Su Kasîdesi Şerhi

Su Kasîdesi…

Hazret-i Peygamber’e âşık gönüllerin hiç dinmeyen seli ve O’nu görmeye hasret gözlerin coşkun çağlayanı...

Yazıldığı günden beri Hazret-i Peygamber aşkının gürül gürül aktığı mısraların oluşturduğu bir muhteşem kasîde…

Her damlası, bir muhabbet deryası olan bu kasideyi, şekil ve muhteva özellikleri itibarıyla bütünüyle ele alsak, herhalde mısra sayısı kadar ciltler ortaya çıkar. Böyle çalışmanın ilk satırları olmaya namzet bazı beyitleri incelesek bile nokta koyamayacağımız bir aşk ırmağının ortasında buluruz kendimizi…

O ırmak, kimbilir hangi deryalara götürür bizi... Bu deryalar ki, gönüldeki sevda ateşinden doğmuştur. Dolayısıyla onun damlaları da âteşîndir. Yani adı gözyaşıdır belki, fakat yürekte alev alev yanan aşk ateşini söndürücü değil, bilâkis daha da tutuşturucu bir vasıftadır. Bunun için Fuzûlî, Su Kasîdesi’ne, bu gerçeğe vurgu yaparak başlar:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su

Kim bu denlû dutuşan odlâre kılmaz çâre su

“Ey göz! Gönlümdeki (şu alev alev yanan) ateşlere, gözyaşından (boşuna) su dökme! Çünkü bu derecede tutuşmuş olan ateşlere artık su da çâre değildir.”

Çünkü, o sular da artık aşk ateşinin birer yalazı gibi olmuştur. Fakat âşık yine de hasretinden ağlamaktadır tabiî ki... Ağlamaktadır, ama döktüğü yaşlardan medet ummamaktadır. Zira onun aşkının çaresi ve devası, gözyaşı değil, ancak vuslattır. Vuslat arzusunu da kavuşmaktan başka hiçbir şey tesellî ve teskin edemez. Hele bu aşk ve vuslat iştiyakının sebebi Hazret-i Peygamber ise… O zaman âşık elbette ki, mum gibi değil, güneş gibi hiç sönmeden yanacaktır. Fuzulî’nin henüz kasîde başında gözlerini bu hususta ikaz etmesi bundandır.

Çünkü;

Peygamber sevgisi, öyle bir sevgidir ki, onun kökü, îmânın yüce toprağına ekilmiştir… Öyle bir sevgidir ki, ezelî ve ebedî muhabbetin yegâne kıvılcımıdır. Öyle bir sevgidir ki, onun kaynağı bizzat Allah’tır.

İşte Fuzûlî, Hazret-i Peygamber’e böyle bir sevgi ve aşk hâlindedir. O’na ümmet olma şerefinin zevki ile dolu bir iştiyâk içindedir. Bu sebeple şâirde aşk ateşi ile hasret ateşi bir araya gelmiş ve gönlündeki yangın büyüdükçe büyümüştür. Nihayet, suların bile söndüremeyeceği bir hâle bürünmüştür. Zaten Su Kasîdesi’nin de mısra mısra derya gibi, hem de kavurucu ve yakıcı bir vasıfta damlamasının kaynağı da şâirin bu hâli olmuştur.

Gerçekten ateş, eğer iyice büyümüş ve yakıcılığı da son raddeye varmış ise, artık su, onu söndüremez. Bilakis daha da alevlendirir. Çünkü suyun yapısı da iki hidrojen bir oksijen olması itibarıyla tamamen yanıcı bir özellik taşır. Suyun nasıl yandığını, birtakım deniz kazaları neticesinde meydana gelen büyük yangınlarda daha net bir şekilde herkes müşâhede etmiştir. Zaten amansız hâle gelmiş yangınların su ile söndürülmeye kalkışılmaması da, bundandır.

Bu maddî gerçeklerin mânevî iklimde tecellî etmiş misalleri de yok değil!.. Hatta onlar, çok daha kuvvetli… Böyle bir kıyasta maddî ateş, mânevî ateşin yanında âdetâ sönük bir mum gibi kalır.

Hem Su Kasîdesi’nin ilk beytiyle alâkalı olması, hem de bu gerçeği ifâde sadedinde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin şu kıssası pek manidardır:

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, her sabah üstâdı Muhammed Üftâde Hazretleri’nin abdest suyunu dökmektedir. Ancak kış aylarında ve soğuk günlerde suyu ısıtarak hazırlamakta ve hocasına böylece hizmette kusûr etmemeye gayret sarfetmektedir. Ancak soğuk bir kış sabahı Hüdâyî Hazretleri, biraz geç kalkması dolayısıyla hocasının abdest suyunu ısıtmaya vakit ve fırsat bulamaz. Hocası odasından çıkmak üzeredir. Hz. Hüdâyî, büyük bir üzüntüye kapılır. Hocasının o mübarek ellerine, bu ısınmamış buz gibi suyu nasıl dökecektir?!

Binbir hüznün girdapları arasında boğuşurken, tek yapacağı bir şey kalmıştır: Allâh’a ilticâ…

Hemen su testisini göğsüne bastırarak başlar “Allâh” lâfzının tekrarlamaya…

Bu sırada hocası kapıda görünür.  Hüdâyî Hazretleri çekinerek hocasının yanına varır. Ondaki bu tedirginlik ve telaşı sezen Üftâde Hazretleri merakla seslenir:

“– Hayrola evlâdım, niye testiyi göğsüne bastırmış öyle bakıyorsun? Haydi döküver!..”

Bunun üzerine Hüdâyî Hazretleri suyu dökmeye başlar. Ama o ne? Hocası, suyun eline değmesi ile beraber başını kaldırmıştır:

“– Mahmûd evlâdım, su biraz fazla ısınmış!”

Hüdâyî Hazretleri de şaşkındır:

“– Nasıl olur efendim, suyu ısıtmamıştım ki?!”

Üftâde Hazretleri, mânâlı mânâlı tebessüm eder:

“– Evlâdım, bu su odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..”

Gönül ateşi ki, odun ateşinden daha yakıcı...

İşte Fuzulî’nin bahsettiği gönül ateşi de böyle bir ateş…

O ateşi, gözyaşlarından dökülen damlalar söndürebilir mi?

Ne mümkün!

Bu bir aşk yangını!.. Suyu da çâresiz bırakan bir gönül yangını… Bu yangında gece-gündüz inleyen şâirin Su Kasîdesi’nde ilk beytinin her kelimesine sinen feryadı da:

İlle vuslat, ille vuslat…

Çünkü hasret dolu âşığın bütün iştiyakı bu!.. Öyle ki, Fuzulî, içindeki aşk ateşini söndürmemesi için gözlerini ağlamasın diye ne kadar ikaz etse de, o yine coşkun seller misâli yaşlar dökmektedir. Nitekim ilk beyitte söylediklerini bir tarafa bırakıp şöyle demekten de kendini alamaz:

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem

Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâre su

 “Bilemiyorum; ya şu dönen gök kubbenin rengi suyun rengindedir, ya da gözümden (döktüğüm) su (lar, yâni gözyaşlarım), dönmekte olan gökkubbeyi (kendi rengiyle) çepeçevre kuşatmıştır.”

Çünkü gözyaşı, bir vuslat arzusudur. Mahbûbun, âşığa karşı gönlünün yumuşamasına, şefkat ve merhametine vesîledir. Çünkü gözyaşı, seven ile sevilen arasında bir gönül akışıdır. Gerçek muhabbet, ancak o gözyaşlarıyla zirveye ulaşır. Ayrıca gözyaşı, sevgiliye karşı istenmeyerek de olsa yapılan hatâların bir nedâmet hâlidir ki, her damlada âşık, sevdiğinden bir af deryası talep etmiş olmaktadır.

Bu gözyaşı, can u gönülden boyun büküştür. Teslîmiyyettir. Sevgiliyle kalben aynîleşmedir. O’nun mânevî rengine boyanma ve hakîkat bahârına vâsıl olmadır. Bu gözyaşı, özün en derin duygularının dışa yansıması, aşk sırrının zâhir olmasıdır. Bu gözyaşı, aşkın rahmet dolu damlalarıdır. Âşığın feyz hâlidir.

Bilhassa Hazret-i Peygamber aşkıyla dökülen gözyaşları, ayrı bir kıymet ve mânâ taşır. Onların her damlası, her türlü inciden daha kıymetlidir. Çünkü O Âlemler Sultanı, Habîb-i Hudâ olarak varlık bahçesinin en müstesnâ gülüdür. Öyle bir gül ne yaratılmıştır, ne de yaratılacaktır. Yaratılışta ilk, peygamber olarak gönderilişte son olmasının bir sebebi de bu hikmet dolayısıyladır. Yani o Güller Gülü’nden sonra peygamberlik kapısının kapatılması, aynı zamanda O’nun yegâneliğine bir işarettir. Şâir, bu gerçekleri şöyle ifade eder:

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su

“(Yâ Rasûlallah! Ey aşk bahçesinin emsalsiz goncası! Ey Güller Gülü! Senin o eşsiz güzelliğine baksın da) bahçıvan, gül bahçesini tamamen suya versin; hiç boş yere zahmet çekip durmasın! Çünkü binlerce gül bahçesi sulasa da aslâ Sen’in gibi bir gül yetiştiremez…”

Bu ifade, Hazret-i Peygamber’in emsalsizliğini anlatmanın yanında O’ndan sonra peygamber gelmeyeceğini de vurgulamaktadır.

Beyitte dikkat çeken bir diğer husus ise, ilk kelimenin «su» ile başlayıp son kelimenin de «su» olması. Yani aşk ateşiyle yanan şâir, Hazret-i Peygamber’in mânevî huzurunda âdeta: «Suu, su!» diye inlemektedir. Bu inleyiş, şiirin bütününde de yer yer ortaya çıkar. Çünkü su da, O’nun temiz vasfı ile berrak olmuş; bereket, rahmet ve hayat vesîlesi hâline gelmiştir. Böylece:

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme

İktidâ kılmış tarîk-ı Ahmed-i Muhtâre su

“Su, Ahmed-i Muhtar -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoluna tâbî olduğundan dolayı tertemiz olan berrak fıtratını şu âlemde yaşayan herkese tescil ettirmiştir…”

Yani nimetler içerisinde su, O’nun/Hazret-i Peygamber’in bereket ve rahmetinden istifade ile varlıklar için rahmet olmuştur. Bu hakîkat etrafında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in su ile alâkalı mucizeleri de hayli çoktur. İşte bunlardan biri:

Tebük’e bir günlük mesâfe kaldığında, İslâm ordusu yine büyük bir susuzluk çek­mekteydi. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Siz, yarın inşâallâh Tebük kaynağına ula­şacaksınız!» buyurdu.

(Ertesi gün kaynağa ulaşılınca) mevcut su, avuç avuç bir su kırbasına toplandı. Hazret-i Peygamber onunla ellerini ve yüzünü yıkadı ve kaynağa geri serpti. Sonra ucu demirli üç sopayı kaynağa batırdı. Derhâl (billur gibi) üç kaynak fışkırmaya başladı. Bütün mücâhidler susuzluğunu giderdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (bana):

«–Ey Muâz! Uzun bir ömrün olsaydı, çok geçmeden bu su ile buraların bağ ve bah­çelerle dolu olduğunu görürdün!» buyurdular.” (Müslim, Fedâil, 10; Ahmed, V, 238)

Su Kasîdesi’nde döne döne «Suu, su!» diyen şâir, Tebük’teki bu mûcize vesilesiyle Efedimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bereket, rahmet ve cömertliğini şöyle dile getirir:

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz

El sunup urgaç vuzû' içün gül-i ruhsâre su

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gerek yüzünü yıkamak, gerekse abdest almak için (üç beş damlalık) suya (bile) ellerini değdirdiğinde her damladan binlerce rahmet denizi meydana gelmiştir.”

Denilebilir ki, O’nun mucizesiyle coşkunlaşan ve O’na tâbî olduğu için pırıl pırıl hâle gelip de hayat kaynağı olan su, tabiî olarak aşk-ı Muhammedî’de pek çok varlıktan öne geçmiştir. Yerinde duramaz hâle gelmiştir. O’na kavuşmak için yollara baş koymuştur. Dünyanın dört bir yanında O’na doğru dağı taşı aşarak gürül gürül akmaktadır. Âdeta:

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl

Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su

“Su, Hazret-i Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için ömürler boyunca, hiç durmaksızın, (O’nun aşkından sarhoş ve) âvâre bir âşık gibi (ayrılık acısından dolayı) başını taştan taşa vurarak (ağlaya ağlaya O’na doğru) akmaktadır.”

Ne mutlu, hayat bahşeden aşk-ı Muhammedî ikliminde sular gibi çağlayanlara!

Ne mutlu, ayrılık ve gurbet diyarında hiç sönmeyecek bir aşk ateşi ile tutuşup da O’na doğru bir ömür boyu gürül gürül, dağı-taşı aşarak, gözyaşları içinde akabilenlere!..

Ne mutlu, O’nun muhabbet kevserinden her nefeste tadarak gönül gönül O’nun vuslat testisine nâil olabilenlere…

Ne mutlu!..

Ebediyete kadar ne mutlu!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle