Klavye Mücahidliği Mi?

“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11)

 

İslâm Dünyası’nın kanayan yarası olan Kudüs, bu ay, tekrar dünyanın gündemi oldu. Yahudilerin yüzyıllardır üzerinde çalışıp her geçen gün bir adım daha yaklaştıkları “Arz-ı Mev’ud” plânlarının önemli bir adımı daha atıldı. “Kudüs’ün tamamının İsrail’in başkenti olduğu” düşüncesi, İsrail dışında bir ülke tarafından daha kabul edildi. Hem de dünyanın kilit ülkelerinden biri olan Amerika tarafından…

Tabiî bu, bütün dünyadaki müslümanların haklı tepkisine sebep oldu. Bazen cılız, bazen güçlü sesler yükseldi; zaman zaman sokaklarda kalabalıklar toplandı, protestolar yapıldı. Bizim ülkemizin de özellikle gençleri sokaklara döküldü, bir anlık da olsa heyecan dalga dalga yayıldı. Sosyal medya:

“-Cihad îlân edilsin; gidelim bir gecede İsrail’i yok edip, sabah namazımızı Mescid-i Aksâ’da kılıp gelelim.” diye efelenen, fakat beş vakit namazını doğru dürüst kılmayan, anlık mücahidlerin ahkâm kesmeleri ile inledi. Tıpkı asırlar öncesinde, yaşanmış şu hâdise gibi… Selahaddin-i Eyyûbî Cuma hutbesi okumaktadır. Bu esnâda bir genç bağırır:

“-Kudüs’e cihâdı emret, böyle bir zamanda başka bir konudan bahsetmen boşunadır!”

Selahaddîn-i Eyyûbî, bu gencin haykırışını duyar, lâkin cevap vermez. Ertesi sabah namaz esnasında:

“-Dün bana hutbede cihâdı emretmemi isteyen genç nerede?” diye sorar. Cevap yoktur. Çünkü o genç sabah namazına gelmemiştir. Selahaddîn-i Eyyûbî, halka hitâben:

“-Vallâhi, Cuma namazına gelenler, sabah namazına gelmedikçe Kudüs’e cihâdı emretmeyeceğim!” der.

İsyankâr ve işgalci Câlut ve ordusunun zulümleri altında inleyen yahudiler de kendi devrinin peygamberlerine, “Cihâd emredilsin artık!” deyip duruyorlardı. Peygamberleri, onlara Allâh’ın emirlerini haber verince de yan çizmeye başladılar. Önce komutanlarını beğenmediler, sonra komutanlarının “Karşımıza çıkan nehirden en çok bir avuç su içeceksiniz!” emrini çiğnediler. Yüz binleri aşan ordudan, ancak Bedir gâzileri kadar bir avuç mücahid kaldı, gerçek savaş meydanında…

Peygamber Efendimizin hayatı da, ashâb-ı kirâmın cihâd meydanlarında pek çok kez yoklandığı büyük sabır ve fedakârlık imtihanlarıyla dopdolu…

Yaşadığımız hâdiseler, bize bir kere daha şunu gösteriyor ki, biz cihadı lâyıkıyla bilmiyoruz ve onu çok hafife alıyoruz. Öyleyse cihad nedir? Çeşitleri nelerdir? Nerede, nasıl ve kime karşı yapılır?

Umûmî mânâsıyla cihâd, “kişinin öncelikle nefsini tezkiye ve terbiye ile uğraşması, Allâh’ın emirlerini ihlâsla yerine getirmesi, haramlarından kaçınması”,[1] “müslüman kardeşine nasihatte bulunması, müslüman olmayan birine İslâm’ı delilleriyle anlatıp iknâ etmesi”[2] ve “dînini, nâmusunu, canını, vatanını, neslini, malını-mülkünü korumak, İslâm’ı yaymak ve buna mânî olan engelleri ortadan kaldırmak için can, mal, dil ve diğer bütün imkânlarla mücâdele ve muhârebe etmesi” mânâlarına gelir.[3]

Bu sebeple cihâd kelimesi, nefisleri ıslâh edip Allah Teâlâ’nın rızâsı için, “îlâ-yı kelimetullâh” (Allâh’ın dînini yüceltmek) uğrunda fert ve cemiyet olarak İslâmî bir hayat yaşama maksadıyla sarf edilen bütün cehd ve gayretleri ifâde etmektedir. Bu bakımdan Allah Rasûlü’nün yirmi üç senelik nübüvvet hayatının tamamen bu uğurda geçtiğini söylemek mübâlağa sayılmaz.

Burada sayılan cihâd târiflerinin sıralaması çok önemlidir. Cihad, yukarıda da belirtildiği üzere, “öncelikle kişinin kendi nefsini tezkiye ve terbiye etmesi ve Allâh’ın emirlerini ihlâsla yerine getirmesi, Allâh’ın haramlarından kaçınması”dır. Kişi, bu ilk üç şartı yerine getirdiğinde fiilî muhârebenin en önemli üç sacayağını tamamlamış olur. Bunları yapmadan, eline silah alıp koşmak, maalesef her yiğidin harcı değildir. Can o kadar tatlıdır ki, îman kalbe yerleşip Rabbimizin emir ve yasaklarını tatbik etmeden, yani sâlih bir kul olmadan, candan vazgeçebilmek mümkün değildir! Hayatında hiç Allah için fedakârlık yapmamış, malından ve vaktinden infak etmemiş, çileleri sabırla göğüslememiş, en azından farzlara îtina ve haramlardan uzak durmak için asgarî titizliği göstermemiş, kısaca mü’min ve müttakî bir hayat yaşamaya azmetmemiş bir insanın; düşman karşısında cansiperâne savaşan bir mücâhid kesilmesi kolay değildir.

İnsan nefsiyle mücadele ede ede güçlenir, bilenir. Kalbini bununla temizler, her şeyini Allah için feda etmeyi öğrenir. Dışarıdaki düşmanla mücadele etmek için, kendi gönlünde kurulmuş düşmanları alaşağı etmek şarttır. Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“(Hakikî) mücâhid, nefsine karşı cihâd edendir.” buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 2/1621; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20)

Böylesi bir cihâda ne kadar hazır olup olmadığımızı, yaşadığımız ve şahit olduğumuz birkaç misal üzerinden anlatayım:

Bir arkadaşımın oğlu polis oldu, şimdi atamasını bekliyor. Arkadaşım bu haberi bizimle paylaştığında birkaç arkadaşımla beraberdik. Bu arkadaşlarımın hepsi, belli bir İslâmî ilim seviyesi olan arkadaşlar... İlk tepkiler şöyle oldu:

“-Oğlunuz polis mi oldu? Nasıl izin verirsiniz, çok tehlikeli bir meslek!”

“-Allah yardımcınız olsun, bu zamanda zor… İnşâallah tayini batıya çıkar.”

“-Yâ, duâ edelim de masabaşı bir bölüme ataması olsun.”

“-Polis annesi olmak da, polis eşi olmak da çok zor…”

“-Bizim bir akrabamız polisti, intihar etti.”

Bu minvalde devam edip giden konuşmaları durdurmaya çalışan birkaç akl-ı selim cevaplar da oldu elhamdülillah… Ama ilk tepki, yüreklerin içindekilerin dökülmesi açısından çok ehemmiyetli diye düşünüyorum.

Kardeşimin askerliği doğuya çıktığı zaman da bazı kendini bilmez kimselerin söyledikleri bizi bir hayli yormuştu. Doğuda askerlik yapan başka bir tanıdığımız da bir hâtırasını anlatınca çok şaşırmıştım. Gece âniden “Baskın var, hazırlanın! Operasyona gidiyoruz!” denince birçok askerin ağlayarak gitmek istemediğini, hattâ bu yüzden ayağına kurşun sıkarak sakatlanıp rapor alma plânları yapanların bulunduğunu anlatmıştı.

Belki siz de çok şâhit olmuşsunuzdur; oğlunun askerliği doğuya çıkmasın diye tefriciye okutan anneleri…

Peki, biz ne zaman ve nasıl bu hâle geldik? Hani asker ocağı, “peygamber ocağı” idi? Hani nerede ellerine kına yakıp:

“-Sakın şehid ya da gazi olmadan dönme!” diyerek cepheye evlâtlarını uğurlayan anneler...

Bu zamanın anneleri, ancak klavye mücâhidleri yetiştiriyor artık… Çünkü anneliği de internetten öğrendi onlar, çocuk yetiştirmeyi de... Buradan özellikle erkek çocuğu olan annelere seslenmek istiyorum:

Her sabah işime giderken aynı saatlerde çocuklarını okula götüren anneleri görüyorum ve çok üzülüyorum. Tombiş oğlan çocuklarının ellerinde pastaneden alınmış bir poğaca, diğer ellerinde hazır meyve suyu... İtseler bir kişiyi rahatça yere devirecek güçteki bu oğlan çocuklarının okul çantalarını ve resim dosyalarını ise anneleri sırtlanmış. Çocuklar, ağa gibi önden yürüyor; anneleri ise arada arkalarından sesleniyor:

“-Oğlum, koşma terleyeceksin!..”

Geçen yıl Haziran ayının ilk haftalarında, Ramazan ayı girince okulların kapanmasına da çok az kalmıştı. Yine önümde cüsseli bir oğlan çocuğu, en az on bir yaşında… Annesiyle okuldan dönüyorlar. Onun annesi de yine bütün çantaları yüklenmiş. Oğlan, annesine:

“-Anne, ben artık yarından itibaren oruç tutacağım!” diyor. Annesi ise:

“-Olmaz, okula gidiyorsun. Dersleri anlamazsın!” diye karşılık veriyor. Çocuk ısrar ediyor:

“-Anne, okulun son haftasındayız. Artık sınavlar bitti, hocalar ders işlemiyor!. Ne olur izin ver, tutayım!” diye âdeta yalvarıyor. Anne bu defa:

“-Olmaz, hava sıcak, günler uzun! Büyüyünce, günler kısalınca tutarsın!” diye ona itiraz ediyor.

Bu cevapları veren tesettürlü bir anne, belli ki, kendisi oruç tutuyor. Ama güyâ oğluna merhametinden ona izin vermiyor. Nasıl bir merhamettir bu?!

Bu oğullarına tapan kadınlar, neyin peşindeler?

Bir arkadaşım, kayınvâlidesinin yazın kamp için dağa çıktıklarını, iki ay boyunca dağda kalıp Eylül’de dönerken şahit olduğu bir hâdiseyi anlattı. Artık çadırlar toplanıp eşyalar arabaya yükleniyormuş. Herkes eşyaların bir ucundan tutup arabaya taşırken, o anne, yirmi yaşlarındaki oğlunun bir ufacık çantayı bile taşımasına müsaade etmemiş. Eşya taşıyanlar arasında bulunan gelini müdahale edip:

“-Anne, o erkek çocuğu! Yakında askere gidecek. Niye böyle yapıyorsun?” deyince:

“-O daha küçük, hassas bir çocuk, belini incitebilir. Zaten böyle işlerden de anlamaz!” diye onu savunmuş (!) ve ona hiçbir şey yaptırmamış. Daha garibi de o yirmi yaşındaki genç de annesi, ağabeyi, yengesi, kısacası herkes işin bir ucundan tutmuşken kenarda durup hiçbir şey yapmıyor olmaktan hiç rahatsız olmamış. Böyle sevecen ve merhametli (!) anneler ile yetiştirdikleri böyle kibar, hassas (!) evlâtlar…

 Aynı şekilde bu anneler, oğullarını evlendirirken canhıraş bir şekilde “çalışan gelin” arıyor. Mümkünse memur olsun, maaş kartını eşine verecek ve bir daha da “Maaşımı nerede harcadın?” diye sormayacak kadar uyumlu ve itaatkâr (!) olsun diye uğraşıyorlar.

Bu manzaraların benzerlerine az veya çok siz de şahit olmuşsunuzdur. Gerçekten son zamanlarda “kız gibi nâzik yetiştirilen” bu erkek çocukları mı cihad meydanına koşacak? Ya da bu erkek çocuklarını âdeta put hâline getirmiş, onları sabah namazına kaldırmaya bile kıyamayan anneler mi mücâhid yetiştirecek? Ya da bugün, Allah muhafaza, “Haydi cepheye!” dendiğinde, hangi analar evlâtlarını kınalayıp gönüllü gönderecekler?

Câhiliye devri geri mi geldi? Özellikle “Erkek çocuğu doğurdum!” diye kasım kasım kasılıp onun âdeta hizmetçisi olan… Oğlu evlendikten sonra da bu “putunu” gelini veya bir başkası ile paylaşmamak için her türlü şerre el uzatan… Kendisini uyarıp emr-i bi’l-mâruf yapan kardeşine de:

“-Sen erkek çocuğu doğurabilseydin, beni anlardın! Erkek çocuğun olmadığı için anlamazsın!..” diyecek kadar câhilleşen bu hanımlar, bizim aramızda maalesef!..

Mâlumunuzdur, Cebrâil -aleyhisselâm- bir insan kılığında Peygamber Efendimiz ve ashâbını ziyaret ediyor. “Îman nedir, İslâm nedir, ihsan nedir?” diye sorular soruyor. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu yabancı şahsın sorularına tane tane cevap veriyor. “Cibrîl hadîsi” de denilen bu rivâyette, Cebrâil -aleyhisselâm- kıyametin ne zaman kopacağını soruyor bir de… Peygamber Efendimiz, muhatabının kimliğini ashâbına açıklamadan önce soruya:

“-Kendisine soru sorulan kimse, soruyu sorandan daha bilgili değildir.” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm-:

“-Öyleyse kıyametin alâmetleri nelerdir?” diye soruyu değiştirip tekrar ediyor.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Câriyelerin efendilerini doğurması; yalın ayak, başı kabak, baldırı çıplak koyun çobanlarının, yüksek binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır.” buyuruyor. (Bkz: Müslim, Îman, 1, 5; Buhârî, İman, 37; Tirmizî, Îman, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16)

Bu hadiste geçen “câriyelerin efendilerini doğurması”ndan maksat, “annelerin çocuklarına kölelik yapacak kadar ihtimam göstermesi” ya da “evlâtların bir câriyeye davranır gibi annelerine kötü davranmaları”dır. Bu hadis, âdeta günümüzdeki bazı anneler ile evlâtlar arasındaki münasebeti tarif etmektedir.

 Fâtihlerden önce Fâtihleri doğuracak ve yetiştirecek annelere odaklanmamız lâzım. Eğer öyle anneleri yetiştirirsek, Kudüs’ün fethi de yakındır, Ayasofya’dan ezanların duyulması da…

İki yıl evvel Filistine gitmek, Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmek nasip oldu, elhamdülillah! Oraları görünce oralara aşkınız gerçekten artıyor ve bir daha oradan kopamıyorsunuz. Ben de “o etrafı mübarek kılınmış beldelerden” dönünce, orayla irtibatımı koparmamak adına, instagram üzerinden “eye.on.palestine” isimli bir sayfadan Mescid-i Aksâ ve civarındaki cihâd ve mücâdeleyi takip etmeye başladım. Hemen hemen her saat bir çatışma haberinin canlı görüntüleri, istisnasız her gün şehid olan veya yaralananların videoları paylaşılıyor. İsrail askerlerinin zulümlerini, cep telefonu kameraları ile gizlice çekerek bu siteye yüklüyorlar. Dolayısıyla her an sanki orada yaşıyormuş gibi oluyorum. Son günlerde bir şey dikkatimi çekti. Bu sitede yayınlanan bazı videolar açılmamaya başladı. Açılmayan videonun yorumlarını okuyunca dehşete düştüm. Erişilmeyen videolar, ya nâdiren öldürülen İsrail askerlerinin görüntüsü ya Filistinli taş atan gençlerden korkup kaçan yahudi askerleri ya da halkın îman ve cesaretlerini gösteren videolar…

Biliyoruz ki instagram, facebook vs. bütün bu içeriklerin sahipleri yahudiler veya onlara hizmet eden kâfir gürûhlar… Bu sitelerden sürekli müslümanların ezilen, öldürülen, zulüm gören paylaşımları yayınlanıp çoğaltılırken; kendi askerlerinin acziyet, korkaklık ve mağlubiyetlerinin bulunduğu görüntülerin silinmesi veya erişiminin engellenmesi çok ibretli geldi.

Kudüs, yahudilerin başkenti olarak ilân edildiğinde de, bu sosyal medya kanalları gündemi değiştirmek, olup biteni unutturmak ve belki de kitleleri uyuşturmak için bambaşka konuları gündeme getirdiler. Kudüs mücadelesi ile ilgili video ve paylaşımlar, sayı olarak çok daha fazla tıklanıp beğeni aldığı hâlde, nedense dizi reklamları, yemek tarifleri ve moda sayfaları ısrarla ön plâna çıkarıldı. Bütün bunlar sizce de tesadüfen mi olup bitiyor? Yoksa tamamen kasıtlı ve büyük bir projenin devamı niteliğinde adımlar mı atılıyor?

Bütün bunları alt alta koyduğumuzda sanki şuur altımız şu mesajlarla yıkanıyor: Siz müslümanlar zayıfsınız, biz güçlüyüz. Siz hep kaybedersiniz, biz hep öldürür, hep biz kazanırız. Biz cesuruz, en etkili silahlar bizim elimizde… Biz ne yaparsak yapalım, haklıyız, kimse bize hesap soramaz. Siz ne kadar haklı gibi görünseniz de, yaşama hakkınız bile bizim iki dudağımız arasındadır!

Siz müslüman kadınlar! Boş verin mücâhid yetiştirmeyi… Bakın instagramda çeşit çeşit yemek tarif sayfaları var. Evinize misafir almasanız da, mutfak dolaplarından taşan sunum tabaklarınız olsun!.. Size ne, dünyadaki müslümanların hâlinden? Siz puthâneler gibi süslediğiniz evlerinizin resmini paylaşın!.. Süslenip püslenip arkadaşlarınızla kafelerde takılın; kahvaltılar, beş çayları yapın. Misafirlerinizi bile lokantalarda ağırlayın!..

Biz sizin yerinize oğullarınızı cihâda hazırlarız. Kızlarınız zaten sizin yolunuzdan gelecek! Onlar da her gün bütün avmleri tavaf etsinler; yiyip içip ardından da zayıflamak için spor salonlarında ter döksünler. İslâm’a dair hayal kuracak bir an boşluk bırakmayız, biz onlara… Akşam diziler, gündüz mağazalar, hayallerde zengin kocalar, ver elini dünyanın zevk u safâsı!..

İşte bütün mesele bu sevgili okuyucular! Ben mi abartıyorum, bilmiyorum, ama görünen köy de kılavuz istemiyor sanki... Mutlaka şu yukarıda saydığım karamsar tablodan istisnâ olan sâliha hanımlar, mücâhide genç kızlar ve îmanlı cesur genç delikanlılarımız da var. Vatanı, milleti ve İslâm dâvâsı için canını vermeye hazır nice yiğitlerimiz de var yetişen… 15 Temmuz da bize bunu gösterdi. Ama maalesef az!

Çok çalışmamız lâzım… Çok gayret etmemiz gerekiyor. Allâh’ın dîninin yeryüzüne yayılması gibi büyük bir dâvâmız var bizim... Ömrümüz kısa, yapacak işimiz çok! Biz müslüman hanımların her açıdan çok yetişmiş ve kapasiteli olması gerekiyor.

Biz lisede okurken Bosna-Hersek savaşı vardı. O zaman da yüreğimizin yarası Bosna’ydı. Bosnalı bir hanımla yapılan bir röportajı okumuştum. Hâlâ zihnimde dipdiri… Röportajda o hanıma:

“-Böyle bir savaşı bekliyor muydunuz, hazırlıklı mıydınız?” diye soruluyordu. Bosnalı hanım da:

“-Biz Sırplarla komşuyduk ve çok samimiydik. Birbirimize gider gelirdik. Biz mutfaklarımıza yumurta kaynatma makinası alırken, onlar silah alıp hazırlık yapıyormuş! Meğer biz onları canciğer komşu zannederken onlar bize bakıp «müslüman düşmanlarımız» diye kinleniyormuş. En son kıyma makinaları moda olmuş, Bosnalı kadınlar Avrupa’dan getirtmenin derdine düşmüştü. Şimdi o kıyma makinalarından müslüman çocukların etleri geçiriliyor!” demişti.

 Küfür hiç değişmez dostlar! Ve hiçbir zaman bizim onlara baktığımız gibi saf, samimi ve sevgi dolu bir dost olarak bize bakmazlar. Bu sünnetullah îcâbıdır ve kıyamete kadar hak-bâtıl dâima savaş hâlinde olacaktır. İnşâallah, önünde-sonunda hak gâlip gelecektir; bu, Rabbimizin vaadidir. İşte bu mücadelede biz hangi taraftayız? Yaptığımız şeyler, konuştuklarımız ve duruşumuz kime hizmet ediyor, kime zarar veriyor? Dâvâmızı ne kadar biliyor, tanıyor ve bağlanıyoruz?

Rabbimiz, insanları samimiyet testlerinden geçirip imtihan ediyor; mü’minle kâfiri, mücâhid ile tembeli ayıracak sayısız imtihandan geçiriyor. Elbette bu imtihanları kazananlarla kaybedenler de bir olmaz. Zira bu, Allâh’ın adâletine aykırı…

Hepimiz, kendimizi ciddî bir muhasebeden geçirmeliyiz. Rabbimiz, cümlemizi bu hak dâvânın daimî hizmetkârlarından eylesin. Bize, takvâ sahiplerine rehberlik yapacak kıvamda göz aydınlığı olan âile ve nesiller ihsân eylesin. İslâm’ın müstakbel zafer günlerinde, bize de gazâ, cihâd ve şehâdet payı lutfetsin. Asrın Fâtihlerini, Selahaddîn-i Eyyûbîlerini, Âişelerini, Sümeyyelerini, Meryemlerini yetiştirmeyi nasip eylesin! Hidâyete ulaştıktan sonra ayaklarımızı hak yoldan kaydırmasın. Bizi içimizdeki ve dışımızdaki amansız düşmanlar karşısında sabit-kadem eylesin. Âmin.

 

[1] Bkz: Nesâî, Hac, 4.

[2] Bkz: Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 456.

[3] Bu hususla ilgili âyetler için bkz: en-Nisâ, 95; el-Enfâl, 72; et-Tevbe, 20, 41, 44, 81, 88. Hadîs-i şerîfler için bkz: Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îman, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 28-29.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle