Bir Güzel Söz İçin

Zayıf ve güçsüz olan insan, tarih boyunca sığınma ve sahip olma ihtiyacı hissetmiştir. Sığınma ihtiyacıyla nahîf ve âciz olan yönünü ikmâl ederken sahip olma duygusuyla da nefsî zaaflarını tatmin etmek istemiştir. Nitekim topraktan yaratılan insanın nefis tarafı, onu daima aşağı olan toprağa (günübirlik ve kısır kazançlara) çekerken Âlemlerin Rabbinin kendi ruhundan üflemiş olduğu rûh ise, insanı yüce ve ulvî işlere sevk eder.

İrâdesi ile bu iki kutup arasında devamlı sûrette tercihler yaparak yerini belirleyen insanoğlu, birçok kereler yalnızca görünenle yetinmiş, mal ve birikimleri için koca bir ömrü hebâ etmiştir. Yeryüzünün sahibi olduğunu îlan eden Nemrutlar, sarayları ve hazineleriyle yetinip mutlu olan Karunlar gibi... Bunun yanında, başta peygamberler olmak üzere sahabîler, sâlihler, âlimler ise yatırımlarını geçip giden kısa emeller için değil, ebedî olan ve Arş’a yükselen zenginlikler için yapmışlardır. Tıpkı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi dünya hayatını, ağacın altında dinlenip kalkılacak kadar kısa görmüş; ama orayı en güzel amellerle ve en güzel sözlerle ziynetlendirmişlerdir. Bu güzelliklerin neticesinde düşmanlar dost olmuş ve o samimi muhabbetle “Sevgili” için ölüm döşeklerine yatılmıştır. Bu güzellikler, yalnızca birlikte yaşadığı insanları değil; doğudan batıya, evvelden âhire bütün toplumları ve çağları sarmıştır. Mekke’nin yetim ve fakiri olan Abdullah oğlu Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün sayısız gönüllerin en büyük zenginlik kaynağı, en ulvî hayat menbaı olmuştur.

 

Söz

İnsanın nişânesi olan söz, kutsaldır. Âlemlerin Rabbi, bizlere ilk sorusunu, bir çift sözle sormuş; yaratılmışlar, bir çift sözle kulluğa kabul edilmişlerdir. İslâm dâiresine girebilmek için bir çift söz gerekir. Allah Teâlâ, bu sebeple güzel bir sözü, kökleri yerin derinliklerinde, dalları göğe yükselmiş ve her dâim meyve veren bereketli bir ağaç olarak tanıtır. (Bkz: İbrahim, 24-25) Sözün sahibi olan fânî beden, dünyadan ayrılsa dahî o söz, her daim meyve vermeye, her daim rızıklandırmaya devam etmektedir. Tıpkı bugün gönüllerimize hayat veren kıssa ve öğütler gibi...

Allah Teâlâ’nın emrinden gâfil kaldığımız zaman Âdem Peygamber’in tevbesi örnek olur bizlere. Onun gibi pişmanlık ve mahviyetle;

“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” deriz. (el-A’râf 23)

Dayanılması en zor gelen acılarda Yâkub -aleyhisselâm-’ın dizinin dibine oturur, sabrı ondan öğrenir ve onun gibi:

“…Artık bana düşen güzel bir sabırdır.” (Yûsuf, 18, 83) diye tesellî buluruz.

Dünyanın büyük zenginlik ve ihtişamlarına sahip olduğumuz zaman ise, Süleyman -aleyhisselâm- gibi “… Bu Rabbimin lütfudur…” (en-Neml, 40) der ve şükrederiz.

Ağızdan çıkan söz, zaman ve mekândan muaf, her daim ışık olur, her zaman meyve verir. Her söz, zimmet altına alınır, kayıt defterlerine kaydedilir. Bu sebepledir ki, hadîs-i şerîfte, “ya güzel söz söylememiz, ya da susmamız” tavsiye edilmiştir. (Bkz: Hakîm, IV, 319/77)

Bu denli ehemmiyetli ve kutsal olan sözün, en ulvî gayreti; Âlemlerin Rabbini ve O’nun mesajlarını anlatmak; “emr-i bil mâruf nehy-i anil münker” yapmaktır. Nitekim bizi bizden çok daha fazla seven ve düşünen Rabbimiz, hiçbir kulunun mahzun olmasını istemez. Hazırlamış olduğu cennet nîmetlerine bütün kullarının kavuşması için her zaman fırsatlar sunar, kapılar açar. Hattâ bir adıma, on adımla karşılık verir. Bu sebeple bilmeyenlere öğrenmeleri, işitmeleri için tavsiyede bulunurken bilenlere de anlatmanın, öğretmenin yüceliğini haber verir. Bir araya gelerek Kur’ân okuyan kullarını, meleklere metheder. Rızâsı için toplananların bütün günahlarını, daha oradan kalkmadan temizler, onları her türlü günah kirinden arındırır. Bir hadîs-i şerîf öğretenin, kıyâmet günü yüzünü ak eder.

Sahâbeden Dürre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescitte iken yanına girdim ve:

“-Yâ Rasûlallah!.. İnsanların en takva sahibi olanı (muttakîsi) kimdir?” diye sordum.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“İyiliği en fazla emreden, kötülükten en fazla sakındıran ve yakınlarıyla en çok ilgilenendir.” buyurdu. (Kenzü’l- Ummâl, III/689)

Bütün bir çocukluğunu ve gençliğini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında geçiren Enes bin Mâlik ise, şöyle demektedir:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sohbetinde;

“Peygamber ve şehid olmadıkları hâlde kıyamet günü peygamber ve şehidlerin, nûrdan mertebelerine imrendikleri kimseleri size bildireyim mi?” buyurdu. Ashab-ı kirâm:

“-Onlar kimlerdir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Allâh’ın kullarını, Allâh’a ve Allâh’ı da Allâh’ın kullarına sevdirmeye çalışan, yeryüzünde irşad vazifesini yüklenenlerdir.” buyurdu. Ashab-ı kirâm:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı, Allâh’ın kullarına sevdirmek mâlumdur. Fakat Allâh’ın kullarını, Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” diye tekrar sorunca, Peygamber Efendimiz:

“-Allâh’ın sevdiği şeylere onları teşvik eder ve sevmediği şeylerden men ederler. Onlar da anlatılan özelliklere uydukları zaman Allah onları sever.”  buyurdu. (Beyhakî, Şuanul’-İman, I, 367)

Dünya hayatının en büyük kazancı ve en asil vazifesi; sahip olduğumuz bütün nimetlerin asıl sahibi olan Allah Teâlâ’yı, O’nun emir ve nehiylerini anlatmak ve bu vesîleyle Rabbimizin rızâsına nâil olmaktır. Bunun için yığınlarca mal sadaka etmeye, günlerce aç susuz kalarak yorgun düşmeye gerek yoktur. Bildiklerimiz, her an O’nu anlatmaktadır. Bilebildiğimiz, öğrenebildiğimiz bir çift söz; en büyük sermayemizdir. Tıpkı Fâtır Sûresi’nin 10. âyet-i kerîmesinde buyrulduğu gibi:

“Her kim şan ve şeref istiyorsa, bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allâh’a aittir. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allâh’a, amel-i sâlih ulaştırır.”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle