Sosyal Ve Ekonomik Denge

Kadın, insanlık var olduğu tarihten itibaren dâimâ kocasının yanında, onun en büyük destekçisi olduğu hâlde maalesef hep eksik görülmüş ve horlanmıştır. Meselâ eski Çin’de kadın insan yerine konulmadığı için isim dahî verilmemiştir. Romalılarda kadının mülkiyet hakkı yoktur ve kazandığı her şey, âile reisine âittir.

Roma hukukunda kadın, sıradan bir köle sayılırdı. Vatandaşlık hakkı yoktu ve ona bir ev eşyası gibi bakılırdı. Yahudilere göre kadın; hizmetçi idi ve babası tarafından satılabilirdi. Hatta kadın “lânetli” kabul edildiği için dışlanırdı. Yine eski Yahudi hukukunda kadının bütün malı kocasına âitti ve kocası, kadının sahibi ve efendisi sayılmakta idi.

Hıristiyanlıkta kadın, bütün kötülüklerin kaynağı olarak kabul edilirdi. Kadın, rûhî melekeleri olmayan bir cisimden ibaretti. Bu yüzden ateşten kurtulabilecek bir rûha sahip değildi. Kadınlardan sadece Hazret-i Îsâ’nın annesi Hazret-i Meryem’in ateşten kurtulacağına inanılırdı.

İslâmiyet’ten önce Araplarda ise, kız çocukları utanç vesîlesi görülerek diri diri toprağa gömülürdü. Kadınlar mirastan mahrumdu. Evlilikte seçme hakkı yoktu, zorla evlendirilirdi. Bir adam ölüp geriye birkaç kadın bıraktığı zaman onun en büyük oğlu, öz annesi hâriç, babasının öbür hanımlarıyla evlenebilirdi.

Bütün bunlardan sonra toplumun annesi olan kadın, İslâm Dîni ile birlikte değer ve îtibar gördü. Şahsiyet kazandı ve hakları olduğu bildirildi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“Sizin en hayırlı olanınız, âile fertlerine karşı hayırlı olandır. Âilesine en hayırlı olanınız ise benim.” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895; İbn-i Mâce, Nikâh, 50)

“Her kim üç kız çocuğunu himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirse o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvud, Edeb, 121) buyurarak kadınlara sevgi ve saygı gösterilmesini öğretti. Bu prensipleri, teoride bırakmadı ve önce kendi âilesinde, kızlarına karşı uyguladı. Kız çocukları dünyaya geldiğinde, onlar için sevindi, kurban kestirdi. Kız çocuklarını kucağına aldı, sevdi, onlarla şakalaştı. Kızlarından birisi geldiğinde ayağa kalkıp hürmet gösterdi, yüzünden gözünden öptü.

* * *

Allah hem kadını, hem erkeği, en güzel yaratılışla yaratmış ve hiçbir ayırım yapmadan onları en şerefli varlıklar olarak tasvir etmiştir. Bununla birlikte neslin devamı ve terbiyesi için kadına ayrı bir önem vermiş ve onların ayaklarının altına cennetleri serecek derecede ona ihtiram gösterilmesini emretmiştir. O, sadece bir anne değildir. Allâh’ın emâneti, nâzik ve latîf bir ruhtur. Çabuk incinir, incitilmemelidir. O, hoyrat bakışlara, soğuk rüzgârların estiği sokakların acımasız vicdanına bırakılmamalıdır. Baba, koca, evlât ve kardeşler; kızlara, kadınlara îtina göstermeli, onların ihtiyaç ve isteklerine mümkün mertebe yardımcı olmalıdır.

* * *

İslâm, kadını öncelikle “saygıdeğer bir insan” mevkiine koymuş, onun ihtiyaçlarını temin etme vazifesini ilk plânda en yakın akrabalarına yüklemiştir. Bu, kadının hayattan ve ekonomik imkânlardan el çektirilmesi demek değildir. Aksine kadın, doğduğu andan itibaren kendi mülkünün sahibidir. O da malını istediği gibi çoğaltıp tasarruf etme yetkisine sahiptir. Âile kurmak ve geçindirmek noktasında bir sorumluluğu ve yükü bulunmadığı gibi, hem sahip olduğunu devam ettirme ve hem de mehir, hediye, ticaret ve miras vb. gibi yollarla servetini artırma imkânına sahiptir.

Böyle bir durumda kadın, âile içi hiçbir harcama yapma mecburiyetine katlanmazken, erkek hem âilesini geçindirme, hem de yakın akrabaları olan çocuk, yaşlı, kız ve kadınlara bakma sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Bu sayede kadın, sahip olduğu ve kendi imkânlarıyla artırdığı mallarla gittikçe artan bir maddî güce kavuşmakta, erkek ise büyük bir yük altında ezilmeye başlamaktadır. Bu da nihayet bir dengesizliğin meydana gelmesi, âilenin ve toplumun kargaşa ve huzursuzluğa sürüklenmesi demektir.

İslâm Dini, koymuş olduğu esaslar bir bütün hâlinde uygulandığında tam bir denge dînidir. İşte kadın ve erkek arasında, zamanla oluşabilecek bu dengesizliği önlemek için “miras paylaşımında” bir fark koymuştur. O da mirasta kadının bir hisse almasına karşılık, erkeğin iki hisse almasıdır.

Günümüzde İslâm hakkında bilgili-bilgisiz pek çok kimse konuşmaktadır. Bu konuşanların bir kısmı sâfiyâne bir şekilde, bir kısmı da art niyetle İslâm’ın kadınların haklarını gasbettiğini, bunun örneğinin de “mirasta kadının payının, erkeğin yarısı kadar olduğunu” söylerler.

Yukarıda sebeplerini kısaca anlattığımız İslâmî miras taksimâtı, tarih boyunca bazı kişiler tarafından maalesef kadınların aleyhine kullanılmış, hattâ İslâm’ın verdiği hak kadar bile kadınlara miras hakkı tanınmamıştır. Kadını zayıf gören, onun bilgisizliğinden veya çaresizliğinden faydalanarak ona zulmeden böyle bir anlayış, dîne dayanamaz, dinden kaynaklanamaz. Aksine bu, dîne karşı yapılan bir saldırı demektir. Çünkü İslâm, bu câhiliye düşüncesiyle savaşarak bugünlere gelmiştir.

* * *

Mîras bir haktır. Rabbimiz, kadın ve erkeğin, hattâ çeşitli akrabaların mirastan pay almasını birçok âyet-i kerîmede belli ölçülere bağlamıştır. Çeşitli sebeplerle o miras sahiplerini bundan mahrum etmek, büyük bir kul hakkı ve âhiret vebâlidir.

* * *

Câhiliye döneminde kadına mirastan hiçbir hak verilmediği gibi, ölen bir kimsenin geride bırakmış olduğu hanımı ve kız çocukları da bu mirastan pay alamazlar; erkek çocuk olmadığı veya küçük olduğu zamanlarda, çocukların amcası vb. akrabası, kalan mirasın hepsine el koyardı.

Bu durum, en canlı şekliyle Uhud Savaşı akabinde de yaşanmıştır. Sa’d bin Rebî’nin hanımı, iki kızının ellerinden tutarak Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş, eşinin şehid olduğunu, geride kalan bütün mallarına amcalarının “miras” diye el koyduğunu, kendisine ve çocuklarına hiçbir şey kalmadığını anlatmıştır. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bu câhiliye âdetinin de Allah tarafından kaldırılacağını umduğunu ifade etmiş, kadını tesellî ederek uğurlamıştır. Onlar daha mescidden ayrılmadan Nisâ Sûresi’nin 11 ve 12. âyet-i kerîmeleri nâzil olmuştur:

“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (mîras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa, yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah, ilim ve hikmet sahibidir.” (en-Nisâ, 11)

“Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin, eğer çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocuğunuz yoksa, sizin de, yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (zevcelerinizindir). Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, ana-babası ve çocukları bulunmadığı hâlde (kelâle[1] şeklinde) malı mîraçılara kalırsa ve bir erkek yahut bir kızkardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın (yapılacak)tır. Bunlar, Allah’tan size vasiyettir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, halîmdir.” (en-Nisâ, 12)

Yaratılmış bütün canlıların haklarını koruyan ve hiçbir yaratılanı mağdur etmeyen İslâm Dîni, kadını ve çocukları “mirastan mahrum olma” gibi bir mağduriyetten kurtarmış, ancak sosyal dengeyi muhafaza etmek için de “ikiye bir” ölçeğindeki malla kadınlara hak tanımıştır.

Aynı şekilde İslâm Dîni, âilenin sağlık ve selâmeti; neslin emniyet ve güveni için erkeği, ailenin geçimi ve korumasıyla görevlendirmiş, onu “kavvâm: idareci” yapmış; kadını ise çocukların eğitim ve terbiyesi, evin îmar ve tanziminden sorumlu tutmuş, ona da “mürebbî: eğitimci” rolü vermiştir. Evin ve akrabaların bütün maddî yükü erkeğin sırtında olduğu için de onun yüküne destek olması açısından mirasta erkeğe farklı bir pay verilmiştir.

* * *

Günümüzde modernizmin getirdiği ağır ekonomik şartlar, kadınları da iş hayatına sevk etmiş ve erkekle kadın aynı ölçüde çalışmak durumunda kalmıştır. Hattâ bu durum boşanmaları da artırmış ve kadın, tek başına hem kendisine, hem de çocuklarına bakmak zorunda kalmıştır. Erkekler, kendi çocuklarına ve kız kardeş, anne vb. akrabalarına bakmayı bırakınca, kadınlar da kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmışlardır. Bu da âyet-i kerîmelerde bildirilen sınırların aşılmasına, haksızlıklara sebep olmuştur.

Türkiye’de geçerli olan Medenî Kanuna göre, kadın ve erkek, mirastan eşit pay alır. Fakat bu hüküm de, Anadolu’nun pek çok yerinde kâğıt üzerinde kalmaktadır. Bazı bölgelerde kadın, hiçbir şekilde mirastan pay alamazken, bazı yerlerde de kadının kendi mal ve mülkü, çeşitli yollarla onun elinden alınmakta ve büyük haksızlıklar yapılmaktadır.

Netice itibariyle, Allah’tan korkmayan insandan korkmak gerekir. Hak-hukuk tanımayan insanlar, tarihin her döneminde, hattâ modern asırda bile câhiliye âdet ve anlayışlarını devam ettirebilmektedirler. Kadını hor ve hakir gören, ona her türlü bahaneyle şiddet uygulayan, onun şahsiyet ve kimliğini hiçe sayan bir insandan; “mirastaki payını gözetmesi” beklenemez.

Bizim, anne-babalar olarak, Allâh’ı bilen, Allâh’ı seven ve O’nun sınırlarına riâyet ederek takvâ üzere yaşayan nesillere ihtiyacımız var. Böyle kimseler, hem kadınların değerini bilir, onların haklarına saygı duyarlar; hem de toplumdaki ilâhî âhenk ve dengeyi bozacak her türlü tutum ve davranıştan uzak dururlar.

Mâdem insanlar farklı şekillerde yaratılmıştır; onların fıtratlarını koruyacak, zulümden ve haksızlıktan uzak duracak; fıtrata göre yaşayacak âile ve toplum modelleri oluşturmamız gerekir. İnsanı “insan” yapan bu anlayış ne kadar hâkim olursa, o nisbette herkes mutlu ve huzurlu olur. Her hak sahibi hakkını alır. İnsan, insanlıktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar zulüm, kan ve gözyaşı olur.

 

[1] Kelâle şeklinde, malı yan hısımlarına kalan kimselerin paylarını açıklayan kısımda geçen erkek kardeş ve kız kardeşten maksat, ana bir kardeşlerdir. Öz kardeşlerin durumu, sûrenin sonunda açıklanmıştır.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle