Gönül İkliminden İnciler

NE KADAR YAKINSIN?

Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuştur:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Ashâb-ı kirâm, ömürleri boyunca Fahr-i Kâinat Efendimiz’in bu müjdeli sözüne sarılmış, ellerindeki en büyük sermâye ve yegâne teselli kaynağı olarak Allah Rasûlü’nün muhabbetini gönüllerinde ziyadeleştirmeye çalışmışlardır.

Onlar, Efendimiz’in şahsında, eşsiz bir zarâfet âbidesi gördüler. Engin bir şefkat ve merhamet ummânı olan müstesnâ bir gönül seyrettiler.

O Peygamberler İmâmı’na ümmet olabilmenin ne büyük bir şeref, O Gönüller Sultânı’na râm olabilmenin ne büyük bir lûtuf, O Rahmeten li’l-Âlemîn’e yakın olabilmenin, Allâh’a yakınlaştıran ne büyük bir vesîle olduğunu yakînen idrâk ettiler. Bu sebeple de ashâb-ı kirâmın her biri O’na ayrı bir hayranlık duydu. Her biri O’nu ayrı sevdi. “Kişi sevdiği ile beraberdir.” hadîsinin muhtevasına girebilmek ve bu dünyadaki beraberliklerini ebedî hayatta da devam ettirebilmek gâyesiyle, Rasûlullah Efendimiz’in her hâlini, bir gölgenin sahibine olan sadâkati nisbetinde taklit etmeye gayret gösterdiler.  

İbadeti, muâmelâtı, güzel ahlâkı O’ndan öğrendiler. İdrâk ettiler ki, bir gönül, câhiliye kalıntılarını kalbinden temizlemediği müddetçe, Rasûlullah Efendimiz’e ve dolayısıyla Hakk’a yakınlıkta mesafe katedemez. Kalp çirkin vasıflardan temizlenmeden, yani tezkiye olmadan, gönül bahçesi yeşeremez. Bir letâfet diyarı olan Cennet’e de, kalbî galatlarla, çirkin vasıflarla girilemez.

Rabbimiz, Fetih Sûresi’nin son âyetinde Rasûlullah r Efendimiz’in yanında bulunanların, yani O’nunla kalbî beraberliği temin etmiş olanların vasıflarını zikreder. İlk vasıf;

KÂFİRLERE KARŞI ÇETİN

Bir müslüman, Allâh’ın sevmediklerinden dâimâ uzak olacak. İslâm’dan hiçbir zaman tâviz vermeyecek. Nitekim ashâb-ı kirâm on üç senelik Mekke devrinde çok ağır zulümlere dûçâr oldu. İbadet yasaklandı. Kulluk yasaklandı. Fakat o müslümanlar büyük bir sabırla mukâvemet gösterdiler. Hiçbiri îmanlarından en ufak bir tâviz vermedi. 

Bugün de en mühim iş, akâidimizi koruyabilmek. İslâm mükemmeldir, mükemmelin kendi dûnundakilere bir ihtiyacı yoktur. Bir müslüman; şahsiyetiyle, karakteriyle, giyimi, kuşamı, âdâbı ve örfüyle İslâmî bir hayatın içinde olacak. Îmânın vakârını, İslâm’ın şahsiyet ve karakterini dâimâ muhafaza edecek.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de îmânını korumak için kendini fedâ edenleri bildirir. Firavun tarafından ağır bir işkence altında katledilen sihirbazları, zâlim Ashâb-ı Uhdûd’un ateş dolu hendeklerde yaktıkları mü’minleri, kavmi tarafından taşlanarak şehîd edilen Habîb-i Neccâr’ı bildirir.

İnsanın her uzvunda bir irâde vardır. İstediğin zaman gözünü açıp kapatabilirsin. Elini kaldırıp indirebilirsin. Ancak kalpte irâde yoktur. Kalp ya müsbete ya da menfîye döner. Bu sebeple îman kalpte iyice köklenmeli ki, bir tâviz olmasın. Amel-i sâlihlerle, ibadetle, muâmelatla, muâşeretle, güzel ahlâkla Rasûlullah r’in izini takip edeceğiz ki, îmânın kuvveti artacak, îmandan herhangi bir tâviz verilmeyecek. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir îman istiyor.

Rabbimiz bunun ehemmiyetini bizlere, namazın her rekâtında okuduğumuz:

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلّ۪ينَ

“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7) âyetiyle tekrar tekrar hatırlatıyor.

Hattâ Rasûlullah r Efendimiz, bir müslümanın ibadette dahî gayr-i müslimlere benzemesini yasaklıyor. Meselâ Muharrem ayının 10. günü yahudilerin de oruç tuttuklarını görünce, onlara benzememek için Muharrem’in 9-10 veya 10-11. günlerinin oruçlu geçirilmesini emir buyurmuştur.

Yine tek olarak cumartesi günü oruç tutmayı, yahudilere benzemek olacağından;

“Üzerinize farz olunan orucun dışında cumartesi günü oruç tutmayın.”[1]

“Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. Ben onlara muhâlefet etmek isterim.”[2] buyurmak sûretiyle mekruh kılmıştır.

Ezan husûsunda da boru çalınma teklifini yahudilerin, çan çalınmasını da hristiyanların âdeti olması dolayısıyla kabul etmemiştir.

Ashâb-ı kirâm da hayatları boyunca bu hassâsiyeti sergilediler. Meselâ Hudeybiye’de Hazret-i Osman t elçi olarak Mekke’ye gönderildiği zaman, müşrikler kendisine:

“–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” demişlerdi. Çünkü mevki sahibi akrabaları vardı. Fakat Hazret-i Osman:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde (ibadette bile) ben de yokum!..[3] buyurmak sûretiyle Allah Rasûlü’ne olan sadâkatini tescil etti.

Gerçek muhabbet, lâyıkına muhabbet yani Allâh’a ve sevdiklerine muhabbet; müstahakkına nefret yani Allah ve Rasûl’üne âsî olan herkesten uzaklaşmaktır. Bu bir îman alâmetidir.

En büyük gaflet, Efendimiz’i tanıyamamak, dolayısıyla O’ndan kalben uzak kalmaktır. Zira O’nu tanıyanın, O’ndan uzak kalması aslâ düşünülemez!

Bu dünyada Efendimiz’den habersiz yaşayanlar, definenin üzerinde ömür sürüp de açlık ve sefâlet içerisinde ölen bedbaht kimselere benzerler. Nitekim amcası olmasına rağmen, O Hidâyet Güneş’ine âmâ kesilerek şirk karanlıkları içinde helâk olan Ebû Leheb hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde karısı da (ateşe girecek).” (et-Tebbet, 1-5)

Peygamber Efendimiz’in yanında bulunanların bir diğer vasfı:

KENDİ ARALARINDA ÇOK MERHAMETLİ

Merhamet, bir mü’minin îmânını tescil eden bir alâmet-i fârikadır. Merhamet, îmânın ilk meyvesidir. Dolayısıyla bir mü’minin gönlü, merhamet ummânı olacak. Gönlünden rahmet taşıracak. Din kardeşine karşı yüzünden tebessüm aslâ eksik olmayacak.

Zâten “Allah” diyen bir kalbin, merhametten, muhabbetten, ikramdan, affetmekten nasipsiz olması düşünülemez. Öyle ki o, bütün mazlumların, mağdurların, yetimlerin, gariplerin, hayvanatın, velhâsıl bütün mahlûkatın kendisine zimmetli olduğu telâkkîsiyle yaşar. Bir müslüman nabzının bu hassâsiyetle atması lâzımdır.

Efendimiz’le kalben beraber olanların bir diğer vasfı:

ONLARI RÜKÛYA VARIRKEN, SECDE EDERKEN GÖRÜRSÜN

Namaz, Cenâb-ı Hak ile baş başa gerçekleşen bir mülâkat ve beraberliktir. Namaz, mü’minin mîrâcıdır. İlk farz olan ibadettir. Lâkin namaz, bir mecbûriyet savar gibi değil, kalp ve beden âhengi içinde kılınmalıdır. Rükû ve secdeler, bir rûhâniyet tevzî etmelidir. Huzur hâli vermelidir. Çünkü kul, namazla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacaktır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19)

Mesela bir muhârebede Hazret-i Ali’nin ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali t:

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.

Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorduğunda, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler. Zira Hazret-i Ali t’ın vücudu, namazın huşûu ve mânevî hazzı ile âdeta kendinden geçmiş, dünyadan tecerrüd etmişti...

Yine Peygamber Efendimiz’in bir sefer esnâsında nöbetçi bıraktığı Abbâd bin Bişr t namaza durmuştu. Düşman, ok atmaya başladı. Abbâd t kendisine ancak iki-üç ok isâbet ettikten sonra rükû ve secdeye varıp namazını tamamladı. Ardından da nöbetçi arkadaşı Hazret-i Ammâr’a haber verdi.

Ammar t:

“–İlk vurulduğunda niçin haber vermedin?” deyince Abbâd t namaza olan aşk ve şevkini, ibadetteki huşûunu gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ancak oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[4]

Bu misallerle kendimizi kıyâs edelim. Bizim namazlarımız nasıl? Kul, namazla Hakk’a yakınlaşır, böylece de fahşâ ve münkerden uzaklaşır. Bir bakıma namaz, yaşadığımız hayatın muhtevâsını gösteren bir röntgen gibidir. Kul, kendisini kılmış olduğu namazla mîzân edecek.

Bir başka vasıf:

ALLAH’TAN LÛTUF VE RIZÂ İSTERLER

Sağlam bir akâid ve gönle gıda olan ibadetlerle kalp öyle bir hâle gelecek ki, dâimâ Allâh’ın rızâsını arayacak. Yaptığı her işte gâyesi Allah olacak. Allâh’ın rızâsı olacak.

Ashâbın en büyük arzusu, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil etmek olmuştu. Gönüllerinde dünyevî ihtiraslar, nefsânî istekler silinmiş; yerini Allâh’ın muhabbet ve rızâsına nâil olma arzusu doldurmuştu. Sahâbî hanımları akşam eve gelen beylerine evvelâ çarşı-pazardan değil, Allah ve Rasûlü’nün yeni talimatlarından sorarlardı…

Bizler de etrafımıza dâimâ İslâm şahsiyet ve karakterini sergilemek sûretiyle Allâh’ın lûtuf ve rızâsına nâil olmaya çalışacağız. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının bazen büyük, bazen orta, bazen de küçük bir şeyde gizli olduğunu unutmayacağız. Gazabı için de aynı durumun geçerli olduğunu bileceğiz.

Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbedecek en ufak bir hayrı bile îfâya gayret gösterecek; -Allah muhâfaza buyursun- O’nun kahrını tecellî ettirecek en küçük bir yanlış hareketten de şiddetle kaçınacağız.

ONLARIN NİŞANLARI YÜZLERİNDEKİ SECDE İZİDİR

Yani Cenâb-ı Hak, emir ve nehiylerine itaat etmek sûretiyle kendisine yaklaşan kuluna ayrı bir haslet ve rûhâniyet verir. Sîret de dâimâ sûrete akseder. Yani sûretler, sîretlerin aynası mesabesindedir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir:

«Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.» Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir…” (el-Fetih, 29)

İslâm’ın inkişâfı, kâfirleri dâimâ kızdırmıştır. Meselâ niçin İslamofobi diyorlar, neden korkuyorlar? Çünkü İslâm’ı tanımıyorlar. Efendimiz’i tanımıyorlar. Tanısalar severler, cân u gönülden râm olurlar.

Efendimiz, on üç senelik Mekke Devri’nde, dâimâ zulme mâruz kaldı. On senelik Medîne Devri’nde de sayısız çilelerle karşılaştı. Lâkin O, ne kadar zulüm ve meşakkat altında olsa da her an îmânın güzelliklerini sergiledi:

P Tâif’te kendisini taşlayanların ebedî kurtuluşu için duâ etti.

P Hicret’te fedâkârlığı,

P Bedir’de muzafferiyeti Hak’tan bilip şükretmeyi,

P Uhud’da sabrı,

P Hendek’te açlık ve fakirliğe karşı sebat ve rızâyı,

P Hudeybiye’de firâseti,

P Hayber ve Huneyn sonrasında zenginliğin gerçek asâlet ve saâdeti olan cömertlik ve infak zirvelerini,

P Huneyn’de metâneti,

P Mekke Fethi’nde tevâzu ve affediciliği,

P Tebük’te şecâati sergiledi.

Hülâsa hayatının bütün safhalarında, üsve-i hasene / emsâlsiz bir örnek şahsiyet olarak, güzel ahlâkın müstesnâ misallerini sergiledi.

Bugün İslâm, Allâh’ın irâdesini kabul etmeyip nefsinin esiri olarak yaşamak arzusunda olanlara çok ağır geliyor. Onların imtihanı farklı, bizimki farklı…

Lâkin aslâ unutmayacağız ki, İslâmî gayretlere revaç verildiği zaman Cenâb-ı Hak, kullarına dâimâ ayrı bir bereket lûtfetmiştir. Ashâb-ı kirâm bunun en güzel misâlidir. Zira onların üstün gayretleriyle İslâm, dünyanın pek çok beldesine yayılmıştır.

Dolayısıyla günümüzde de müslümanların ve ehl-i Kur’ân’ın artmasına gayret göstermeli, bunun için de hâlimiz ve kālimizle tebliğ vazifesine çok ehemmiyet vermeliyiz. Nitekim Cenâb-ı Hak:

“…Allah onlardan îman edip sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir.” (el-Fetih, 29) buyurmak sûretiyle, İslâm’ın muzafferiyeti için gayret eden, ter döken, insan yetiştiren kimselere büyük mükâfatlar vereceğini müjdelemiştir.

Cenâb-ı Hak, her ne kadar zaman itibariyle uzak olsak da cümlemize, Efendimiz’e kalben yakın olabilmeyi ihsan buyursun. Zira esas olan, kalben beraber olabilmektir. Nitekim Peygamber r Efendimiz, Muaz bin Cebel’i Yemen’e vâli olarak gönderirken kendisine şu nasihatte bulunmuştu:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Yine Peygamber Efendimiz r;

“Benim ümmetim bereketli bir yağmur gibidir. Başı mı sonu mu (hayırlıdır) bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81)  buyuruyor.

Cenâb-ı Hak bizlere de gönülleri ihyâ eden bir rahmet damlası olabilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun... Havz kenarında Rasûlullah Efendimiz’e kavuşmayı nasîb eylesin.

Âmîn!..

  

SPOT:

t Peygamberler, dünyevî bir mîras bırakmazlar. Onlardan kalan asıl mîras, şahsiyet ve karakter sahibi yetişmiş insanlardır. Bugün bir anne-babanın da, evlâdına verebileceği en büyük hediye, güzel bir terbiyedir. Bırakacağı en güzel mîras da, İslâm şahsiyeti ve kimliğidir.

 

[1] İbn-i Mâce, Sıyam, 38.

[2] Nesâî, Sünen, Cum’a, 1.

[3] Ahmed, IV, 324.

[4] Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; Beyhakî, Delâil, III, 459; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle