim sigortalar gene attı. Hem de yatsı namazından sonra… Karanlıkta kalıverdik. Okullar başlamıştı ve dört kardeş birden ders çalışıyorduk. Şimdi kim bulunacak, sigorta kime yaptırılacak? Annem:

“-Koşun çocuklar! Mehmet ağabeyinizi çağırın, sigortaya bir baksın.”

Emir verilir de hiç durulur mu? Hemen fırlardık. Bazen hepimiz koştururduk. Mehmet Abi, babamın amcazâdesi idi. Sadece babamdan dört yaş kadar küçüktü. Öyle olduğu hâlde amca değil, abi derdik; annem öyle diyordu ya!.. Onlar da karı-koca koşarak gelir, sigortayı sarar giderlerdi.

Alışverişe babamın sağlığında hiç gitmemiş olan annem, artık tüm ihtiyaçlarımızı tek başına halletmeyi, yanına kardeşlerimden birini alarak çarşı ve pazara kendisi giderek öğrenmişti. Poşetleri taşımakta, anneme nasıl da yardım ederdik.

“-Sen bırak ben taşırım.” derdik, küçücük hâlimizle, kim bilir belki de onun yükünü azaltmak için, belki de Rabbimin anneme:

“-Hiç üzülme, bak, aslan gibi sana düşkün evlatların var; birini aldım belki, ama altı tanesini sana verdim!..” hâl dili ile hissettirmesi idi…

Pencerelerimizin demirlendiği günler, en zor günlerimizdi. Babamın sağlığında pencerelerimiz demirsizmiş hiç önemsemezdik doğrusu; babamı kaybetmemizle birlikte her yerden gece vakti bir ses geliyormuş gibi olurdu kulaklarımıza... Annem de korkarmış. Beş kız çocuğu, bir genç hanım, nasıl korkmasın. Tevekkül tedbiri aldıktan sonra değil midir?

Pencerelerimiz demirlendi. Maaşımızı üç ayda bir alırdık. Üç aylık maaşımızın çoğu bitmişti. Ne zor geçmişti o üç ay. Kimseler hâlimizi bilmedi, çünkü biz kimselere dillendirmemiştik. Kolumuz kırıldı, ama yen içinde kaldı. Dayılarımın, amcamın durumları iyi idi, fakat işler, bizim söylememizle yapılacak ve biz her seferinde şu ihtiyacımız var dedikten sonra halledilecekse, varsın kimse bizim derdimizi bilmesin!.. Gözle görülen birçok şey, kelâma ihtiyaç duymaz; ama en yakınımız bile illâ da kelâma dökmemizi, kendilerinden istememizi isterlerse, varsın istemeyelim. Ömrüm boyunca, aslâ unutmadığım bir söz var ise, o da:

“-Elden gelen öğün olmaz; o da vakti ile gelmez!” sözüdür. İhtiyacını söylemekten en çok çekinenler, dullar ve yetimlerdir.

En büyük sıkıntıyı, bahçelerin ekimi zamanında yaşardık. Eskiden, Meram çayı, bizim mahalleye kadar gelirmiş. Ama baraj yapılıp, çayın suyu kesilince, herkes evinin bahçesine sondaj kuyusu açtırmış, dinamolar alınmış, borular bağlanmıştı. Dinamo çalıştırılır, borulardan gelen sular ile bahçedeki sebzeler meyveler sulanırdı. Sebze bahçesine yetişecek şekilde tesisatı, babam, sağlığında kurdurmuştu hamdolsun. Ama üzüm bağımızı sulayacak düzenek yoktu.  O güzelim üzüm bağımız, sulayamadığımız için kurudu gitti. Çünkü boruları bağa çekebileceğimiz ne paramız, ne de gücümüz vardı. Annem, tek başına, o işin üstesinden gelemezdi. Bir keresinde kendi gayretimizle sulayalım dediydik de açtığımız su arkları, toprakta seviye farkı çok olduğu ve bütün suları zaptedemediği için bozulmuş, sular her tarafa taşmıştı da annem hırsından ağlamıştı; güçsüzlüğüne, çaresizliğine…

Annem bir işe gücü yetmediği zaman ya da yapamadığı zaman çok sinirli olurdu. O zamanlar ondan çok korkar, sessizce etrafında otururduk. Hiç sesimizi çıkaramazdık. Minicik bir şey isteyecek olsa, ateş gibi kalkar, dediğini ikiletmeden yapardık.

Neyse, o güzelim bağı fedâ ettik, bari sebzeler sulansın… O dinamo da ne meret şeyse, her sene, bahçe ekim zamanında bozulurdu. İki ev ötesi, Âbide Teyzelerin evi idi. O’nun oğlu sondajcı idi. Annem, içimizden birimizi alır, onların evine gider, Kemal Abi’den yardım isterdi. O da sağ olsun:

“-Tamam, geliyorum.” der, bazen iki gün sonra gelirdi. Hey gidi günler, hey!

Annem kurumak üzere başlarını eğmiş fidanlarına bakar, Kemal Abi’ye tekrar haber salardı, bizimle… Öyle öyle çok fidanımız kurumuştu.  Fidanlar, annemin çocukları gibi idi. Her bir fidanla dökülen gözyaşları da işin cabası…

Bahçe duvarımız, kerpiçtendi. Bir sene, hem kış çok karlı geçtiği, hem de ilkbahar çok yağmurlu olduğu için bahçe duvarımızın büyük bir bölümü çökmüş, yıkılmıştı. Yoldan geçenler, direkt bahçede annelerine yardım eden genç kızları ve annelerini görüyorlardı. Yoldan gelen geçenler bize bakıyorlar diye, bahçeye çıkamaz olmuştuk. Çıksak da çok sıkıla sıkıla iş yapıyorduk. Bir pazar sabahı erkenden kapımız çalındı. Mehmet Ağabeyimiz ile hanımı gelmişler:

“-Haydi, herkes ayağa, bahçe duvarı yapılacak!”

O günkü kadar sevindiğimi, mutlu olduğumu, duâ ettiğimi hatırlamıyorum.  Allâh’ım, dünyalar bizim oldu. Annem sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Beş genç kızız, Hüseyin annemin hem gözdesi, hem en küçüğümüz idi. Babamın vefatında üç yaşında idi, şimdi kocaman öğretmen oldu, fakat bir kanadının kırık olduğunu görmemek için kör olmak lâzım. O bizim de gözdemizdi, hâlâ da öyle. O küçük olduğu için biz kızlar, kimimiz halamların bahçesinden kerpiç taşıyoruz, kimimiz saman getiriyoruz. Çamur karılacak çünkü. Kimimiz, kovalarla su taşıyoruz. Akşam ezânına bahçe duvarımız bitti, eskisinden de güzel olmuştu. Yorulduğumu, “aman yeter, bırakın da biraz dinlenelim!” dediğimi hatırlamıyorum.

Beş kız kardeş, hepimizin de gözleri pırıl pırıl, sevinçle yardım etmiştik. Biz hem okuduk, hem çalıştık. Küçücük bedenlerimizde, olgun ve kocaman bir rûha sahiptik.

Yetimlerin ruhları, herkesin rûhundan daha istîdatlıdır, daha naîftir, daha Rabb’e yakındır. Çünkü Rab, onlara daha çok yakındır. Yetimler, Rahmân’ın kıymetlisidir, Rahman’ın gözdesidir, ama insanların çoğu bunu pek bilmezler. En yakınları bile… Yetimler, hayatı okuyarak öğrenmezler, yaşayarak öğrenirler. Yetimler, en kötüyü de görürler, en iyiyi de… Hiçbir zaman sırça köşklerde oturmazlar, nazlanmayı bilmezler, çünkü kimse onları nazlamaz…

1989 yılında Ankara’da öğrenci iken Kızılay’da içime bir sıkıntı düştü, evi aradım. Annem, hemen Mehmet Abi’nin vefat ettiği haberini veriverdi. Babam öldüğünde nasıl kalbimi bir acı kapladı ise, aynı acı sol böğrümden gene beni vurmuştu, günlerce de geçmedi.

Oturdum, Kızılay’da saatlerce ağladım. Yetim babası ölmüştü ha!.. Mehmet Abi, belki çok ibadet etmeyen birisi idi, ama biz söylemeden eşinden hâlimizi duyar öğrenir, her sıkıntımıza karı-koca koşarlardı. “Sırf kendine Müslüman” değildi, herkesin derdine koşan gönül eri, hizmet insanı, gönüllü fedâî idi. Haftalar sonra Konya’ya gidince öğrenmiştim cenâzesinin nasıl kalabalık olduğunu, tabutunun ne kadar hafif olduğunu, mânevî gözü açık bir mahalle komşumuz vardı, ondan dinlemiştim, Mehmet abimizin cenazesindeki muhteşemliği… 

“-Kızım, sanki her yer ıpıl ıpıl yeşilli, beyazlı ışık huzmeleri ile dolu idi. Tabutu kuş gibi uçtu kızım. Sanki mânevî, gizli bir ses: «Koşun, beni tahtıma götürün, cennet bahçelerime yetiştirin!» diyordu.” demişti.

Çok etkilendim, ama şaşırmadım. O ki, dulların, yetimlerin hâmisi idi, Rabbim onun na’şına ihtiram etmez mi idi? O ki, biz söylemeden koşardı; Rabbim, O’nun cenâzesine meleklerini koşturmaz mı idi? O ki, bizim evimizin, bahçemizin eksikleri ile ilgilenirdi, Rabbim, O’nun bahçesini cennet etmez mi idi? Çok duâ aldı.

“Kocasız kadınlarla, yetimlerin, yoksulların işlerine yardım eden kimse; Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap kazanır.” buyurmuyor mu, Efendimiz?

Biz şâhidiz Yâ Rabbi! Mehmet Ağabeyimiz, bizim her derdimize yetişti. Ona da cihad sevâbı lutfeyle…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle