Li Teskünû

 Dîvân-ı Kebîr, 2284. Gazel’in penceresinden...

Hayatı, ömrü, gönlü, ekini biçilmiş, otu yakılmış, kapkara ve bomboş bir tarla gibi mahzun ve mükedder uzanan insana bakıp:

“-Muhabbeti alacak havsalan var oysa…” diyor Hazret-i Mevlânâ, “Âh, havsalan muhabbeti alsa... Muhabbet lezzetini tadabilsen...”

“Havsala” diye, kuşun kursağına derler. Kuş, gıdasını orada bekletir, yumuşatır, ihtiyaç olduğunda midesi makamındaki taşlığa gönderir. Kuşun gıdası sert, kursak da buna göre yaratılmış; insanın imtihanı ağır, ona da muhabbet izni ve imkânı verilmiş. Hatırla, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (el-A’râf, 172) suâl-i âlîsine bin can ile, “Evet, elbette!” diye cevap verdiğimizi... Hatırla o hissi, o sevgiyi...

Bir yudum kalmış hayat şerbetinden, o bir yudumcuk da ancak muhabbetle mümkün olacak; muhabbet olmazsa, o bir yudumdan da mahrum olunacak... Havsala; kursak gibi, hâdiselerin insanın hazmedeceği kıvamı bulmasını sağlıyor. Bu, ya sebepleri anlamakla yahut teslim olmakla mümkün oluyor. Sebepler, her zaman huzura erdirmiyor. Teslimiyet, kederle olursa huzur ve sükûnet vermiyor. Demek ki, hangisi olursa olsun muhabbet olmazsa, murâd hâsıl olmuyor. Muhabbet, kursağı da, aklı da, kalbi de sâkinleştiriyor, huzura erdiriyor...

 

İlk adım; olumsuz bakışı bırakmak, olumsuz sözü terk etmek...

Muhabbetin alâmeti, şikâyet etmemek… Hayat bir imtihan, bir ticaret; kulluk şartları belli ve şikâyet, hased, kin ile söylenip durmanın mânâsı ve faydası yok. Şikâyet, hased ve kin; musibete uğrayanın kalbini yoklaması muhtemel üç vahşi his... “Neden ben?”, “Neden bu imtihan?”, “Hani vefâ?” gibi vesveselere bürünüp geliyor kalbe... Kendine, etrafına, Rabbine hislerin gözlüğüyle baktırıyor da şikâyete, hasede, kine sebep oluyor. Kaçılacak, bürünülecek hırka: Şükür, rızâ (coşkuyla hoşnut olmak) ve muhabbet edebi...

* * *

Eskilerin yaptığı gibi, yaya olarak hacca gitmeye benziyor hayat… Yaya yürümenin tabiî neticesi, ayakların su toplaması. Her mola yerinde ayaklarına bakıp feryad etmek niye? Yürürken de zaten gürültüyle bütün kervanı rahatsız ediyor bu tip...

“Bir bez parçası eşeğin yarasına yapıştığında…” dedi dostum Mesnevî, “o bezi çıkarmaya çalışırsan eşek, acıyla çifte atar. Hele birçok yerinde yarası, her yarada ona yapışık bir bez varsa... Ev-bark, o beze benzer, hırs da o yaraya... Hırsı çok olanın yarası da büyük olur.” (Mesnevî, V/1150-1153)

Eşek, Hazret-i Mevlânâ’nın nefsi anlatırken çokça kullandığı bir semboldür. Çokça ve yerli yerinde...

“İnsan, yavaş ve sallana sallana giden bir kayık…” diyor Pîr’im, “Kürek çekilerek ilerleyebilir ancak; bu deniz ancak bu keşâkeşle aşılacak...”

Keşâkeş, iki şey arasında çekilmek demek… Korku ve ümit, iki kürek gibi elimizde; bir onu çekeceğiz, bir öbürünü. Bir nimet, bir sıklet... Bir rahmet, bir zahmet...

 

Bu gayret ve çabada nereden güç alacağız, gıdamız ve enerjimiz nereden gelecek?

Muhabbetin şartı; namaz, oruç, hac, zekât, gece yolculuğu, çile ve riyâzât cehd ü gayretidir. Ammâ “muhabbet eri olmak” bunları yapmaya sabr u karar ile olur. Şikâyetle söylenmek, padişahın atına çan takmak gibi ayıptır.

Padişahın atı, can’dır. İnsana üflenmiş olan rûh-i sultânî... Onunla insan, Rabbini bilmek ve Rabbine ermek imkânına kavuşmuştur. Namaz, oruç, hac, zekât, teheccüd, evrâd, halvet ve riyâzât gibi nimetler elinde iken, hâdiselerin keşmekeşine kapılıp şaşkınca vakit kaybetmek “canın kârı” değildir...

“Ey su biriktiren!” diye seslendi dostum Mesnevî, “Denize ulaşan bir geçidin var senin, kuyudan su çekmeye utan!.. «Ve hüve meaküm/ O sizinle beraberdir.» Dizine kadar ırmağın içindesin, ama kendinden habersiz, etrafındakilerden su istiyorsun. Şaşkınlığı bırak da suyu gör. Kendi aklın, kendi gözüne perde olmuş. Ey Hak şaşkını, aklını Hakk’a ver!.. Su, gönül gözünün önündedir, apaçık!.. Fakir nasıl çalışırsa, öyle gayretle çalış da gönle doğru gel!” (Mesnevî, V/1070-1103)

 

Peki, ne yapmak, nasıl davranmak gerekir?

Gönül rızâsı ile gir safa! Gönlünü aç, genişlet ufkunu… Yoksa işte böyle, sürahinin ağzı darsa, ses çıkararak dökülür içindeki...

Dağ gibi dur insanların ve hâdiselerin ortasında… Depremin, selin tesirinde kalmayan yüce bir dağ gibi, Uhud gibi... Ehadiyet tecellîsi ile çeşit çeşit yaratılmış olan insanoğlunun avâmı ile, havâssı ile ne derdi olur Ehad’e dost olanın?.. Hâdiseler karşısında sâkin kal, huzurlu bir kalp ile seyret olup biteni… Bunun için daha öteye bakman gerekir, hâdiselerin ötesine… Her şeyi anlamak için yaratılmadı bu akıl! Biraz da tat almaya bak, bunun için “kalbe bağlı akıl” imkânı var, ona bağlan ve Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini, sıfatlarının ışıltılarını, pırıltılarını seyret; varlığın zikrini, tesbihini dinle!.. Cana can katan yakınlığı tam da orada bulacaksın.

* * *

 “Kim var, Allâh’a güzel bir borç verecek, Allah da onu kat kat artırsın? Onun için pek kerîmâne bir mükâfat da vardır.” (el-Hadîd, 11)

“Kim var, Allâh’a güzel bir borç verecek? Allah böyle verileni katlayarak artırıp geri verecektir. Allah, kabz hâliyle daraltır, bast hâliyle açıp genişletir. Sonra yalnız O’na döndürülürsünüz.” (el-Bakara, 245)

“Borç ver nefsini, nefesini, altınını, gümüşünü, farzını, nâfileni; hazineler ve incilerle dolu okyanuslar sahibidir Hak!” buyurdu Hazret-i Mevlânâ... “Ey hüzün sahibi!” dedi dostum Mesnevî…

“Nedir bizim borç vermemiz? Toprağa kuru tohum ekmeye benzer bu. O tohum ne toprağa bir şey katar, ne de toprak sahibine… Bu, ancak bizim:

«-Bana bundan gerekiyor, bunun aslını yoktan veren de Sensin.» deyişimizdir. «Onu yedim, tohumunu da “Bu nimeti bize yine ver!” diye Sana getirdim.» deriz böylece...” (Mesnevî, V/1184-1187)

Dönüp duran bu gökler, Hak’tan başka kimindir zaten? Bu bağlar, bahçeler, çobanlarla ve sürülerle dolu bu kırlar kime aittir?

“Allah, onların gönüllerini hoş eder, hâllerini düzeltir. Onlara verdiklerini, bitip tükendikten sonra yine verir. Ama şükürle can elbisesi nimetine erenlerden ihtiyaç da gitmiştir artık, hırs da, garaz da... «Allah ölüden diri çıkarır.» Bil ki, yokluk, kulluk edenlerin umududur. Ambarı boş ekinci, yokluktan gelen umutla sevinç içinde ve memnun değil midir, o tohumlar yokluktan gelip yeşerecek diye? Sen de hep yoktan bir anlayış, bir tat, bir huzur, bir iyilik ummuyor musun?” (Mesnevî, V/1002 vd)

* * *

“-Beni sınadığı zaman altın çıkacağım.” demişti Eyyub -aleyhisselâm-… Altın olmak, izzetinin imtihanı ateştir. Altın olan, ateşe girince gülümser, sahte olanın ise suratı kararır gider; gülümse...

“Gül gibi güle-oynaya başını verir. O gülüş, ârifin meşakkatsiz canı ve aklı gibi, ebedî bir duruşla âşığın yüzünde kalır. Güneşin ışığı «İrciî/Geri dön!» emrine uyarak güneşe döner

 Ne çöplükten bir utanç kalır üstünde, ne gül bahçelerinden bir renk, bir koku. Göz ışığı da, ışığı görmüş olan da aslına geri döner de ovalar, çöller onun sevgisiyle kalakalırlar...” (Mesnevî, V/1256-1264)

* * *

Sahabîlerin hayatını anlattığı kitaba, “Üsdü’l-Gâbe: Ormanın Aslanları[1] dedi müellif… Aslan, edebiyatta Hak erlerinin sembolü oldu dâimâ... İnsanın yüreğini titreten belâ ve musibetleri aslana zincir bildi bu erler, dişleri ve pençeleri olduğunun alâmetiydi bu esâsen… Zincir, aslana nişandı.

Narı sıkıyorlarsa, nar ekşisi yapmak içindir. Bu, narı eksiltmez, aksine ilâç eyler onu...

Belâ ve musîbet, hastalık ve darlık; doğum sancısıdır. Bu bedenden, sûretten, zâhirden can doğsun, sîret safâ bulsun, bâtın süslensin, bezensin diyedir. Evet, sancısı şiddetlidir, amma neticesi de pek tatlıdır. Ağrıyı görme, ümidi gör!..

Nice zehirli bitkiler vardır ki, meyvesi nimet ve şifâdır. Kökü, gövdesi, yaprakları zehirlidir, ama meyvesi lezzet ve şifa yüklüdür.

Dedi ki Pîr’im, gönül kulağıma eğilip:

“İnsan aklı benzetme yaparak anlıyor diye bunca benzettik. Ama şunu bil: Altın madeni bizzat O’dur, peşin kazanç da bizzat O...”

 

[1] “Üsdü’l-Gâbe”, İzzeddin İbnü’l-Esîr’in (vefâtı, m. 1233) kaleme aldığı ve ashâb-I kirâmın hayatını anlatan kıymetli bir eserdir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle