Mum Dibini Işıtsın Artık

Bir dönem, İstanbul Levent’te zenginlerin arabalarının tekerini indiren, ön camlarını kıran kişiler türedi. İnsanlar son derece tedirgin oldular. Dolmabahçe Sarayı’nın bulunduğu cadde üzerinde araba kullanan hanımlar, ışıklarda duramıyorlardı; çünkü kapkaççılar camları kırıp kadınların çantalarını çalıyorlardı. Toplumun zengin kesimi ile fakir kesimi arasında ekonomik fark uçurum oluşturursa, hiçbir zengin kendini güvende hissedemez. İsterse korunaklı sitelerde otursunlar. Zenginlere adâlet, barış, kardeşlik, yardımlaşma, sadaka verme, yoksulu koruma tebliğ edilmezse; fakirlere sabırlı olma, kanaatkâr olma, başkasının malına göz dikmeme, kindar olmama, helâl rızık peşinde koşma tebliğ edilmezse, toplumlarda kavga ve düşmanlıklar maalesef her geçen gün artar.

Anne ve babalara önce iyi eş olma, sonra iyi evlat yetiştirme tebliğ edilmezse, çocuklara, anne ve babalara karşı saygılı olma, vazife ve sorumlulukları yerine getirme tebliğ edilmezse, o zaman âileler fesada uğrar.

Tüccara dürüst olması, yalancılıktan uzak durması anlatılmazsa, toplumda ticaret fesada uğrar. Hayatın düzen ve adalet içinde devam etmesi için insanların iyiliğe yönelmeleri, iyilik peşinde koşmaları gerekir, aksi hâlde kötülük çok çabuk yayılır ve kötünün önüne geçmek çok güçleşir.

Yüce dînimiz, insanları iyiliğe yönlendirmek, kötülükten uzaklaştırmak için gayret edilmesinin hayâtî önem arz ettiğini ısrarla bildirir. Yarın, çok geçtir. Ne olacaksa bugünden halledilmesi gerekir. Kötünün elinden tutup, mânî olunması, iyilerin ve iyiliğin teşvik edilip yollarının açılması her müslümanın vazifesidir.

* * *

Delikanlı, harama bakılmaması gerektiğini; elde olmadan yapılan ilk bakıştan suâl olunmayacağını, ama ikinci ve devam eden bakışlarından hesaba çekileceğini öğrenir. Kendi kendine karar alır; bundan sonra dışarıda yürürken sadece ayakkabısının ucuna bakacaktır, etrafa değil. Okul yolunda, sadece kız öğrencilerin eğitim gördüğü pratik kız sanat okulu vardır. Okulun kızları, bu çocuğun devamlı başı yerde yürüdüğünü görünce bir oyun oynamak isterler. Delikanlı yürürken devamlı önüne geçerler. Delikanlı ter içinde kalır, engelli yarışındaymışçasına bir o engeli, bir diğer engeli aşa aşa en sonunda kızlardan kurtulur. Kızlar, bizimkine kahkahalarla gülmektedirler. Delikanlı hocasına durumu anlatır:

“-Efendim sizin bakışları korumak ve harama bakmamakla ilgili sözünüzü uyguladım, kızların maskarası oldum!..” der.

Mârufu uygulayıp haramdan sakınmaya çalışırken, insanlardan kaynaklanan pek çok güçlükle karşılaşılır. Hocası ise:

“-Evlâdım, bakışındaki niyet kötü, haram bir niyet değilse,  sana kurulan hâin tuzaktan kurtulmak ise rahat rahat bakabilir, hattâ çekinmeden bir çift lâf edip onların tuzaklarından kurtulabilirsin.” cevabını verir. Tebliğ yapılırken bütün şartlar değerlendirilmelidir. Çözümsüzlük değil, çözümler üretilmelidir.

* * *

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de hem müjdeleyen, hem korkutan âyetler göndermiştir. Tebliğde “leyyin lisan (yumuşak üslup) kullanılmak emredilirken, bazen muhâtabın tavrına göre; “Ey kâfirler!” diye başlayan âyetler de Kur’ân-ı Kerim’de yer almaktadır. Allah Teâlâ, muhâtabına göre, onların anlayacağı dilden âyetler indirmiştir. Bundan anlıyoruz ki, herkese aynı şekilde tebliğ yapılmaz. Her bir kişinin şartlarına, hâl ve hareketlerine, anlayış biçimine, edebine göre söz söylenmesi gerekir. Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde:

“Cebre inanan kuşa, cebr dili ile söyle; kanadı kırık kuşa da sabırdan bahset. Sabreden kuşu hoş gör, bağışla. Anka kuşuna Kaf Dağı’nın güzelliklerini haber ver. Güvercine, doğan kuşundan sakınmasını emret. Doğana da hilmi anlat ve zulümden kaçma tavsiyesinde bulun. Nurdan nasibini alamayan yarasayı, nûr ile tanıştır; ışık ile birleştir. Kavgacı kekliğe, barışı öğret. Horozlara sabah vaktinin belirtilerini göster. Böylece hüdhüdden, kara kuşa kadar bütün kuşlara yol göster. Allah doğruyu daha iyi bilir.” diyerek herkesin fıtratına göre tebliğ yapılması gerektiğini belirten beyitler söyler.   

* * *

Çok fazla menfî tesirlerin altında olmayan bir kişiye dîni anlatmak ve ondan söylenenleri yapmasını istemek kolaydır; ama dindar olmayan bir âilenin içinde ya da son derece dine muhâlif şartlarda yetişen bir gence hitap etmek ve şartların uygunlaşmasını beklemek pek de kolay değildir. Allâh’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak isteyen insanların karşısına binbir engel çıkaran kişiler mevcuttur. Önüne hiç engel çıkaran kimse olmadığı hâlde, âilesi tesettürlü, abdestinde-namazında insanlar olduğu hâlde namaz kılmayan, başını örtmeyen çocuklarımız da var. Âilelerin, her yeri denetleyebilmesi mümkün değil. Sokağı kontrol edebilmemiz mümkün değil. Evimizde televizyonumuz yok diye seviniyoruz, çocuklarımız okullarında bilgisayar odasında dizi seyrediyorlar. Tebliğde sokağın tesirinin aslâ göz ardı edilmemesi gerekiyor.

Bugün dînî hassasiyeti olsun ya da olmasın birçok âilenin çocuklarının, kız ya da erkek arkadaşları var. Özel kolejlerde okutulsalar bile… Dînî hassâsiyetleri olan tanıdık bir âilenin, dînî hassasiyetli bir okulda okuttukları kızlarının, facebook’ta erkek arkadaşları ile yaptığı muhabbeti görünce epey düşünmüştüm. Mum dibini ışıtmıyor mu yoksa?!  Tebliğe âileden başlamak gerekirken, çevrenin irşâdı ile uğraşıp kendi çocuklarımızı ihmal mi ediyoruz? Bazen tebliğde aşırı baskı yolunu takip eden âilelerin çocukları, yapacağı yoksa da âilelerinin inadına dînen uygun olmayan şeyleri yapabilmekteler. Söylediğini tatbik etmeyen bir ana-baba, çocuklarına tebliğ etse, ne kadar tesir bırakır?

* * *

Yaz döneminde yaz kurslarındaki öğrencilere vaaz etmek için gitmiştik. Kursun müdîresi anlatıyordu:

“Veliler çocuklarını bırakırken bize:

“-Kur’ân’ı öğretin, namaz kılmayı öğretin, namazını devamlı kılsın, bırakmasın. Öyle tesir edin ki kızıma, başını örtsün… Şunu yapın bunu yapın…” gibi tâlimatlar verirler.

On dört yaşına gelene kadar anne ve babasından bu eğitimleri alması gerekirdi, bu çocuklarımızın… Ama veliler, kendilerinin on dört yılda yapamadığını beş haftada Kur’ân kursundan istemektedirler. Zannederler ki, yaz kursuna çocuklarını gönderdikleri zaman dîni öğretmekle ilgili bütün sorumlulukları bitecektir. En önemli tebliğ, âile fertlerine yapılan tebliğdir. Anne ve babalar, en önemli çobandırlar ve bu görevi başkalarına devretmeden önce çocuklarının dînî hayatlarının temelini atmaları gerekir.”

* * *

Delikanlı, dînî hassasiyetleri olan bir âilede yetişmiştir. Müziği ve gitarı sevdiği için, gitar çalmak ister. Babası karşı çıkar:

“-Ben sağ olduğum müddetçe çalamazsın. Sen bana insanları güldürecek misin? Babası câmiden çıkmaz, her yıl umrede; oğlu gitar çalıyor mu dedirteceksin!”

Bir din görevlisinin oğlu, kulağına küpe takmış, saçlarını uzatmış. Cemaatin de, meslektaşlarının da diline düşmüş adamcağız!.. Oğlundan utanır, insan içine çıkmasını istemez olmuş.

Neden çocuklarının yaşadıkları kimlik probleminin temellerine inip buna çâre aramak yerine, işin kolayına kaçıp sadece “birilerini suçlamak”la yetiniyor, bazı ana-babalar… “Hâl ve davranışlarımıza Allah ve Rasûlü ne der?” diye düşünüp, bu düşünceyi yaygınlaştırmak yerine “Başkaları ne der?!” diye düşünürsek o çocuk, bizim dinimizin İslâm değil de “Eller ne der?” dîni olduğuna inanıp, bizden de, çifte standartlı gösterilen dinden de soğumaz mı?

Gençlik dönemimizde, kahverengi ya da siyah kocaman pardösüler giyen, kocaman siyah eşarplar takan genç kızların bugünkü hallerine baktığımızda, bir kısmının rengarenk giyim kuşamlı, ayakkabılı, çantalı, etek-ceketli, hatta pantolon-ceketli hanımlar olduklarını görüyoruz. Onlar gençken durum ne idi, şimdi ne oldu, neler değişti de şimdi böyle oldular?  O zamanlar ağızlarını kapatan kimi hanımlar, şimdi minik eşarp bağlıyorlar; zaman neleri aşındırdı? Şimdi biz, neleri doğru yaptık, neleri eksik bıraktık diye bir muhâsebeye girmeliyiz. Çocuklarımıza, gençlerimize tebliğ yaparken onların yaşlarını ve o dönemlere mahsus ilgilerini göz ardı etmemeli, onların “dilinden” konuşmalı, ama hep doğruları söylemeliyiz.

İnternette tebliğ sitelerinin formlarında yazışan kızlı-erkekli gençler az değil. Yüzyüze veya internetten, kadının erkeğe, erkeğin kadına tebliği ne kadar isabetli, ne kadar faydalı ve yerinde olur. Bu, insanların birtakım zaaflarını, ister istemez devreye sokmaz mı? Kaş yaparken göz çıkarma durumuna düşmez miyiz? Eğer gerçekten birisine bir şeyler söylemek istiyorsak, doğruyla tanıştırma gibi hâlis bir niyetimiz varsa, onları hemcinsi olan ehil ve istikamet sahibi insanlarla tanıştırmayı tercih edelim. Böylece hem tebliğ sevabından mahrum kalmamış, hem de gönüllere düşecek lekelere müsaade etmemiş oluruz.

Peygamber Efendimizin evrensel tebliğ modeli; sevgi merkezli, gönüllülüğe dayalı, zorlama yapılmaksızın, akla ve mantığa uygun, nefret ettirmeyen, zorlaştırmayan biçimdedir. Herkese anlayacağı dilden hitap edilir. Önce kendisi dînin emirlerini iyice idrâk edip, hâli ile örnek olan, sonra o örneği ifadeye döken fertlerin tebliğ yapması istenir. “Emri bil-mâruf, nehyi anil-münker” (iyiliğin emredilmesi, kötülüklerin nehyedilmesi, önlenmesi) ise, insan psikolojisinden anlamayı, maharet ve firâset sahibi, hem hâl, hem de ilim olarak donanımlı olmayı gerektirir. Aksi hâlde “Yarım doktor candan, yarım hoca îmandan eder.” sözüne istinâden kaba-sabalıkla, çirkin ahlâk, azıcık dînî ilim, gelişmemiş kişilik ile insanları hayra, iyiliğe yöneltmek, kötülükten uzaklaştırmak, faydadan çok zarar verir. Camilerden soğuyan çocuk hikâyeleri, devamlı Allah tarafından taş yapılmakla, ateşte yakılmakla korkutulan çocukların, Allah’tan soğuyup dînin hiçbir emrini dinlemek istemedikleri, zorla üzerine su dökülerek, dayakla namaza kaldırıldığı için namazdan soğuyan evlat hikayelerini çok dinledik.

Cemaatimden bir hanım anlatmıştı:

“-Yıllar evveldi, yeni evlenmiştim. Eşimin teşviki ile, kendim de arzu ederek başımı örtmeye heveslendim. Sandığımdan bulduğum Almanya’dan hediye gelen bir eşarbı başıma örttüm, ama saçlarım önden biraz gözüküyordu. İlk kez öyle sokağa çıkacaktım, tedirgindim. Mahallede tanınan bir hâfız teyze eşarbımı tuttu, bütün gücüyle çekti:

«-Ha saçının hepsi görülmüş, ha bir kısmı görülmüş, ne fark eder; böyle örtüneceksen hiç örtünme, Allâh’ın senin örtünmene ihtiyacı yok.» demişti.

O kadar mahcup oldum, o kadar çok incindim ki, anlatamam. Tabiî ki bu söz üzerine başımı örtmekten vazgeçmedim, ama hiçbir insanın böyle bir tavrı hak etmediğini hep düşündüm. İnsanların onurları kırılarak, rencide edilerek, küçümsenip eleştirilerek iyiliğin aslâ teşvik edilemeyeceğini de gördüm.”

Demek ki, herkes tebliğ yapamıyor. Bir kişinin bizimle iyiliğe ulaşması çok büyük bir nîmet olmakla birlikte, bizim yanlış yaklaşımımız yüzünden dinden soğuyup, inadına kötülüğü seçmesi de, çok büyük bir vebâldir.

* * *

Fetvâ vermeyi çok seven bir toplumuz. Bir kitap okuruz, kendimizi din âlimi zanneder ve fetva vermeye ehliyetli görürüz. Görev yaptığım yerlerden birinde bir köye vaaz için gitmiştim. Vaazdan sonra imam efendinin evinde hanımlarla bir araya geldik.

“-Hocam!” dediler, “Sizin gibi bir hoca da, bu arkadaşımız...  Bir ilâhî söylesin de dinleyin. Sesi çok güzel, yürekten söylüyor.”

Bütün hanımlar güzel ilâhî söylediği için kendisine “hoca” diyorlar, o hanım da dînî hususlarda hanımlara kendince fetvâlar verirmiş. Halkımızın herkese kolayca hocalık pâyesi vermesi, son derece tedirginlik uyandırıcı…

Bununla birlikte işin ehlinden öğrenmeye azmeden eğitimli bir grup da var. Hanımlar, üniversite öğrencilerine vaaz etmek için onları evlerine dâvet ederler. Genç kızlar, hanımlara sorarlar:

“-Siz bizlere bu eğitimi veriyorsunuz da sizin eğitiminiz nedir?”

* * *

Gençler, birbirlerine çok güzel tebliğ yapabiliyorlar. Birisi Cuma namazına gidiyor, diğer arkadaşlarını da teşvik edip Cuma’ya götürebiliyor. Çünkü gençler, birbirlerinin dilinden anlıyorlar. Bir şey öğrenmişlerse hemen birbirlerine anlatıyorlar, birlikte yapmaya teşvik ediyorlar.

Ortaköy cemaatimde hatırı sayılır, fabrikatör bir âilenin gelini vardı. Bir gün beni evlerine dâvet etti. Genç hanım, “sosyete” diye tâbir edebileceğimiz bütün arkadaş çevresini bir araya toplamış.

“-Hocam, ben sizlerden ne dinliyorsam önce eşime, sonra arkadaş grubuma anlatıyorum. Bu yıl Allah nasip ederse, eşlerimizle birlikte umreye gideceğiz.”  

O genç hanımın, arkadaşlarının üzerinde bıraktığı tesiri biz bırakamazdık. O, elinden gelen gayreti yapmış ve arkadaş grubunu dîni sever ve uygular duruma getirmişti.

“-Sadece teşvik ediyorum.” diyordu, “Bildiklerimi söyleyerek teşvik ediyorum.”

Bu hanım farkında olmadan, en büyük tebliği yapıyordu.

Geçmişte vaaz ederken sorgulamadan şartsız kabul eden bir cemaatimiz vardı. Ama şimdi söylediğinizi aklı ile tartan, araştıran, kaynak soran, sorular soran bir cemaat ile karşı karşıyayız.

Geçmişte cehennem ile korkutulan cemaat siner sesini çıkaramazdı, şimdi:

“-Hocam cennetin sekiz, cehennemin yedi kapısı var, siz ne diye cehennemden bahsediyorsunuz da cennetten bahsetmiyorsunuz!..” diyen, korkutulmaktan hoşlanmayan, bir cemaat ile karşı karşıyayız.

Yıllar evvel bana bir ikramda bulunmak isteyen arkadaşıma mahcubiyetimden teşekkür edip, kibarca ikramı reddedince, bana unutamayacağım şu sözü söylemişti:

“-Lütfen insanların iyilik etmelerine engel olma. Bırak, iyiliğin ne büyük bir huzur verdiğini insanlar tatsınlar.”

Hepimiz büyük bir geminin içindeyiz. Alt kattakiler gemiyi delseler, üst kattakiler “Biz, zaten üst kattayız; bize bir şey olmaz!” diyemezler. Gemi batarsa herkes boğulur. Bir kişi ağaç keserse, o ağacın oksijeninden bütün insanlar mahrum olur. Öylesine iç içeyiz ki, birinin yaptığı kötülük, mutlaka hepimizi bulur. “Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!” deme lüksümüz yok, yılanın kimi sokacağını kimse bilemez!..

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle