Gönül İkliminden İnciler

İnsanı diğer mahlûkattan ayıran fârik vasıflardan biri olan iffet, nefsi her türlü şehevî ve süflî arzulara kapılmaktan muhafaza edebilmektir. Onun kaybedilmesi; -Allah korusun- insanlık haysiyetini zâyî etmek ve diğer mahlûkâtın durumuna düşmek, yani insanlığa veda etmek demektir.

İffet, İslâm’ın inşâ etmek istediği müslüman şahsiyetinin vazgeçilmez bir vasfını oluşturmaktadır. Nitekim zulümden sakınmak[1] dolayısıyla hakkı gözetmek; elini, dilini, gözünü, ırz ve namusunu koruyup[2] zinaya yaklaşmamak;[3] taşkınlığı terk edip mûtedil davranmak[4]; nefsine hâkim olmak[5]; sabretmek sûretiyle öfkeyi kontrol etmek[6] gibi dînin üzerinde ehemmiyetle durduğu pek çok emir ve yasak, aslında kişiye “iffet” fazîletini kazandırmaya yöneliktir.

t Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, kıyâmete kadar gelecek bütün erkek ve hanımlara numûne olmak üzere, iffet âbidesi iki kişiyi misâl olarak takdim etmektedir. Bunlardan biri, iffeti dolayısıyla zindana atılmayı göze alan Hazret-i Yusuf u’dır. O ki, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yani servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunan Züleyha tarafından şiddetli bir arzuyla; “–Heyte lek!” yani “–Gelsene bana!” ifadelerine muhatap olmuş ve böylece çirkin bir fiile davet edilmişti.

Mukâvemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf u “maâzallâh” dedi; Rabbine sığındı.

Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü câzibe unsuruna sahip bir kadından, üstelik gözlerden uzak bir mekânda gelen davete “hayır” diyebilmektir.

Nitekim Allah Rasûlü r bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, Allah Teâlâ’nın yedi sınıf insanı Arş’ın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:

“Güzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «–Ben Allah’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” olduğunu ifade buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 36)

Yine Rasûlullah r Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde, geçmiş ümmetlerden yolculuğa çıkan üç arkadaşın yolda yağmura yakalanmaları sebebiyle korunmak için bir mağaraya sığındıklarını ve bu esnada dağdan kopup gelen bir kaya parçasının mağaranın girişini kapattığını haber vermiş ve aralarında:

“−Sâlih amellerimizle Allâh’a duâ etmekten başka çâremiz yoktur. Zira bizi buradan, Allah’tan başka hiç kimse kurtaramaz.” şeklinde konuştuklarını bildirmiştir.

Sonra da her biri, yapmış olduğu sâlih bir ameli Cenâb-ı Hakk’a vesîle kılmış ve Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla mağaradan kurtulmuşlardır.

İşte o üç arkadaştan biri de, Cenâb-ı Hakk’a Allah korkusunu, hayâ ve iffetini vesîle kılarak şöyle ilticâ etmiştir:

 “–Yâ İlâhî! Amcamın bir kızı vardı. Bir erkek, bir kadını ne kadar çok sevebilirse, ben de onu o kadar seviyordum. Onunla beraber olmak istedim. Lâkin teklifimi kabul etmedi. Birkaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu. Kendini bana teslim ederse, ona yüz dirhem vereceğimi söyledim. Çâresiz kabul etti. Tam el uzatacağım sırada:

«–Allah’tan kork da haksız olarak mührümü bozma!» dedi.

Elimde imkân olduğu hâlde, Allah’tan korkarak ondan uzaklaştım. Verdiğim paraları da ona bağışladım.

Allâh’ım! Eğer bu işi sırf Sen’in rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belâyı üzerimizden gider!» (Bkz. Buhârî, Edeb 5, Enbiyâ 53; Müslim, Zikir, 100; Ahmed, IV, 274)

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de -Yusuf u gibi- bizlere misâl verdiği bir diğer kişi ise, iffet vasfı sebebiyle ismi zikredilen Hazret-i Meryem’dir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi.” (et-Tahrîm, 12)

Kur’ân’da ismi zikredilen tek hanım, Meryem Vâlidemiz’dir. Hattâ iffet vasfı dolayısıyla ismi tam 34 kere zikredilmiş, kendisine gökten sofra indirilmiştir. Hazret-i Îsâ u’ın Kur’ân-ı Kerîm’de ekseriyetle “Meryem oğlu Îsâ” şeklinde zikredilmiş olması da, Cenâb-ı Hakk’ın ona ve dolayısıyla iffet vasfına olan husûsî bir iltifâtıdır.

Rasûlullah r Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Cennet kadınlarının en faziletlileri; Huveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fâtıma, İmran’ın kızı Meryem ve Muzahim’in kızı (Firavun’un karısı) Asiye’dir.” (Bkz. Heysemî, Zevâid, 9/223)

Demek ki bir hanımın, Cennet’e nâil olabilmesinin yolu, Efendimiz’in isimlerini zikrettiği bu hanımların hayatlarında gizli. Onlar ne yaptılar, nasıl yaşadılar? Hülâsaten ifade etmek gerekirse, ömürlerini büyük bir îman hassâsiyeti ve güzel ahlâk içerisinde yaşadılar. İffetlerini dâimâ korudular. Zira bir kadının en büyük haysiyet, izzet ve şerefi de; iffetini koruyabilmesindedir.

t Toplumda hayâ, iffet, nezâhet ve nezâketin hâkim olması, çok mühim bir mes’eledir. Zira İslâm, bütün fenâ işleri, hayâsızlık ve iffetsizliği haram kılmıştır. Fert ve toplum hayatında iffetin zedelenmemesi için tesettürü emretmiş ve harama bakmayı da yasaklamıştır.

Nitekim İslâm ile şereflenmeden evvel Araplarda tesettür diye bir âdet bulunmuyordu. Hicretin beşinci yılında farz kılınıncaya kadar, İslâm’ın ilk yıllarında da tabiî olarak böyle devam etti.

Tesettür âyetinin indirilmesiyle kadının mevkii yükseltildi. Şeref ve haysiyeti korunup îtibârı arttı. Kadın, bir iffet âbidesi hâline getirildi; vakar ve izzet sahibi bir kimlik kazandı.

Diğer taraftan erkek ve kadın arasında cinsî alâka evvelâ, “bakış”la başlar. Bu sebeple müslüman erkek ve kadınlara, nâmahreme bakmamaları, konuşacakları zaman da başlarını öne eğmek sûretiyle edebe dikkat ederek konuşmaları emredilmiştir:

(Ey Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle! Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini muhafaza etsinler. Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere ziy­netlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...” (en-Nûr, 30-31)

t Allah Rasûlü r Efendimiz, iffete o kadar ehemmiyet vermiştir ki, kadınlardan bilhassa iffetlerini muhafaza hususunda bey’at almıştır.[7] Bütün mü’minlere hitâben:

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve namusunu koruma sözü verirse, ben de ona Cennet sözü veririm.” buyurmuştur. (Buhârî, Rikāk, 23)

Hattâ, Peygamber Efendimiz’in Benî Kaynukâ Kabilesi’ne savaş ilan etmesinin sebebi, yahudi bir kuyumcunun müslüman bir hanımın iffet ve namusunu lekeleyecek sataşmalarda bulunması, ahlâksızca davranması olmuştur. Yani İslâm nezdinde iffet, bu kadar mühimdir.

Rabbimiz, iffetlerini muhâfaza eden erkek ve kadınların ilâhî mağfirete ve büyük bir ecre nâil olacaklarını haber vermiştir.[8]

t Cenâb-ı Hak, kulunun dâimâ iffet üzere bulunmasını istemektedir. Kulakta iffet, dilde iffet, gözde iffet, elde iffet, velhâsıl bütün bedende iffet istemektedir… Peki niçin?

Çünkü;

Dilin iffetsizliği, insanı gıybete götürür. Gözün iffetsizliği, kişiyi yanlış vitrinler, uygunsuz ekranlar, haram sahneler seyretmeye sürükler. Kulağın iffetsizliği, kişiyi şerri dinlemeye yönlendirir. Elin iffetsizliği, kişiyi günaha dûçâr eder. Vücut hatlarını belli edecek derecede dar, gözleri üzerine çekecek kadar gösterişli ve bakan kimseye Züleyha’nın dediği gibi “Gelsene bana!” dedirten elbise giymek de bedenin iffetsizliğidir ve kişiyi helâke sürükler. Rabbimiz’in bu husustaki emri ise, cilbâb, yani vücut hatlarını belli etmeyen bol elbiselerin giyilmesidir.

t Mü’min, iffetli ve hayâ sahibi olmalıdır. Nefsânî arzu ve hislerin kökü, tahayyül ve tasavvurda olduğundan, iffet ve nâmusu korumak ve nefse hâkim olabilmek için kalbi dâimâ güzel hislerle, zihni de ulvî düşüncelerle meşgul etmek lâzımdır. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz:

“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şeylerden biri, mideleriniz ve iffetleriniz hususunda sizi azgınlığa sürükleyen şiddetli arzular, diğeri de hevâ ve hevesinizin sizi dalâlete düşürmesidir.” buyurmuşlardır. (Ahmed, IV, 420, 423; Heysemî, I, 188; Ebû Nuaym, Hilye, II, 32)

İbn-i Atâullah el-İskenderî şöyle der:

“Bütün mâsıyet, gaflet ve şehvetlerin aslı, nefsânî arzulara râm olmaktır. Bütün tâatlerin, mânevî uyanıklığın ve iffetli olmanın aslı da nefsânî arzulara meyletmemendir.” (el-Hikemü’l-Atâiyye, no: 35)

Ârif bir zât ne güzel buyurmuştur:

“Bu cihan; âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için sır, hikmet ve ilâhî sanatı kalben seyredebilmek), ahmaklar içinse yemek ile şehvettir.”

t Zühd konusundaki rivayetleriyle meşhur olmuş âlimlerden Ahmed bin Ebu’l-Havârî, hocası Ebû Süleyman ed-Dârânî’ye;

“–Muhabbet ehli, Allâh’ın sevgisini ne ile kazandı?” diye sorduğunda ondan şu cevabı almıştır:

“–İffet ve kanaatkârlıkla.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, I, 382)

Bizler de evlâtlarımıza iffetin huzurunu, kanaatin zenginliğini, tevâzuun asâletini, sabır ve sebatın nihâî lezzetini, cömertliğin zevkini, merhametin hazzını kazandırabilme gayretinde olalım. Şayet bunu başarabilirsek, dünyanın süflî ve fânî câzibeleri onlara kolay kolay tesir etmeyecektir.

t Rasûlullah r Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsı şöyledir:

“Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.” (Müslim, Zikir, 72)

Efendimiz’in Cenâb-ı Hak’tan hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istemesi, bunların hem Allah katındaki yüksek değerine, hem de mü’minlerin hayatında bu vasıfların bulunmasının zarûretine bir işarettir.

Zira mü’min Allah’tan hidâyeti istemekle kendisini her türlü hayra ve başarıya götürecek şeyi; takvâ istemekle, Allâh’ın bütün emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmayı; iffet istemekle, her türlü günahtan korunmayı; gönül zenginliği istemekle de, hiç kimseye muhtaç olmamayı niyâz etmiş olmaktadır.

Velhâsıl İslâm’ın hedefi, iffeti mü’minin şahsiyet ve karakterine silinmez bir şekilde nakşetmektir. Çünkü kıskançlığa ve süflî arzulara meyilli olan nefis[9], ancak iffet fazîletiyle süslendiğinde, dînin ve aklın hoş görmediği şeyleri yapmaktan hayâ eder, kötülüğü ve çirkinliği kendine yakıştıramaz. Mü’mine yakışmayan çevrelerden uzak durur. İlâhî emirlerin dışına çıkmaz. Böyle iffetli gönüllerden oluşan bir toplum da maddî ve mânevî bakımdan yükselir.

Zira Rasûlullah r Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah bir toplumun devamını ve gelişmesini dilerse, onları müsâmaha ve iffetle rızıklandırır.” (Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, I, 34)

Rabbimiz, gönüllerimizi sevdiği ve râzı olduğu vasıflarla ziynetlendirsin.

Âmîn!..

 

[1] Bkz. Müslim, Birr ve Sıla, 56.

[2] Bkz. Müslim, Kader, 21.

[3] Bkz. el-İsrâ, 32.

[4] Bkz. el-Mâide, 87; Müslim, Birr ve sıla, 52.

[5] Bkz. Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25; Bkz. eş-Şems, 7-9.

[6] Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 3.

[7] Bkz. el-Mümtehine, 12.

[8] Bkz. el-Ahzâb, 35.

[9] Bkz. en-Nisâ, 128.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle