Tanrıyı Kim Öldürmüş, Allâh’ım!

Bir mütefekkirimiz hatıralarını şöyle anlatıyor:

“-Lise yıllarımda Paris’te okuyordum ve dînimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı. Ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Her konuşmamdan sonra içimi derin bir pişmanlık ve korku kaplardı. Sadece «Beni affet!» diye yalvarınca içim rahatlardı. «Allâh’ım, affet!» diyemezdim, ateistliğim düşecek diye endişe ederdim.

İmtihan zamanlarında ateist oldukları hâlde temelde hıristiyan olan arkadaşlar, kiliseye gidip mum yakarlardı. Ara ara ben de giderdim. Bir keresinde beni kilisenin kapısında gören sınıfımızın en ateşli ateisti olan Macar büyükelçisinin kızı, bana:

«-İki mum da benim için yak.» diye rica edince o zaman anladım.

Ateistler hiç samimî değildi. Dâimâ gizli bir inanç taşıyorlardı. Ne zaman Allâh’ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Eğer Allah yoksa, içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku neydi ve nereden, kimden geliyordu? Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Bir süre sonra «Allah var.» dedim ve kurtuldum. Eksiğimi tamamladım, içim bütünlendi.”

* * *

İnsanın bir maddeye bakan yönü, bir de mânâya bakan yönü var. Maddeye bakan yönünde beş duyu organı ile kokluyor, tadıyor, görüyor, işitiyor, dokunuyor, hayatı algılıyor, aklediyor. Bir de mânâya bakan yönü var. Sırlı yönü burada… Bu yönü ile de mânâ âlemi ile Cenâb-ı Allah ile irtibata geçiyor. Yaratılış gayesi de dünya gözü ile görülemeyeni, Allâh’ı bilmek, îman etmek… İnsanoğlu melekût âlemine mensup bir kalp taşıyor ve bu kalp, Yaratıcısı’nı biliyor.

Hazret-i Mevlânâ buyurur ki:

“İnsanlar uzaktan bakıldığı zaman dalgalanan bayraklara benzerler. Yanlarına yaklaştığımızda ise her birinin altında birçok askeri olduğunu görürüz. Bu askerler, onların duygularıdır. Duyguları akıl komutanı ile kontrol etmek gerekir, o aklın mihengi de Kur’ân ve Sünnet’tir.”

Her insan, duyguları ile hareket eder ve duyguları ile düşüncelerini değiştirir. Duyguları mutlaka akıl ile kontrol etmek, denetlemek gerekir. İnsanın duyguları sağlam değilse, kuvvetli bir kalp ile duygular yönlendirilemiyorsa, düşünceler bozuk çıkacaktır. Akıl daima bir mihenge başvurmak zorundadır. Bu mihenk ise, Kur’ân-ı Kerîm’dir, Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’dir. Cüz’î aklın içinden çıkamadığı durumlarda küllî akla başvurulmalıdır, o da ilâhî akıldır. Mihengini kaybeden akılla düşünen insan, daima kendisine ve çevresine zarar verir.

Geçmiş medeniyetlere bakılınca, -Urfa’da yenilerde keşfedilen Göbekli Tepe de dâhil- insanlık tarihini, mâbetleri takip ederek anlayabiliyoruz. Kutsal olana inanma ihtiyacımız var. İnsanî ihtiyaçların büyük bir kısmını, “inanmak” teşkil ediyor. Kuvvet ve kudret sahibi yüce bir varlığa inanma ihtiyacı hissediyor insanoğlu... Metafizik (fizik ötesi, gözle görülemeyen) âlem için akıl ancak zanda bulanabiliyor. Çünkü aklın sınırları aşılıp, müteâl/idrak ötesi sahaya girilmiştir. İşte bu durumda Mevlânâ:

“Aklı, Mustafâ’nın önünde kurban et. «Hasbiyallah: Allah bana yeter!» de.” buyuruyor. (Mesnevî, IV/1408)

Cenâb-ı Hak, bu ihtiyacı insanların akıl ve zanlarına bırakmayarak gaybı, duyuları ile anlayamayacak âciz insanoğluna peygamber ve kitaplar göndererek, kendisini tanıtıyor, ahlâkî güzellikleri, îmânın esaslarını anlatıyor; hayatın kargaşadan kurtulması ve düzene girmesi için kanunlar koyuyor. İnsan, neye inanacağına yine akılla karar veriyor.

Kur’ân-ı Kerîm, akla karşı değil; bilakis yüzlerce âyet-i kerîmede insanı aklını kullanmaya teşvik ediyor, sık sık “Düşünün, akledin!”, “Aklınızı kullanın!” diye emrediyor. Din, akıllı insanı muhatap almış ve mükellef tutmuş. Aklı olmayanın dini de yok!

Aklın sahasını aşan yerlerde, kalp devreye giriyor, ruh ve aşk devreye giriyor. Mevlânâ Hazretleri:

“Bir büyücü kocakarı olan dünya, pek bilgiç bir kadındır; onun büyüsünü çözmek, halkın harcı değil. Akıllar, onun düğümünü çözebilseydi, Allah, peygamberi yollar mıydı hiç!..” buyuruyor. (Mesnevî, IV/3196-3197)

Ortaçağ Avrupa’sında din, kilisenin tekelinde idi. “Dünya dönüyor.” diyen, kiliseye karşı gelmiş kabul ediliyor, aforoz edilip dinden çıkarılıyordu. İlmî ve teknik çalışmalar kilisenin hoşuna gitmediğinde, bu durum Tanrı’ya karşı gelmek kabul edilip engelleniyordu. Düşünen insanlar için hayat bazen işkencelerle devam ediyor, bazen de diğer insanlara ibret olsun diye fecî ölüm hükümleri tatbik ediliyordu. Papaz ve rahipler, sanki Tanrı idi, onların uyguladıkları din, inananları canından bezdiriyordu.

Kilisenin bu derece baskıcı tavırları, düşünen kesimi ayaklandırdı. Îman esasları açısından tutarsız, üç Tanrı’ya inanılan, bilimle barışık olmayan Hristiyanlık; aklın rehberliğinde sorgulandı ve Batılılar bunu “göklerdeki Tanrı’yı öldürmek” olarak gördüler. Artık Tanrı yeryüzünde idi ve o da “aydınlık akıl”dı. Antik Yunan felsefesi ile Sokrates ile, sonraları Spinoza ile, Russell’lar ile, Nietzsche’ler ile oluşturulan inanç sisteminde, yeni Tanrı “akıl”dı.

Akıl yolu ile dinden, Yaratıcı’dan şüphe edilen sorular soruldu. Bir şey gözle görülemiyorsa, doğruluğunu nasıl ispatlayabilirdik? Îman, aklı gerektirmiyordu. Aklı gerektirmiyorsa, şayet olmayan nasıl hüküm koyardı. Ondan şüphe edebilirdik. Her şey sorgulanmalı idi ve sorguladılar. Allâh’ı kabul etmeyen insan, hevâ ve hevesini, zevk u sefâsını, aklını ve kendini ilâh edindi.

Thomas Paine, kilise ile kurumsallaşan dîni, İncil’i sorguladı. Kilisenin yozlaştığına, dîni bile iktidar elde etmek için kullandığına işaret ederek vahyi, mucizeyi, dînî bütün kurumları reddetti. Newton’un görüşlerini esas kabul ederek kâinattaki kanunların Tanrı tarafından bile çiğnenemeyeceğini söyledi ve deizmin felsefî temellerini şekillendirdi.

“-Tanrı var, ama değişmez tabiat kanunları koymuş, dünyayı bu düzen ile devam ettiriyor, kendisi bile hiçbir şekilde müdahale etmiyor!” diyordu.

Aslında bu, Tanrı’yı ve dîni; dünyadan, hayattan uzaklaştırmaktan başka bir şey değildi. Âdeta, bana karışmadığı müddetçe Tanrı’nın var ve yok olması beni çok ilgilendirmiyor, demekti.

İnternette deizm ile ilgili konuşan, yazan gençleri takip ediyorum; Thomas Paine’den örnekler veriyorlar. Dînimiz İslâm, kitabımız içinde hiçbir eğrilik olmayan, şüphe olmayan Kur’ân-ı Kerîm olduğu hâlde nasıl oluyor da Paine’den örnek veriyorlar. Batı, Tanrı’yı yok saymamak adına deist oldu. Tanrı ile bilimin arasını uzlaştırmak için deizmi keşfetti. Bizim böyle bir uzlaşıya ihtiyacımız olmadığı hâlde, Batı’nın yaşadığı acı tecrübeyi yaşamadığımız hâlde, neden bu felsefelerin iddialarını “değişmez doğru” olarak kabul ediyor gençler?

Bizde deizm, dîni anlatan insanların tutarsız, birbirini yok saymaya çalışan yaklaşımlarına, kadınla ilgili, cinsellikle ilgili, onlara göre erkek egemen hükümlere başkaldırı ile oldu. Bir de dindarların yaşadığı iki yüzlü din anlayışı, “Senin dînin bu ise, ben dindar değilim!” duygu ve düşüncesine sürükledi bazı insanları, özellikle gençleri…

Namaz kılan tefeciler, Ramazan’larda her gün iftar yemeği veren, ama işçisinin hakkını vermeyen, işten çıkarıp da tazminatını ödememek için türlü dalavere çeviren, sonra da her yıl umreye giden patronlar, işverenler…

İfadeleri incitici, dışlayıcı, tutarsız, Allâh’ın sadece “el-Kahhâr” ismini tekrar edip duran, sırf cehennemin vahşetini hatırlatan, cevaplayamadığı soruları soran kimselere:

“-Bunu sorgularsan dinden çıkarsın!” diyerek yargılayan din adamları, din öğreticileri… Müritlerinin mâneviyatını sömüren sahte şeyhler, aklını mensup olduğu gruba kiralayan müritler… Tamamen dünyevîleşen, ama bir taraftan da “elâlem için” çocuğunun dindar görünmesini isteyen anne-babalar… Yusuf İslâm, ağabeyinin hediye ettiği Kur’ân-ı Kerîm’i okuduktan sonra müslüman oluyor. Müslümanların yaşayışlarına bakarak değil…

Kimi gençler, sosyal hayattaki adaletsizlikleri, kimi kâinattaki kötülükleri sebep gösterip dinden uzaklaşmışlar. Bu, bizim sorgulamamız gereken acınası hâlimiz...

Hâlimiz, kavlimiz, amelimiz, niyetimiz paramparça; bunlarda tevhid olmayınca îman da olmuyor, ihlâs da… Belli ki hepimiz suçluyuz.

Hacı Veyiszâde Hazretleri’ne bir genç gelip:

“-Ben Allâh’a inanmıyorum.” diyor. Mübarek:

“-Aman evlâdım, elhamdülillah inanıyoruz.” diye cevap veriyor.

Genç düşüncesini tekrarladıkça mübarek aynı cevâbı tekrarlıyor. Epey düşündüm, neden başka bir şey söylemiyor da aynı cümleyi tekrar ediyor diye… Îman bir nurdur. İnançsızlık nûrun olmadığı bir durumda alınan karar olduğu için, nûr mahrumiyetini kelimelerle takviye etmek, duygu durumunu kelimelerle değiştirmeye çalışmak aklî bir şey değil, tenkidin de tavsiyenin de o an için hiçbir faydası yok. Kınamak ise, son nefesinden emin değilken başlı başına bir problem… Çünkü îman bir nurdur, duygudur. Duygular, akıl verilerek değiştirilemez. Nursuz bir ortam, ancak nûrun takviyesi ile aydınlanmaya başlayabilir. Kınamak, hesap sormak, akıl vermekle değil, bol bol duâ ile…

Fen lisesi, Anadolu lisesi, hattâ İmam Hatip Lisesi öğrencileri 19. yy. Alman filozofu Nietzsche’nin kitaplarını hararetle okuyorlar. Kendi dînini bilmeyen müslüman çocuğu, Batı’nın din adı altında yaşadığı acıları öyle hazmetti ki, akılları ile Tanrı’yı, kitabı, peygamberi, âhireti sorgulamaya başladılar.

Alınan cevap tatmin ediyor da kişiyi dinden uzaklaştırmıyorsa, sorgulamak, tahkîkî îmâna sebep olur, iyidir. Fakat gençlerin sorularına geniş bilgi birikimi olan, kalbî ve aklî melekeleri gelişmiş, îmânı hazmetmiş ve îmânın gereğini yapan din dersi öğretmenleri, imam ve din görevlileri cevap veremediği zaman, onların yetersizliği, dînin kifayetsizliği olarak anlaşılıyor ve din, gençlerin alay konusu oluyor. Dinle dalga geçen, dîni afyon olarak gören Batılı mütefekkirlerin görüşleri, özellikle hıristiyanlık ile ilgili iken, bu toprakların insanı onu İslâmiyet üzerinden okuyor ve İslâm’a çarpık gözlerle bakıyor.

Kendisini, aklını kullanan, dindar insanları da aklını kiraya vermiş zavallılar olarak gördü gençlerimizin bir kısmı…

Gençlerden bizâtihî işittiklerim:

“-Neden dünyada bu kadar çok gözyaşı var, Allah ne yapıyor? Neden küçük çocuklara tecavüz edilip öldürülürken Tanrı müdâhale etmiyor, zâlime izin veriyor?”

“-Yaratırken bana sormadı, beni ifsâd etmek için izin isteyen şeytana izin verirken bana sormadı, beni dünyaya bir anne-baba verip gönderirken bana sormadı, istemediğim anne-babaya sahibim, beni kedere boğan kaderimi kendi yazdı, öyle olduğu hâlde bir de benim için cehennem yarattı. Ben böylesi benden nefret eden, imtihan eden, intikam alan Tanrıya nasıl inanayım?”

“-Ateist birini sevemez miyim? Sevgi çok kutsal bir şey değil mi? Neden insanlar dînî esasları dayatarak benim haram işlediğimi söyleyip, cehennemde yanmakla korkutuyorlar. Benim Tanrım onların inandığı Tanrı değil, benim Tanrım sevenlere saygı duyar, ben kitapların söylediklerine inanmıyorum, dîni tekelinde tutmak isteyenlerin uydurdukları ibadet ve kurallar ile insanların başına iş açmışlar.”

“-Dünyada en çok acı çekenler müslümanlar; ne doğru dürüst bilim adamımız ne de teknolojimiz var. Cehennemde yanacağını düşündüğümüz kâfirler buluşlar yapıyor, bunlar da onlara hem küfredip hem onların ilaçlarını kullanıyor, hem teknolojilerinden faydalanıyorlar, akıllarını kullanan yok. Bu kadar akılsız insanın dînine nasıl inanabilirim?”

Kimisi, Peygamber Efendimizin evliliklerini, kendisine salavat getirilmesini kabul edemeyip peygamberi reddediyor.

“-Allah neden bir peygamber göndersin ki, isterse hepimize bildirmek istediklerini bildirir. Bize şah damarımızdan daha yakınsa neden şimdi ölmüş bir peygamberin sözleri ile hareket edelim de Allah yapmamız gerekeni bize bildirmesin?”

“-Peygamberin tüyüyle-kılıyla o kadar çok meşguller ki, gerçekten sevmeleri gereken Allâh’ı sevemiyorlar. İşte ben bu sebepten sadece Allâh’ı seviyor, ondan başka kimseyi istemiyorum.” diyor bir diğeri…

Uzayıp gidiyor düşünceler, boz-bulanık ifadeler… Her biri ile ilgili onlarca söylenecek söz var. Burada sadece bir fotoğraf ortaya koymaya çalıştığımız için bu inkâr ve istifham dolu sorulara, başka yazılarımızda cevap vermeyi düşünüyoruz. Ancak buna yol açan sebepler üzerinde durmak ve bataklığı kurutmak daha önemli…

* * *

Bu sözleri söyleyen kimseye:

“-Seni îmansız, seni peygamber düşmanı, seni edepsiz!” deyip mevzuyu bitirelim mi?

Bitiremezsiniz, her geçen gün bir yenisini duyuyoruz, inanan anne-babaların çocuklarının dinden uzaklaştığını… Bu muhakkak ki inananların imtihanı… İşte burada dünyevîleşen, mazlumu-fakiri düşünmeyip her türlü kötülüğü rahatça yapan, ama dînî vecîbelerini de yerine getirerek kafa karıştıran ebeveynlerin, şekil müslümanlarının rolü çok… Görünürde ibadet edilen bir Allah olmakla birlikte gerçekte tapılan para, madde, makam, menfaat olunca; istedikleri kadar namaz kılsalar da çocukları üzerinde tesirleri olmuyor, hem de zulmet içindeki nurdan mahrum mânâ âlemleri, çocukları ifsâd ediyor. Rabbim, hepimize merhamet etsin.

Haz ve hız çağındayız. İstediklerini ânında elde eden bir nesil var. Teknoloji çok ilerledi ve gençler dinden-îmandan çıkaracak sitelere çok rahat ulaşıp kendi dînini iyice bilmeden, iyiyi öğrenmeden kötüyü öğrenince inançlarını kaybediyorlar. Okumalarına engel olarak da bu işin içinden çıkamayız.

Bu internet sitelerinde pompalanan “inançsızlık dîni”ne göre, “En büyük Tanrı, bilimdir. Evrenin kurulmuş bir düzeni-sistemi var; meleğe, peygambere, kitaba ihtiyaç yok! Bu sebeple evrenin yasaları değişmez, müdahale edilemez!”

Darwinci anlayışla determinist düşünüyorlar, Allâh’ın Peygamberi’nin getirdiği prensiplerini akla aykırı bulurken, akıl dininin peygamberleri Darwin, Paine’e, Nietzsche ve benzerlerine söz söyletmeyip, kayıtsız şartsız îman ediyorlar.

Her şeyi bir tarafa bırakalım; verdiği bir seminerde:

“-Keşke Kur’ân-ı Kerîm indirilmese idi, diyorum. İçindeki hükümlerle büyük bir kaos oluşturdu.” diyecek kadar pervasız din adına kendini salâhiyetli gören profesörlerimiz oldukça, Batı bize hiç düşmanlık yapmasın. İhtiyaç yok. Biz birbirimizi tüketebiliriz.

Bir diğeri, “deve idrarı” ile ilgili bir hadîs-i şerîfi gündeme getirerek tek bir hadis üzerinden bütün hadisleri hükümsüz saymaya kalkarsa… İki ilahiyat hocasından birinin ak dediğine, açık oturumda bir diğeri kara diyorsa… Birisi çıkıp:

“-Kur’ân tarihseldir, o dönem için inmiştir, birçok hükmü artık yürürlükten kalkmalıdır.” diyorsa, bu hezeyanların tatmin edici cevaplarından bîhaber gençler ne yapsın?

* * *

Bir de yerden mantar biter gibi biten, peş peşe açıklamalar yapan ateist dernekler var. Onlarca ateist imam olduğunu, ama toplum baskısından kendilerini gizlediklerini, onlarca çarşaflının kendileriyle aynı şekilde düşündüğünü söylüyorlar. BBC yayın organları, Allâh’a inanmayan, namazı, orucu, ibadeti hayatından çıkaran, sadece taktığı başörtüsünü de toplum baskısından çıkaramadığını ve kendisi gibi nice öğretmenler olduğunu söyleyen din kültürü öğretmenlerini haber yapıyorlar.

“-Odama günde onlarca tesettürlü kız gelip ateist olduğunu söylüyor.” diyor, bir diğer akademisyen…

“Kötüyü söylemeyin, alıcısı çok olur!” diye bir kâide vardır. Ne zaman ki intihar haberi yapılır, o dönem intiharlar artar. Şuurlu ya da şuursuz, doğruluğunu dahî öğrenemediğimiz bu ifadeler, durumu beyan etmek adına hayra mı öncülük ediyor, şerre mi… Akledenlerin takdirine bırakıyorum.

* * *

Şu bir gerçek ki, uçak düşerken kimse dinsiz değildir. Hiçbir ateist, ölüm ve ölümden sonrasını çözememiştir, bu büyük hüzün oluşturur. Ateist ya da deist olduklarını söyleyen gençlerin ortak duygu durumları ise bunalım… Aydınlandıklarını söylüyorlar, ama ciddî depresyondalar, çünkü çevrelerine yabancılaşıyorlar. Mutluluğu alt seviye olarak görüp, akıllı-şuurlu olmakla, aydınlanmış olmakla iftihar ediyorlar.

Ateistler de bilmektedir ki, Allah inancı yoksa, sadece sanat, bilim, edebiyat ile sağlıklı toplum oluşmuyor; kuru akılla konulmuş ahlâkî kâideler, ferdî ve ictimâî problemlere çözüm bulamıyor. Ne gönüldeki, ne insanî münasebetlerdeki ve ne de toplum yapısındaki boşlukları dolduramıyor. “Herkesin inanmaya ihtiyacı vardır!” deyip akla inanıyorlar, Alzheimer olan akıllarını nasıl geriye getireceklerini de bilemiyorlar. Aslında çok iyi biliyorlar, ağlatanın da güldürenin de Allah olduğunu… Ama bunu itiraf etmeyi, putlaştırdıkları akıllarının gururuna yediremiyorlar.

Dinle-diyanetle ilgilenmeyen modern insan, nefsânî arzularını ilâh edinmiş durumda… Hakikati öğrenmek, bilgi ve mânâ dünyalarını geliştirmek istemiyorlar; sadece güçlü olmak, daha fazla zengin olmak, daha yüksek makam-mevkî sahibi olmak istiyorlar.

 Haccac el-Esved der ki: Muaviye b. Kurra’yı şöyle derken dinledim:

“Allâh’ım, şüphe yok ki sâlihleri ıslah eden Sen’sin. Onlara itaatine uygun olan ameller işlemeyi Sen nasîb ettin ve bunun neticesinde de onlardan râzı oldun. Allâh’ım, onları nasıl ıslah ettiysen bizleri de ıslah eyle. İtaatine uygun amel etmeyi onlara nasıl nasîb edip de onlardan râzı olduysan, bize de Sana itaat ile amel etmeyi nasîb eyle ve bizden râzı ol.”

Vakit duâ vakti, seherlerde gözyaşı vakti, kalpleri çeviren Mevlâ’ya:

“-Bizim, evlâtlarımızın, inananların kalbini dînin üzere sabit kıl!” diye yalvarma vakti… Dînimizi lâyıkıyla öğrenip öğretme cehdine girdikten sonra, kalbî ve aklî melekeleri, Rabbin lütf u keremi ile nurlandırıp karanlıkları aydınlatmayı dert edinme vakti…

 

Not: Konuyu aktarırken bilerek Tanrı kavramını kullandım. Çünkü inandığım Allâh’ın ismini Batı’nın deist, ateist düşüncelerini aktarırken zikretmekten hayâ ettim.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle