Şu Bid’atlerden el-Aman

İstanbul Eyüp’te, Sur dibinde medfun Sahâbe-i Kirâm’ın kabirlerini duymuşsunuzdur. Belki de o ziyaretle şereflenenlerden olmuşsunuzdur. Biz de güzel duygularla böyle bir ziyaret için gelmiştik Sur dibi mahalline... Yüzümüze çarpan o hoş esinti içinde hem fethin hâtıraları, hem de mübârek ashâbın rûhâniyeti bir anda bizi aldı götürdü başka diyarlara...

Kâ’b bin Mâlik Hazretleri’ni ziyaretten sonra Efendimiz’in sütkardeşinin yoluna düştük. Tabiî ayrı bir heyecan kapladı bizi... Duâlarla yürümeye başladık. Taştan kemerden başımızı eğerek girdik ki, ne görelim! Aman yâ Rabbi, o da nesi! Türbenin etrafına türlü türlü şekillerde taşlar dizilmişti. Kendimi, sahâbe kabrinde değil de tuhaf bir yerde hissettim. Her gördüğüm şekilde hayretim ve üzüntüm kat kat arttı. Ziyarete gelen bir kısım insanlar, taşlarla, olmasını istedikleri şeylerin şekillerini çizmişlerdi. Ev isteyen ev şekli çizmiş, araba isteyen araba şekli, çocuk isteyen çocuk şekli... Aman ha dikkatli olmak lâzım! Kaç katlı ev istiyorsanız, o kadar kat çizmeniz lâzım, yoksa hâcetiniz kabul olmaz!.. Hem gülünesi, hem ağlanası!.. Öyle bir hisse kapıldım ki, önüme gelen taşları bir bir dağıttım. Bunları yapan bir kimse görsem konuşmaya çalışacaktım. Ama kimseyi bulamadım.

Duâ edilen makam Allah Teâlâ ise, O, her şeyi işitendir, görendir. Bütün hâcetleri, şekillendirmeye ihtiyaç duymadan bilendir. Eğer istenilen makam, medfun olan zât ise, o da muhtaç ve âcizdir. Âciz olmasaydı, kabir toprağına düşmezdi. Türbedeki zât da hiç şüphesiz böylesi bir hamâkatten muzdaripdir. Bu yapılan, onu yattığı yerde rahatsız etmekten öteye gitmez. Ziyaret eden kimsenin şu hâli ise, Allah bilir, îtikâdî açıdan da kendisini tehlikeye sokmaktadır.

Türbede medfun olan zât, hâl diliyle hep şunu haykırır ziyarete gelenlere:

“-Kimimiz Allah Rasûlü’nü görmekle şereflendik. Kimimiz Allah’la dostluk şerbetinden içtik. Ve ecel geldi, yegâne güç sahibine boyun eğdik. Bizler, bu âlemin fânî olduğunun en büyük delilleriyiz. Ölüm, hayattan daha gerçek!.. Bundan kaçış yok. Siz de bu âkıbete uğrayacaksınız. Kaçıp kurtulacak, sığınıp yüz sürülecek tek kapı var, o da Allâh’ın kapısı. Hayatın ve sayılı nefeslerin kıymetini bilin!.. Ölüm gelmeden önce Allâh’a boyun eğin!..”

Güzel dinimizi karalamaktan öteye gitmeyen bu bâtıl inanışlar, sadece koyu bir cehâletin ürünü olan bid’at ve hurafelerdir. Oysa müslümanlar, cehâletin karanlığında boğulmaması gereken insanlardır. Maalesef fitne, cehâletle el ele vermiş bir hâlde hep pusuda bekliyor. Bir dönem, Hâricîlerin Hazret-i Ali’yi “küfrün başı” îlân etmelerinden tutun, Telli Baba’nın tellerine kadar küçüğünden büyüğüne, bu bid’atlerin hepsi, dinin içine yerleştirilmiş birer ayrık otu gibi...

Akıl, insanı yücelten bir lütuf… Ama aynı zamanda alçaltan bir vasfa da bürünebiliyor. Kimi bid’atler, aklın kendini çok yücelerde görmesi sebebiyle din adına, dine ilaveler yapmasıyla ortaya çıkıyor. O cüce idrâkiyle emr-i ilâhî’yi beğenmiyor, nübüvvet kapısına arkasını dönüp dosdoğru yolu şaşırtıyor.

Kimi bid’atler de koyu bir cehâlet sonucu ortaya çıkıyor. Evliyâ kabirlerinde mum yakmak, çaput bağlamak, vücutta ağrıyan yere, üzerine Yâsîn-i Şerif okunmuş bir iple yedi düğüm atıp bağlamak gibi hurâfeler de dinin içinde zannediliyor.

Akıl, hamakate düşerse, deveyi pire, pireyi deve gibi görür. Hakkı bâtıl, bâtılı hak zanneder. Aklın bir ucunda firâset,bir ucunda hamâkat vardır. Bir ucunda dini akıl dışı bulup hurafeden saymak, sonra da binlerce modern hurâfeye saplanıp kalmak vardır. Bir ucunda bütün varlığını nübüvvet kapısında eritmek, bir ucunda da akıl adına peygamberlik makamını sorgulamak vardır.

Aklını, nefsinin zebûnu etmiş bir kimseye sadece acınır. Artık hayatı boyunca hakikati, ters istikamette arayıp durur da beyhûde yere ömrünü tüketir. Kendini avının peşinde zannedip her seferinde kuyruğunu ısıran tilki gibi, kısır döngüden bir türlü kurtulamaz.

Bir gün, Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhterem damadı, ilmin kalesi Ali -kerremallâhu vecheh- ile beraber bulunurken, yanına yaklaştı ve ona hüzünle baktı. Sonra da onun yanaklarını işaret ederek şöyle buyurdu:

“-Ey Ali!.. Buradan, buradan darbe yiyeceksin. Kanın sakalını bulayıncaya dek akacak!”

Evet, o gün gelecek ve tevhidin mihmandarı olmuş Hazret-i Ali, hâin bir bıçak darbesiyle şehid edilecekti. Onu “küfrün ele başı îlan eden”, kendilerini çok akıllı ve dînî hamiyet sahibi zanneden zavallı Hâricilerden biri tarafından...

Yine bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ufukları tarayan gözleriyle gelecek asırlara baktı ve Rabbine bir niyazda bulundu. Kıyamete kadar İslâm birliğini bozacak bütün fitnelerden ümmetini korumasını istedi. Cenâb-ı Hak, Habîbinin bu talebini, imtihan sırrına ters düşeceği için kabul buyurmadı.

Bid’atler de İslâm toprağına zehirli tohumlar saçan fitnelerden biri oldu. Günümüzde İslâm, bu bid’atlerin lekeleri ile karalanmaya çalışılıyor. Cehâlet ve ihânet mahsûlü olan bu bid’at ve hurâfeler, maalesef İslâm zannediliyor ve İslam’ı öğrenip yaşamak isteyen saf zihinler idlâl ediliyor.

O sebeple saf Ehl-i Sünnet anlayışına bugün daha çok muhtacız. Allah, bizleri bu bid’atlerin aramızda yaşamasına fırsat verecek bir hamakate düşürmesin. Ehl-i Sünnet bayrağı bizim de ellerimizde yükselsin, inşâallah…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle