Taksimata Razı Ol, Herşey Senin Hayrına

           İbn-i Mâce’nin rivâyetine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:

“Bir adam yetmiş sene iyi insanların yaptığı güzel ve hayırlı işler yapar; mîras hususunda adâletten sapıp zulmederse, hayatını işlerin en kötüsü ile noktalar ve cehenneme girer. Bir adam da yetmiş küsur sene kötü insanların fiillerini işler de miras hususunda adâleti gözetirse, ömrünü hayırlı bir şekilde noktalayıp, cennete gider.” (Ebû Dâvud; Tirmizî)

* * *

Karadeniz’de görev yaptım, orada kadınlar gerçekten mağdur idiler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olduğu gibi… Mirastan kadına pay verilmiyordu. Erkeği ön plana alıp da kadını kaşık düşmanı olarak gören bu sistem, “câhiliye dönemi” düşünce yapısı ile aynı olup zulümdür ve azâbı gerektirir. Kadınlar seslerini çıkaramazlar; çıkarırlarsa dışlanırlar, zora düştükleri zaman ellerinden tutan olmayacağı korkusu da bu durumu tetikler.

Kişi vefat ettikten üç gün sonra miras paylaşılmalıdır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Câfer bin Ebû Tâlib -radıyallâhu anh-’ın hanımına:

“-Yas üç gündür; kendini topla ve hayatına kaldığın yerden devam et!..” buyurmuşlardır.

Bazı kadınlar vardır; eşleri vefat ettikten sonra miras paylaştırmaz. Sebebi de:

“-Sadece bir ev bıraktı. Onu da paylaştıracak olursam, benim sonum ne olacak?” düşüncesidir.

Bu düşünce, Allâh’a îmânın ve tevekkülün çok zayıf olduğunu gösterir. Kişi kendi hayatını Allâh’ın emirlerine muhalif davranarak garanti altına alabilir mi? Miras paylaştırmayınca hayatının huzurunu garanti altına alabilir mi? Kişinin saadeti, Allâh’ın elindedir. Mutluluk da rızık gibi Cenâb-ı Hakk’ın takdiri kadardır.

Dinimiz çocuğu olmayan kadınlara, eşinin bıraktığı mirasın “dörtte birini” veriyor. Eğer çocuğu var ise, eşinin bıraktığı mirasın “sekizde birini” alıyor. Bu biraz küçük bir rakam gibi geliyor. Ve kadınlar “az miras” ile âkıbetlerinin ne olacağını bilemeyip, kendilerini garantiye almak için miras paylaştırmaya yanaşmıyorlar. Eşi vefat ettikten sonra mirası paylaştırtmıyor; hem de vârislerin hakkı olan evde evlâtlarına kira ödemeden, gasp gibi büyük bir kul hakkı ile hayatına devam ediyor. Miras talep eden evlâdını, hakkını helâl etmemekle tehdit etse de böyle bir hakkı olmadığı için boşuna tehdit ediyor. “Allâh’ın hakkı” bu mirasın paylaşılması yönünde iken Allâh’ın hakkı yanında, kulun hatırına bakılır mı? Bakılmaz.

Evlâtlar mal paylaşmak isteseler, hayırsız evlât konumuna düşerler mi? Hayır, düşmezler. İhtiyaç sahibi analarına bakmazlarsa, işte o zaman Allâh’ın kahrını üzerlerine çekmiş olurlar.

Günümüzde kadın, evlâdına kendi dünyaya getirdiği, kendi büyüttüğü hâlde güvenmiyor. Evlâdının dünyevî bütün ihtiyaçlarını karşılayıp, dünyalık evlât yetiştirip âhireti düşünmediği için, uhrevî endişesi olmayan evlât da ana-babasını mağdur ediyor. Burada kadın, kocasının mirasını paylaştırmamakla bir kul hakkına girerken, evlâtlarına Allâh’ın hak ve hudutlarını öğretmemekle de ikinci kez kul hakkına giriyor. Evlât, malını aldıktan sonra desin ki:

“-Anacığım sana helâl olsun; buyur, kendi evin gibi otur.”

Oh! Allah selâmet versin. Hem Allâh’ın emrini yerine getirerek günahtan kurtulduk. Hem de evlâtlarımızın takdir ve teveccühünü kazanarak mesrur olduk.

Diyelim ki, kadın evlâtlarına kocasından kalan mirası paylaştırdı, ama evlatları kadıncağızı çok mağdur ettiler. Ben böylesini pek görmedim. Haksız yere mal kaçırıp da âhir vaktinde mağdur olanını çok gördüm. Evlatları arasında haksızlık yapıp da mallarını yedirttiği evlâtları tarafından itilip kakılanı da çok gördüm. Allâh’ın “el-Adl” ismi, miras hususunda o kadar çok devreye giriyor ki, kula “Allâhu Ekber!” demek düşüyor.

“-Ben başkasının malını yedim de faydasını gördüm!” diyen varsa buyursun!

Öyle biri yoktur. Allah Teâlâ’nın “el-Adl” ismine iftira olur. Dünyevî ceza da görürler; uhrevî de… Hemen mi? Hayır… Sabret ve seyret. Acele etme... Yavaş yavaş… Sen Allâh’a güven, ne bedduâ et, ne de orada burada çeneni yor. Adaletin nasıl zuhûr ettiğini hayranlıkla seyredeceksin.

“-Ama ben de mağduriyetten öldüm!.” dersen, derim ki:

“-O mal olmasa idi ne yapacaktık?”

Hiçbir şey!.. Hayatımız aynı şekilde devam edecekti. Gelen mal benim rızkımı değiştirmeyecek. Rızkım zaten takdir edilmişti.

Eski zamanlarda kadınlar, oğullarının yanında kalır; evlâtları tarafından bakılır, öylece vefat ederlerdi. Kıymetli idiler. O kadınların ne maaşları vardı, ne de büyük mirasları; ama evlâtlarının başının tacı idiler. Ağızları duâlı, elleri bereketli idi çünkü… İffetli kadınlardı ve Allah sevdiği kulunu aslâ zâyî etmez.

Şimdi öyle değil. Evlâtlarımızı o kadar çok haz peşinde yetiştirdik ki, şunu bilemedik; zevklerine, istek ve arzularına engel olan her şeyi etraflarından kaldıran evlât, bir gün anne ve babasını da büyük bir yük olarak görecek ve istemeyecek!..

Miras hususu, Cenâb-ı Hakk’ın en hassas olduğu hususlardan biridir.

Bazı anne ve babalar; ölmeden herkesin malını paylaştırma derdine düşerler. Bu ileride büyük sıkıntılara sebep olur. Evlâtlara âdil bir şekilde sadaka verip destek olmak, ölmeden miras paylaştırmaktan daha hayırlıdır. Malını alan evlâdın vefat ettiğini, eşinin de o mal ile evlendiğini, çocukların çok mağdur olduğunu da gördüm. Evlâdının vefat ettiğini, gelin ya da damadının eşlerinden kendilerine düşen mal ile evlendiklerini ya da evlâtlarını zor durumda bıraktıklarını da gördüm. Kim öle, kim kala…

Bazı ana-babalar da:

“-Sen şurayı al, sen burayı al.” diye evlâtlarına talimat verir, vasiyet ederler.

Bu genelde çok sevdikleri bir evlâtları var ise, onu diğerlerinden korumak içindir. Bunlar, gereksiz gayretlerdir. Evlâtlarımızın sahibi biz değiliz. Herkesin sahibi Allah ve:

“Vârise vasiyet edilmez!” (Ebû Dâvud, Vesâyâ, 6; Tirmizî, Vesâyâ, 5) hadîs-i şerîfine muhâlif davranmış oluruz.

* * *

Evlenip hiç evlâdı olmayan bazı kadınlar, eşi vefat ettikten sonra çok az miras alacağı ve mal, eşinin akrabalarına kalacağı için en yakın akrabasının, genelde de kardeşinin evladını evlatlık edinirler. Kendisini çok akıllı zanneden ve tuzak kuran bu hanımlar, Cenâb-ı Hakk’ın, “…Tuzak kuranların/tuzağı boşa çıkartanların en hayırlısının kendisi olduğu” (Bkz: el-Enfâl, 30; Âl-i İmrân, 54) âyetlerini yok farz ederler.

Hanımın biri, bir soru sormuştu:

“-Çocuğum olmadı, mirasımın eşime kalmasını da istemiyorum. Mallarımı yeğenimle anlaşıp onun üzerine yapacağım. Ölünceye kadar ben tasarruf hakkına sahip olacağım, öldükten sonra da onun olacak. Bana çocuğu olmadığı hâlde yalan söyledi, yıllarca onun yüzünden çocuk sahibi olamadık. Malımın ona ve ondan da, bana hiç faydası olmayan akrabalarına kalmasını istemiyorum. Bütün bu mallarım, bana âilemden ve kendi çalışmalarımdan kaldı. Bana zarardan başka faydası dokunmayan adamı, malımla zengin etmek istemiyorum.”

Cenâb-ı Hakk’ın işini üstlenmek, gereksiz şeyleri düşünmek, bizim sadece acımızı artırır. İnsan, peşinci ve garantici olmayı çok ister; bu îmâna muhalif bir hâldir. Evdeki hesap çoğu zaman çarşıya uymaz. Ben öldükten sonra malımın eşimin akrabaları tarafından kullanılması bana dert olur mu ki? Ölmüşüm nihayetinde, derdim büyük zaten... Bu bir de Cenâb-ı Hakk’ın takdirine hatâ izâfe etme mânâsına geliyor. Yani:

“-Allâh’ım hiç kusura bakma! Sen böyle emretmişsin, ama -hâşâ- çok da mâkul davranmamışsın. Bu benim hayrıma değil!..” demek gibi…

Hanıma şunu söylemiştim:

“-Ya mal verdiğin yeğenin ölüverir de evlâtları da: «Annemizin malını paylaşacağız. Sizin anlaşmanız bizi ilgilendirmez!» derlerse, ne yapacaksın? Ya beş kuruşa muhtaç ederlerse seni… Varken bir anda yok oluverirse ne edeceksin? Kimin önce ölüp, kimin kalacağına dair levh-i mahfuzla haberleşme imkânın mı var?”

Bilinmez nice şeyin içinde kula düşen, Allâh’a dayanmaktır. Sen vazifeni yap, ne süreci düşün, ne sonucu… Süreçte senin istediğin gibi değil, Rabbin takdir ettiği gibi oluşur sonuçta…

Kuluz; ilmimiz nedir ki, akıl yürütürüz. Kuluz ne kadar “habîr” (her şeyden haberdar), ne kadar “basîr” (her şeyi bütün ayrıntılarıyla gören), ne kadar “latîf” (her şeyin derinliğine nüfuz edecek kadar vâkıf) birisiyiz de mallarımızın taksîmâtında mutlak söz sahibi olduğumuzu sanırız. Zaten malın da, mülkün de sahibi biz değiliz. Bize düşen, akıl yürütmeden tam bir teslimiyetle emirlere riâyet etmek; tevekkül etmek, adâlet ve âkıbeti Allah’tan beklemektir.

Evlâdı olmayan bir kişi, sadece “malının üçte birini” vasiyet edebilir. Kalan kısmı “vârislerin hakkı”dır; istesek de, istemesek de… Çocuğu olmayan bir hanım, bütün mallarını vakfetmeye kalkmıştı. Hiç faydalarını görmediği yeğenlerinin mirasını almalarını istemiyordu. Vakfettiği kişilerin kendisine hayır duâ edeceklerini, böylece daha faydalı bir iş yapmış olacağını söylüyordu.

Burada dikkat etmemiz gereken şey:

“Allâh’ın rızâsı, kulların duâsına terk edilir mi?”

Kimin rızâsı mühimdir; kulların mı, Cenâb-ı Hakk’ın mı? “Hakk’ın hatırı âlîdir, gayriye bakılmaz!.” sözü, ne büyük bir sözdür. Vefâsız akraba, hesabını Allâh’a versin. Neden ben onun yüzünden kendimi bir öfke ve hırsın kurbanı olarak ateşe atayım.

Hanım vefat etti. Mirası yeğenlerine kaldı. Yeğenlerinin birinin oğlu, onun mirası ile okudu; hep duâ eder, ardından Kur’ân okurdu. Bu hanım iki kez kazandı. Birincisi, Allâh’ın rızâsını aldı. İkincisi peşinden duâ eden: “Allah râzı olsun!” diyen bir akraba bıraktı.

“-Benim malımdan kardeşlerime ne? Kime ne istersem onu veririm!..” deme lüksümüz yok!. Çünkü vârisler, Kur’ân’da belirlenmiştir ve o kişiler hak sahibidirler; beğensek de, beğenmesek de…

* * *

Temsil ve dayanışma, mecbûrîlik, yakınlık, ihtiyaç, âdil dağıtım konuları; İslâm miras hukukunun dayandığı prensiplerdir. Miras hukukunda vefat eden kişinin kız evlâtları, hanımı ve annesinin aldığı miras, yakınlık ve ihtiyaç prensibine göre belirlenir.

Vefat eden kişinin annesi sağsa, malının altıda bir hissesini, kız ve erkek evlatları varsa kızlar tek, erkek evlâtlar iki hisse, hanımı sağ ise o da eşinin malının sekizde birini alır. (Bkz: en-Nisâ, 11, 12, 176)

Şimdi “Haksızlık bu!” yaygaraları burada başlar. İnsanlar başlar akıl yürütmeye:

“-Biz şeriat kanunları ile yönetilmiyoruz; neden İslâm hukûkuna göre miras paylaşalım ki?”

Cevap: Neyle yönetilirsen yönetil; miras mevzusu, Kur’ân da “Allâh’ın hakkı” olarak belirlenmiştir. Uygulanması devlete değil, îmanlı vicdanlara endeksli olarak yürütülür. Mal ve mülkün sahibi kişinin kendisi gibi görünse de esas sahibi Cenâb-ı Hak’tır ve mülkünde nasıl tasarruf etmek istediğini Kur’ân da bildirmiştir.

* * *

“Erkek evlât çok alıyor, ama dînen vazifelerini yerine getirmiyor.”

“Erkek, eşine mehir verip, evlenirken bütün çeyizleri kendisi yapmıyor!”

“Savaşlar artık teknoloji ile yapılıyor. Erkeğin gücüne ihtiyaç bile kalmadı, kadın da asker olabiliyor.”

“Kadının nafakası, sadece erkeğe aitken bugün kadın kendi nafakasını kendisi kazanıyor.”

“Dînî olarak bedenî zarar tazminâtı olan diyeti ödemiyor.”

“Dul olsun, bekâr olsun kız kardeşinin, kızının, annesinin ihtiyaçlarını karşılamak sırası ile baba, oğul ve erkek kardeşin yükümlülüğü altında değil artık!. Hele evlendikten sonra erkek iyice el (yabancı) oluyor…” deniyor.

Burada suçlu din midir, dînin îcaplarına göre yetiştirilmemiş erkek evlât ve anne-baba mıdır? Toplumun dinden bîhaber yaşayıp fıtratına yabancılaşıp, nefsini ilâh edinmesi, -hâşâ- Allâh’ın suçu mudur ki, hem vazifemizi hakkıyla yapmayıp hem de küstahça kafa tutuyoruz?

* * *

Allah şâhit ki, özellikle bu hususlardaki vazifelerine yerine getirmeyen erkeklerin âhirette hesabı çok ağır olacaktır. Buna rağmen Allâh’ın hükmü ile amel etmeyip de günün şartlarına göre miras paylaşmaya kalkanların da âhirette hesabı ağır olacaktır. Nisâ Sûresi 13. âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Bunlar Allâh’ın hudutlarıdır. Nitekim kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onların içinde sonsuz kalıcıdırlar. İşte bu muazzam kazançtır.”

Nisa Sûresi, 14. âyet-i kerîmede ise:

“Kim de Allâh’a ve Rasûlü’ne isyan ederse ve O’nun hudutlarını aşarsa, onu bir ateşe sokar ki, orada sonsuz kalıcıdırlar. Hem onun için alçaltıcı bir azap vardır.” buyurmaktadır.

* * *

“-Bugün kadın evinin bütün maddî ihtiyaçlarına destek oluyor ve âilesinin nafakasını sağlıyor. İslâm’ın ilk yıllarındaki şartlar yerine gelmediği için mirastaki bu taksimat kadını çok mağdur ediyor, yeniden çağın şartlarına göre bir değerlendirme yapılmalı!” sözlerini çok işitiyoruz.

Evet, kadın da çalışıyor. Kadının çalışması, dînin yüklediği bir mecburiyet değil; kendisi ve eşinin tercihi!.. Bu durumdan dîni mes’ul tutup da haksızlık çığırtkanlığı yapmak, adaletsizlik olur.

İnsanların ihtiyaçlarının çok daha ötesinde, istek ve arzuları doğrultusunda harcamalar yapmasından da din sorumlu değildir. Din, israftan öte önce ihtiyaç ve zarurî giderler sıralaması yaparken; keyfî istekleri aslî ihtiyacın önüne almak, dînin değil, israfı çok seven, hesabını bilmeyen kişilerin sorumluluğundadır.

Dinden uzaklaşıp da meydana gelen yeni problemlere dînin emirlerinden farklı çözümler bulmaya çalışmak, hem fıtratı zorlamak, hem de Rabbimizin sınırlarını değiştirmeye çalışmak olur ki, bu hem çok büyük bir cezayı gerektirir, hem de fıtratı bozmak mânâsına gelir.

Dînimizde öyle emirler vardır ki, yerine getirildiği zaman bire bin alırsınız. Oruç gibi… Sadaka gibi... Zekât gibi… Ne kadar çok verirsek, bereketi o kadar çok olur. Miras da aynen öyledir. Haklara riâyet edilip Allâh’ın emri harfi harfine gönül rızası ile yerine getirilirse, bir lira bin lira olur. İtaat edilmez de hırsa yakalanılırsa, para pul olur. Büyük imtihanlar ve âkıbet Cehennem gibi kötü bir yer olur.

* * *

Rızık, Allâh’ın fiilî sıfatlarından olup, herkesin kolunu büküp bütün mirası alsak da bizim için takdir edilen rızkın üstüne çıkamayız. Takdir edilenden daha çok yiyip içemeyiz…

Biz mirası az kabul edip “bir artı bir, iki eder” diye düşünüp:

“-Neden bin artı bini istemeyelim!” deriz.

Buraya kadar bizim irademiz devrededir. Ama bir artı biri, iki binden büyük; bin artı bini de sıfır yapma kudretine sahip bir ilâhî kudretten haberdar değiliz. Rahmet ve bereket konusu, aklın anlayabileceği bir mevzu değildir. Miras hukukunda çok daha farklı ilâhî kanunlar işler.

* * *

Kız evlâdın İslâm dîninde mâlî yükümlülüğü yoktur. Kocasının verdiği mehir kendisinindir; istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Kendisine kalan mirası da eşine vermek zorunda değildir. Geçimi, kocasının üstünde olduğu için servetini artırır, eksiltmez.

Bugün ihtiyaç dengesi kullar tarafından bozulmuş olup, kadın kaldıramayacağı yükün altına girmiştir, büyük zulüm işlenmektedir.

* * *

Mirasta, hırstan çok, Allâh’ın emir ve rızâsı gözetilmeli ki, yaşantımız huzur, sükûnet ve sâlih amel ile geçsin. Taksimi yapan Allah ise, hüküm verilmiş ve boşluk bırakılmamışsa kula teslîmiyet yakışır. Hem de itirazsız bir teslîmiyet…

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle