Sana Hasretim!..

“Ey güzellerden güzel rûhum Muhammed Mustafâ

Derdime derman olan ancak cemâlin nurudur

İsmini anmakla dâim her gönül bulur safâ…”

 

“Ben gizli bir hazineydim, bilinmeme muhabbet ettim.” buyruğunun kudsî mânâsıyla sırlanmış olarak yaratılmış insan. Önce Son Peygamber, Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin rûh-i şerifleri, sonra diğer ruhlar… Elest meclisinde O’nunla aynı meclisi paylaşmak şerefiyle mesrur olmuş kimi ruhlar, kimine ise belki sadece sesi, kimine belki sadece kokusu nasip olmuş, kimi ise bî-behre kalmış cümlesinden... Derler ki, görenlerin hepsi de tamamıyla görememişler. İstîdadına göre gösterilmiş her rûha nûr-i yâr. Ellerini görenler kalem erbabı imiş mesela. Ayrıntıları çocukluğumun “ağır” kitaplarında kalmış, hatırlamıyorum şimdi. Şu net ama: Yüzünü görenler âşıklarmış yahut yüzünü görenler aşk ehlinden olmuşlar. Yüz, çok mübarek ve gizemli; eski edebiyatta, halk arasında, gizli ilimlerde, Arap dilinde hep görürüz ki, bir insanın yüzü bütün vücudunu yansıtıyor. Ve yüzün bir kısmını anmak bütününü kast etmek oluyor. Bu yüzden «Gül-i ruhsar» deriz de hiç birimiz sadece yanaklarını hatırlamayız, gül yüzlü demek olur bu.

Ay yüzlüm… Gül yüzlüm… Ruhum… Nigârım… Nigar, resim gibi, heykel gibi güzel, mevzûn demek; sevgiliye hitab etmeye başlayınca âşık, ne dese az geliyor! O ki, bir bezm-i güzîdede vech-i Muhammedî’yi temâşâ etmiş bir ruh taşır özünde... Rab Teâlâ hem rubûbiyetini, hem mahbûbiyetini açmış O’na, ne gam ve ne denli zor; şu upuzun dünya hayatı, o Gül-cemal’in hasreti ile iç çekerek ve inleyerek geçsin!

Gerçi dünyada da rü’yet-i yâr ile şâd olan varmış. Ama O, rüyada hakîkati ile herkese görünmezmiş, yüzünü görmezmiş görenler, gördükleri âlem-i misalden bir sembol olurmuş yine… Görülmeye takat getirilemezmiş ki!.. Hakîkatiyle görme mertebesinde olanlardan bir zât-ı muhterem: “Bir gece rüyamda görmesem, kendimi kâfir addederim.” buyuruyor; ölçüye bakar mısınız, ömründe bir kez bile görememiş olanlar çatlayıp ölsün mü şimdi?

Bülbül gibi… Dört mevsim içinde bir bahar olur, güller açar subh-dem. Yanaklarında ayrı güller açar, dudaklarında ayrı… Gülünce yüzünde güller açan… Öyle bir yüz ki, hem bir gül-i yekta hem bir gül bahçesi, gül deryası…

Mecâz ise, viraneye çeviriyor gönül mülkünü dostlarım! Bin türlü yan etkisi ortaya çıkıyor hemen ve sonra sonra. Bir zaman tesellî olsa da “…basamaktır” diye, bir zaman geliyor bîçâre, der-i yâre düşüyoruz. Şehrin sultanı O’dur çünkü, O’na ait bu gönüller.

لِاَجْلِ عَيْنٍ تُكْرَمُ مَدِينَةً

“Sevgilinin bir gözüne bütün şehri feda ederim!”

Ney gibi… Neyin o mâlum ve meşhur hikâyesi. Sazlıktan alınır, içi yakılır hem ateşle hem nefesle; bağrı delinir oyuk oyuk. O da hem ayrılığın, hem başına gelenlerin acısıyla bir ses verir ki, gökler inler. Bir feryad, bir inleyiş olur o ses…

Ruhun feryadı ve zârı peki? Ait olduğu «bütün»den insanoğluna, gurbete yollanmış. Parça, bütüne kavuşmak ister. Hele bir de zâtını sevmiyorsa… Hakk’a yakın bir insanın ruhu için o insan yakın bir dost olurmuş; dostluğun şartı budur ya, kendinde ne varsa zâtına da verirmiş, açarmış ruh... Ruh gibi bilmek, ruh gibi görmek, ruh gibi duymak, ruh gibi hissetmek… Kişinin istîdadı ve kemâlâtı ne kadarsa, ruhu ile muhabbeti de o kadarmış. Ruhlar içinde en kâmil ve en azîz ruh Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûh-i şerifleri… O’na ne kadar yaklaşırsa bir ruh, o kadar mesud ve âlî…

Varmanın bir yolunu bulmak lâzım öyleyse… Varlıktan soyunup tecerrüd edince olur mu acaba? O derece hiçlik ki, toprağa dönüşmek âdeta. Sonra? Sevgili’ye doğru esen rüzgârlara karışıp gitmek… Hiçbir şey olmasa da aç bağrını o rüzgârlara, ruh aynasını tozlandıran ayrılık acısı bir arzuhal mektubu olup dökülsün sevilenin eşiğine…

Bir adım daha ileri gidip iyice yok olmak da mümkün olur mu ruhum? O derece yokluk ki, O’ndan başka bir şeyi kalmamak… Dünyada da, âhirette de en yakınımızda bulunan ruhumuz gibi. Ruhtan ibaret kalmak gibi, O’ndan ibaret kalmak… Ne saadet, ne saâdet!

Bir nakıştan görmüş de vurulmuş Süheyl Nevbahar’a, ona ulaşmak için ne bâdireler atlatmış da Nevbahar’ın kendisi çıkıp gelmedikçe ulaşamamış bir türlü… Âşık kimin derdine düşmüşse derman onda, derman o! Canını dişine takıp “Nerdesin ey Yâr?” dedi içimdeki yalnız “parça”.

“Her şâm u seher odlara yanar,

Hem benzi solar, ağlar gülemez…” (Niyâzi-yi Mısrî)

Bunca sözü bir gazele girizgâh olsun diye söyledim biliyor musunuz; şimdi bu 15. yy şiirindeki letâfet ve niyazı bırakıyorum önünüze. Şaşırın ve gülümseyin diye, âlemin en orijinal söyleyişleri bizim neslimize ait değilmiş arkadaşlar! Bu “sensedim” ifadesi o kadar etkileyici ki, her söyleyişte “ben de” dememek ve cümle sıkıntılarımızın teşhisinin burda saklı olduğunu görmemek imkânsız sanırım. Eh, buyurun efendim: Simât-ı gazel-i “sensedim”…

Görmeyelden yüzünü ben ki nigârım, sensedim…

(Yüzünü özledim, varlığını… Sensizim.)

Âh u zâr ile geçer bu rûzgârım, sensedim…

(Özlemin beni benden aldı, bensizim)

 

Gül cemâlin gülşenin gül gibi arz et bana ki

Bülbül-i şûrîde-vâr, ey gül-izârım, sensedim…

(Ben ancak seninle varım. Bana her güzellik seninle geliyor. Baharsızım…)

 

Gönlümün şehrini kim virân ediptir zulm ile?

Gel yine ma’mur kıl, ey şehriyârım, sensedim…

(Cemal için sen lazımsın, celal olmayınca da eğiliyorum ye’se, gaflete, tembelliğe, istiğnaya üstelik. Sultansızım…)

 

Sohbetinden vaslının, ayrı düşelden ney gibi;

Göklere irgirmişem feryâd ü zârım “sensedim…”

(Öyle sanıyorum, kâbuslar gibi, bağırdığını sanırsın sesin çıkmaz bir türlü. Sen nefes vermeyince ruhuma, nasıl ses versin? Sessizim…)

 

Firkatin yolunda ben toprak, anınçün olmuşam;

K’ilede senden yana yeller, gubârım; sensedim…

(Bu yana doğru esen rüzgâr yok mu erenler? Nefessizim…)

 

Gel berü cânım gibi, iki cihânda sevgili

Senden özge yohdurur âlemde vârım, sensedim…

(Şu dünyada herkesin var bir kimsesi… Kimsesizim… )

 

Ben Hümâmî, düşmüşem derdine nitekim Süheyl

Kandasın dermân, yetiş ey Nevbahar’ım, sensedim!

(Çare-sâz’ım, çaresizim…)

Hümâmî

 

Bir divan şâirimiz, “Bizim sarhoşluğumuzu meyden zannetmeyin sakın!..” diyor, “Biz «elestü» diyen o sedanın tesirinden kurtulamadık o gün bu gündür.”

Hümâmî de elest bezminde gördüğü yârin hasretinden dem tutuyor. Ömrü O’na tekrar kavuşacağı ânın hayâli ve bekleyişi ile geçiyor. Ne hoş ifade ediyor o her adımda ayaklarına yapışan kederi, ihtiyacı…

Şimdi birlikte söyleyelim mi:

Sensedim…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle