Varlığın Özü

Kâinâttaki dört önemli unsur, yani “Anâsır-ı Erbaa”dan biri olan “su”; insanda aslî ve fıtrî bir ihtiyaç olarak bulunur. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen:

“Kâfirler, gökler ile yer birbirine yapışıkken bizim onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı? (Onlar) yine de iman etmiyorlar mı?” (el-Enbiya, 30) âyet-i kerîmesini, yeryüzünün ve insanın yüzde yetmişinin sudan yaratıldığı gerçeği ışığında; varlığın, canlılığın, diriliğin sembolü, mevcûdâtın özü ve kaynağı olarak nitelendirebiliriz.

Allâh’ın rahmetinin tecellisi, merhametinin alâmeti olan su, Cenâb-ı Hakk’ın emri dâhilinde ve mahiyetini tam olarak anlayamayacağımız sebeplerle de yeryüzünde görevini îfâ eder durur. O, bazen bir deniz, bir okyanus olarak içinde barındırdığı canlılarla gıda ve hayat kaynağıdır. Bazen insanı engin ufuklara, ulaşılmaz hayallere götürür. Bazen buhar olur, göğe yükselir, güneşin hararetinden insanı koruyan bir buluta dönüşür. Bazen de rahmet olup yağar, yahut göze göze fışkırır, insanlara hayat bahşeder.

O, bizim kaskatı, cansız, hareketsiz gördüğüm kayaların, taşların içinde bile kıpırdanır, varlığını devam ettirir. Kur’ân-ı Kerîm, taşların içinde hareket eden bu sulardan haber verirken, insanların kalplerinin taşlardan bile katı kesilebileceğini, şefkatten, merhametten mahrum bir hâle dönüşebileceğini ne güzel ifade eder:

“Sonra bunun arkasından kalbleriniz katılaştı. Şimdi onlar taş gibi, hattâ daha katıdır… Çünkü taşların öylesi var ki, içinden nehirler kaynar. Öylesi var ki, çatlar da bağrından sular fışkırır ve öylesi var ki, Allâh’ın haşyetinden yukardan aşağıya yuvarlanır. (Sizler ise neler yapıyorsunuz?!) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (el-Bakara 74)

* * *

Su hayattır, hayatın kaynağıdır. Suyun bulunduğu yerler, insanların toplandığı, bir araya gelip medeniyetler kurduğu yerler olmuştur. Bu sebeple suyun aslî hüviyeti, ancak medeniyetin var olduğu beldelerde, gerçek mânâsıyla takdir edilebilir. Hazret-i Hacer Vâlidemiz, nebat (ot) bitmez bir vadi olan Mekke’de, bir lütf-ı İlâhî olan zemzeme vuslatı sebebiyle, hayatını devam ettirebilmiştir. Hazret-i İsmail’in topuklarından fışkıran hayat, bîçâre vâlidesine, varlığı sonsuza kadar sürecek ve bütün insanlığı kuşatacak bir rahmet ve bereket bahşetmiştir.

Güzelliğin tasviri olarak sunulan cennetlerin, “zemininden ırmaklar aktığı” bildirilir. Sâfiyet, pak oluş, suhûlet manasında; “su gibi akıp gitmek”,“su gibi güzel” tabirleri  ile kıymetli ve değerli oluş anlamında “su gibi aziz” teşbihleri kullanılır. Varlığın özü olan “su” edebiyatımıza da çeşitli meseller ile girmiştir. Zira kokusuz, renksiz, arı ve duru bir şeffaflıkta yaratılmış, nadide bir cevherdir su…

Su, bir yakıcı, bir yanıcı madde olan “hidrojen” ve “oksijen”den oluşan, yani derdi de devâsı da içinde bulunan bir özelliğe sahiptir. Su, aşkın adı ve aşk yakıcı… Ve gönüldeki aşk ateşini, ancak gözyaşı teskin edici, rahatlatıcı...

Edebiyatımızda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “gül” ile ifade edilmesi mâlum ve meşhur iken, ömrünün tamamını Irak topraklarında geçiren Fuzûlî’nin bu kasidede “Su” remzini ve redifini tercih etmesinde; Peygamber goncası Hazret-i Hüseyin Efendimizin, dolayısıyla Kerbelâ topraklarının suya hasret oluşunun önemli bir payı vardır.

İnsanın madde ve mânâ planında hayat sebebi ve rûhî ihtiyacı olan Rasûlullah Efendimizin varlığının, hayat kaynağı olan “su” ile ifadesi, latîf bir teşbihtir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dertlere devâ, gönüllere şifâ; suyun hayat bahşedişi gibi ruhları ihyâ eden, insanlığa gönderilmiş bir hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır.

 

SU KASİDESİ

 

(Fā‘ilātün fā‘ilātün fā‘ilātün fā‘ilün)

 

Ŝaçma ey göz eşkten göñlümdeki odlare ŝu         

Kim bu deñlü dûtuşan odlara ḳılmaz çāre ŝu

(Ey göz, gönlümün içindeki ateşlere gözyaşımdan su saçma! Çünkü bu denli tutuşan ateşlere su fayda vermez.)

Ey benim gamda, kederde, ayrılıkta, muhabbette gözyaşı döken gözlerim! Şu an sadece kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı İki Cihan Serveri’ne duyduğum muhabbetten hâsıl olan ve O’na kavuşma iştiyakıyla yanan gönlüme; bu ateşi söndürmeye, gözyaşlarımdan su serpmeye çalışma!.. Zaten bu başka bir yangın, bir başka ateştir ki, bu türlüsünü söndürmeye su faide vermez.

Mânevî bir yangın olan gönül ateşine, maddî bir gözyaşı çare olmaz. Üstelik yangının çok, suyun ise buna karşılık az olması, ancak ateşin şiddetini artırır. Yangın arttıkça da ağlayış, gözyaşı çoğalır. Zira yanan aleve su serpmek, ancak yangının şiddetinin artmasına sebep olur. Ve içimdeki Peygamber aşkı o dereceye ulaştı ki, artık bunu gözyaşıyla söndürmek imkân dâhilinde değil!..

Ama Fuzûlî, bu ateşten hoşnuttur ve âdeta bu yangının sönmesini istemeyerek gözlerine, “Su serpme!” diye emirde bulunur.

 Su-ateş birbirine zıt kavramlar olsa da “ateş” duyulan şiddetli aşkın; “su” ise aşkın bizzat kendisinin ifadesi olarak kullanılmıştır. “Göz” ise yine “suyun kaynağı” anlamına gelmesi hasebiyle, aslında aşkın membaı ve merkezi olarak özellikle seçilmiştir.

Fuzûlî, bu iki satırlık beytinde pek çok edebî sanatı kullanmıştır. Meselâ ateşin suyu söndürmemesi “mübalağa”, su-ateş kelimelerinde “tezad”, gözyaşının suya benzetilmesinde “teşbih”, gözyaşlarının gönüldeki ateşi söndürmek için akıtılması “hüsn-i ta’lil”, «Ey göz» sözcüğünde ise, “nidâ” sanatı kullanılmıştır.

 

 

Āb-gūndur günbed-i devvār rengi bilmezem

Ya muḥíṭ olmuş gözümden günbed-i devvāre ŝu

(Dönüp duran kubbenin rengi, su rengi midir, yoksa gözümden akan su, dönen kubbeyi mi kaplamıştır, bilemem.)

Ağlamaktan gözyaşlarım gökyüzünü öyle kaplamıştır ki, bu yüzden her yer su perdesi ardında görülmekte… Şimdi ben şu dönen kubbenin mi su renginde; yoksa ağlamaktan akan yaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır, gökyüzünü sular kaplamış gibi görmekteyim, bilememekteyim…

Suyun mavisi ile gökyüzünün mavisi, âşık ile mâşuk, artık birbirine öyle karışır ki, sevgiliyle bir mahfiyet, bir aynîleşme vukû bulur.

Bu beyitte de gökyüzünün mavi olduğunu bilmez gibi davranması “tecâhül-i ârif”, göğe kendi gözyaşlarının renk verdiğini söylemesi “hüsn-i ta’lil”, gözyaşlarının gökyüzünü kapladığını söylemesi “mübâlağa”, göz-ab-su kelimelerinde “tenâsüb”, “gökyüzü su renginde midir?” şeklinde soru sormasında ise “istifham” sanatı vardır.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle