Kitap Tanıtımı

Dünden Bugüne EDEP GELENEĞİMİZ

Haluk Senâ Arı-Kadriye Bayraktar

(Eşik Yayınları, İstanbul, 2011)

 

Haluk Sena Arı ve Kadriye Bayraktar’ın kaleminden “Dünden Bugüne Edep Geleneğimiz”  kitabı, hasbihâl/söyleşi tarzında hazırlanmış “Radyo Onbeş”te yapılan “Edep Sohbetleri” programının kitaplaştırılmış hâli… Bu güzel sohbetler kitap hâline getirilirken, şiir, hikaye ve resimlerle daha da zenginleştirilmiş.

Dünden Bugüne Edep Anlayışımız, Kültürümüzdeki Nezâket Anlayışı, Âile Hayatında Edep, Bir Osmanlı Âilesinde Edep, Osmanlı’da Sıbyan Mektepleri, Mahalle ve Komşulukta Edep, Ticâretteki Edep Anlayışı, Câmi ve Mescidlerin Mimarisindeki Edep gibi farklı konular ayrı başlıklar altında incelenmiş. Her bir konu, bir konuşma sadeliği ve akıcılığında işlendiği için okuyucuyu hiç yormuyor. Göz alan bir süsleme gibi, hayatımızın her ânında olması gereken edebi işliyor. Geçmişi anlatırken bugünü, bugünü konuşurken geçmişi hatırlıyorsunuz.

Gün geçtikçe kaybolup giden edep ve nezâket değerlerimize ve onların nâdide temsilcilerine geniş çerçeveden ve hanım gözüyle bakmak için bu kitabı okumak gerekli… Şâirin, “bir şeyi kaybettik, ama her şeyi tutan bir şey” dediği cinsten en büyük değerlerimizden birisi edep… Ferdi yücelten, olgunlaştıran, insan-ı kâmil kılan… Toplumu incelten, zarifleştiren, birbirine bağlayan…

Bu kitabı bitirdiğinizde “Bir İstanbul beyefendisi” ile “bir İstanbul hanımefendisi”ni görmüş, onların oturduğu erguvan, gül, yasemin kokulu mahallelerden geçip hassas bir gönül ve ince bir firâsetle döşenmiş tertemiz hânelerinde misafir olacaksınız. Eğer siz de böyle kaybedilmiş bir hazinenin peşindeyseniz, işte ondan izler taşıyan bir define haritası… Bizden söylemesi…

 

Tadımlık:

“Edeb, dünyada başka insanların olduğunun farkına varmaktır. Farklı düşünsek, farklı çevrelerden gelmiş de olsak, karşımızdakini incitmeden ilişkilerimizi yürütmektir edeb. Bu, bir hünerdir.” (sh:11)

* * *

“Geçmiş yıllarda, başkasını imrendirmemek için o kadar itina gösterilirdi ki, eve alınan yiyecekler, kese kâğıdına konulur, zembille taşınırdı. “Zembil” kelimesinin “sen bil”den kinâye olarak söylendiği anlatılırdı. Yani içindekini sadece sen biliyorsun. Göstererek teşhir etmiyorsun. “Zembil” yoksa, evin erkeği, kese kâğıdını, büyücek bir mendile sarar, evine öyle götürürdü. Her hâlükârda saklamak ve gizlemek esastı. Şimdi şeffaf naylon torbada turfanda meyveleri taşırken, alamayanları pek hatırladığımız yok. Hayat sadece haz almak değil, merhamet, paylaşmak ve şefkat üzerine kurulmuştur.” (sh: 13)

* * *

 “Allah Teâlâ’nın bir insana «iyilik yapmayı» nasip etmesi bir şükür sebebidir. Yapılan iyiliği başa kakmak kadar, sağda solda anlatmak da büyük bir kusurdur. Hak ehli kimseler, yaptıkları hayırdan bahsedilince, âdeta unuturlar, «Allah bilsin yeter!» derlerdi. Şu mısralar, yaptıkları iyilikten bahseden kimselerden kaçınmayı ne güzel anlatıyor:

Geçme nâmert köprüsünden, ko aparsın su seni,

Korkma nâmert tilkisinden, ko yesin aslan seni.

İyilik gören de nankörlük etmemeli, teşekkür edip dostluğunu sürdürmelidir. «Kadirbilirlik» diye bir tâbir vardır dilimizde… Yapılan iyiliği unutmamak mânâsına gelir ve ve insânî bir davranıştır. İşi bitince iyilik gördüğü kimsenin semtine uğramamak, hiç de kadir bilir bir hareket olmaz.” (sh: 18-19)

* * *

“Hepimiz zaman zaman hata yapıyoruz, gönül kırıyoruz, nezâketsiz davranıyoruz. Özür dilemesini bilmek de bir meziyet. Fakat şunu da unutmamak lâzım ki, bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez. Bir halk deyişi de şöyledir: «Yiğidi bıçak kesmez, bir kötü söz öldürür.»” (sh: 22)

* * *

 “Eskiden sadaka taşları vardı. Sadaka gizli verilirdi. Hatta varlıklı kimseler, sadakasını atlas keseler içine koyar, öyle bırakırmış sadaka taşına. Ne alan belli, ne de veren. Veren, vermenin hazzını tadarken, alan da almanın ezikliğini hissetmezdi.” (sh: 25)

* * *

“Nezâket, «Aman efendim…» gibi sözlerle yapmacıklı davranmakla elde edilmez. Nezâket, karşısındakini önemsemek ve ona değer verdiğini hissettirmektir. Bunu da içten gelerek yapmaktır. Nezâket, ilk önce insana gönül kazandırır. Gönül kazanmakla insan, Allâh’ın rızâsını da kazanır.” (sh: 25)

* * *

 “Edeb ile ilgili büyükler şöyle demişler: Edeb, ölçüyü kaybetmemektir. Edeb, nerede duracağını bilmektir.” (sh: 25)

* * *

“Kültürümüzde misafir, güleryüzle: «Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz diye karşılanarak baş köşeye oturtulur. (…) Misafire kahveyi, evin yardımcısı getirse bile, ev sahibesi hanım yerinden kalkar, tepsiyi alır, fincanı da misafirin önündeki sehpaya kendisi koyar. Misafir, tepsiye uzanmaz. Misafirin tepsiden bir şey almasını beklemek hoş görülmez. Kahve bitince de fincanı, «Âfiyet olsun!» diye almak, yine ev sahibesinin vazifesidir.” (sh: 29)

* * *

“Osmanlı âile düzeninde sofra âdâbına çok dikkat edilirdi. Âilenin bir sofra düzeni vardı. Aynı zamanda bütün âile fertlerinin sofrada aynı anda bulunması şarttı. Bugünkü gibi aklına gelen tabağı alıp televizyon karşısına geçip yiyemezdi. Herkesin sofrada bulunması şarttı. Yemeğe önce evin büyüğü başlardı. Yemekten önce mutlaka «besmele» çekilirdi. Bu sofralarda, yemekte fazla konuşulmazdı. Yüksek sesle gülünmez, yemeği beğenmeyen, sevmeyen biri varsa, bunu açıklamazdı. Sofrada su içmek isteyen olursa, gençlerden biri bardağına suyu koyar. O kimse suyunu bitirinceye kadar sofradakiler bekler, su içenin yemek hakkı böylece korunurdu. Herkes önünden yer, ekmek ve su bırakmazdı. Çünkü bu da bir yerde israfa gidiştir.” (sh: 36)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle