Ben Allah İçin Ne Yapabilirim?

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri (gayret gösterenleri) elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki, Allah, ihsan sahipleri ile beraberdir.” (el-Ankebut, 69)

 

Yetmiş yaşında, taptaze bir dimağ... Hizmet ufku pörsümemiş bir muallim… “Benden ne olur?” değil, “Ben Allah için ne yapabilirim?” diye dertlenen bir vakıf insan... Fakirlere uzanan yardım eli, yetimlerin yüreğini ısıtmak için çırpınan bir gönül insanı Meliha Yalçıntaş... Bizler kendilerini tanımakla müşerref olduk. Kıymetli okuyucularımız için de güzel bir numûne olacağından şüphemiz yok!.. Buyurun hidâyet, hayır ve vakıf hizmetleriyle yoğrulan bir hayata misafir olmaya…

 

“Meliha Yalçıntaş Hanımefendi kimdir?” diye söze başlasak, neler söylemek istersiniz? Bize biraz kendinizi tanıtır mısınız?

İzmir’in Bergama ilçesine bağlı “Kınık” kazasında, 1942 yılında dünyaya geldim. Allâh’a şükürler olsun ki, Rabbimizin bir lutfu olarak huzurlu bir hayat geçirdim. Çiftlik hayatı yaşadım, toprakla haşır-neşir oldum. Dolu dolu geçti çocukluk yıllarım... Daha sonraki yıllarda İstanbul’a taşındık.

İlkokula başladığımda ise, benim için yeni bir dönem de başlamış oldu. Çünkü öğretmenim Sâime Dinçer Hanımefendi, sadece öğretmen olarak okuma-yazma değil, ayrıca abdest, namaz ve ilmihal bilgilerini de öğretirdi. Hâlbuki o devirlerde bunu yapmak, hem yasak ve hem de tehlikeli idi. Bu konu ile ilgili bir hatıramı paylaşmak isterim:

Bir kuruluş, her yıl düzenlediği yarışmayla en başarılı öğrenciler arasından kur’a ile belirlediği bir öğrenciye yüksek miktarda para ödülü verirdi. Öğretmenimiz Sâime Hanım, bu ödülü, benim almamı çok istiyordu. Çekiliş için gittik. Tabiî, birçok sınıfın birincileri de oradaydı. Herkes, sıra ile kutudan kâğıdı çekiyordu. Sâime öğretmenim, bana sıkı sıkı bir tembihte bulunmuştu.

“-Çekiliş yapmaya gidene kadar Kelime-i Tevhid’i oku!..” Ben de:

“-Peki, okuyacağım!..” demiştim. Ben okuya okuya gittim. “Bismillâh” dedim ve çektim. Ve bir baktım, ödül bize çıkmıştı. Öğretmenime dönüp:

“-Öğretmenim, bize çıktı! Dediğiniz oldu, duâlarımız kabul oldu.” diye bağırıyordum.

Çocuk aklı, o an hiç düşünemiyordum ki, öğretmenimi, dînî telkinlerini ortaya çıkararak tehlikeye attığımı… Öğretmenimiz, çok idealist ve mükemmeliyetçi idi. Hepimizin başarılı olması, onun en büyük hedefi idi.

 Daha sonra da İstanbul Kız Lisesi’ne kaydoldum. Bizim devrimizde öğretmenler çok kaliteli idi. Tabiî çok da disiplinli... Elhamdülillah, hep başarılı bir hayatım oldu.

1960 İhtilâli sırasında, Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Babam, şirketimizin işlerini takip edebilmem için hukuk okumamı çok istiyordu. Ama hiç avukatlık yapmak nasip olmadı.

 

Nevzat Yalçıntaş Beyefendi ile izdivacınız hangi vesile ile oldu?

Âile dostlarımızdan hukukçu Prof. Dr. Selçuk Özçelik Beyefendi, babamın arkadaşlarındandı. Nevzat Bey’i tanıyınca, bize lâyık olduğunu düşünerek âileleri tanıştırdı. Ben hiçbir zaman evleneceğim kişide güzellik, mevki vb. vasıflar aramadım. Düzgün karakterli olsun, beni anlasın istedim. Eşimin hocası, Nevzat Bey doçent olmadan evlenmesine izin vermediği için yaklaşık altı ay nişanlı kaldık. Eşimle evlenmeden önce bir antlaşma yaptım; kendi vasıflarımı ve ideallerimi anlatarak çalışmak istediğimi söyledim. Kendileri de “Olabilir” dediler, fakat evlenince çalışmama izin vermediler. Benim gibi çalışmayı ve üretmeyi seven birisine bu ağır bir imtihandı, ama iki tarafın anlayışı ile bu problemi de orta yolda halletmeye gayret ettik. Elhamdülillâh eşim, Allâh’ın bana verdiği lûtuflardan bir tanesidir. Eşim de isteklerini bana arz ederdi. Ancak hiçbir zaman zorla “Bunu yapacaksın!” diyerek beni incitmedi. Karakterimi de biliyordu, ben zorlamaya gelemeyen bir insandım.

 

Âile hayatınızdaki huzurun sırları nelerdir?

Bence karşılıklı sevgi ve saygı… Dikkat ederseniz, bu, iki taraflıdır. Eşimin hoşuna gitmediği şeyleri ben yapmadım veya yapmamaya gayret gösterdim. Benim sevmediğim şeyleri o yapmadı. Kimse kimseyi değiştiremiyor. Herkes sınırlar dâhilinde birbirine saygı göstermeli. Ben kendilerinden, “beş çaylarına gideyim, çeşit çeşit alayım, giyeyim” gibi taleplerde bulunmadım. Ben “üretici” olmayı ve “hayırlar yapmayı” istedim. O da hayırda bana engel olmadı.

Evlilikte iki tarafa da bolca sabır tavsiye ediyorum. Bir de fikrî yönden anlaşabilecekleri kimselerle evlenmeyi tercih etmelerini...

Tarafların evlilikteki öncelikleri önemli… Eşinizde ne arıyorsunuz? Zenginlik mi, güzellik mi, makam mı, asâlet mi? Ben, şahsen kendi evliliğimde zenginlik, güzellik ve mevki aramadım. Çocuklarımı evlendirirken de İslâmî hayat yaşayan adayları tercih ettim.

 

Bir müddet Ankara’da ikamet ettiniz; bu yıllar sizin açınızdan nasıl geçti?

Oğlum Murat, bir yaşlarında iken Nevzat Bey, Ankara’ya Devlet Planlama’ya geçti. Biz de bir müddet sonra oraya gittik. Bir daha geri dönmeyeceğimizden korkarak annem evimizi taşımamızı istemedi. Tabiî, iki evladı vardı, onların da yanında olmasını istiyordu. Biz de Ankara’da yeni bir ev daha açmak istemedik. O zaman bu, bizim bütçemizi zorlayan bir şeydi. Eşimin âilesi, Ankara’da yaşıyordu. Eşim Nevzat Bey:

“-Âilemle aynı evde oturur musun?” diye sordu.

“-Tabiî otururum. Sizin âileniz, benim âilem!..” dedim.

Görümcem, iki kayınbiraderim, kayınvâlidem ve kayınpederim… Ev de iki oda, bir salon… Fakat huzurla yaşadık. Eşimin âilesi, mükemmel bir âile... Ben evlenmeden önce bir kız kardeşim yok diye hep üzülürdüm. Ama görümcem, benim kız kardeşim gibi oldu. Kayınbiraderlerim erkek kardeşlerim gibi oldu. Eşim yoğun çalışırdı. Eksiklerimi kayınbirâderlerime söylerdim.

“-Tamam, yenge!” derlerdi.

Hepsi bana çok yardımcı olurlardı. Âilece birbirimize karşı çok saygılı idik. Ben kendi evimin rahatlığından gelmiştim. Tabiî bazı zorluklar oldu. İstediğin gibi oturup kalkamıyorsun, hep hareketlerinize dikkat ediyorsunuz. Ben de biraz bunaldım ve eşime tekrar çalışmak istediğimi söyledim. Nevzat Bey de:

“-Öğretmenlik yapabilirsiniz.” dedi.

Sevinçle hemen Millî Eğitim Bakanlığı’na gittim. Formasyonum olmadığı için hemen öğretmenlik yapamayacağımı söylediler. Eğitim Fakültesi’ne devam edip formasyonumu alırsam, başlayabileceğimi söylediler. Üzülerek eve geldim. Eşime olanları anlattım. O da:

“-Tamam, formasyonunu al o zaman…” dedi.

“-Fakat oğlum çok küçük!..” deyince, Allah râzı olsun, kayınvalidem:

“-Kızım, sen git! Ben torunuma bakarım.” dedi. Çok sevinmiştim. Eğitim Fakültesi’ne bir sene devam edip formasyonumu aldım. Ama öğretmenlik yapmak yine nasip olmadı.

 

Allah bugünler için aldırmış demek ki..

Evet, o zamanlar çok üzüldüm. Fakat hiçbir şey boşa gitmedi. Avukatlığımı oğlum için kullandım. Öğretmenliğimi de bu okulumuz için, elhamdülillâh!

 

Çalışma hayatınız nasıl başladı?

Ankara’da hayatımız, resmî dâvetlerde geçiyordu. Beş sene Ankara’da kaldık. Sonra 12 Mart Hâdisesi ve ihtilâl oldu. Hükümet değişti. Ben çocuklarımla İstanbul’a döndüm. Eşim, babamı çok severdi. Babamdan ricâ ettim. Çalışabilmem için, Nevzat Bey’le siz de görüşebilir misiniz diye…

Babam, Nevzat Bey’e:

“-Madem dışarıda çalışmasını istemiyorsun. Bizim şirketimizde çalışsın!” deyince, Nevzat Bey, babamı kıramayıp teklifini kabul etti.

12 sene, babamın şirketinde çalıştım. Şirkette işçilerin ihtiyaçları ve problemleri ile ilgilenirken aslında ilk vakıf çalışmalarım da başlamış oldu. Onların evlenmelerine ve ev almalarına vesîle oluyorduk. Hasta olanları tedavi ettiriyorduk. Nevzat Bey’in çevresi üniversiteden olduğu için doktor arkadaşları da bize yardımcı oluyordu.

Aslında hayır hizmetlerimiz, üniversitede okurken de başladı diyebiliriz. Ben fakir arkadaşlarımı babamla tanıştırıyordum. Babam kısa süreli işler veriyor, karşılığında da onlara ücret ödüyordu. Arkadaşlarım, minnet altında kalıp incinmesinler diye bu yolu tercih etmiştik.

 

Bu arada içten içe, dindarlığa doğru bir yolculuğunuz mu başladı?

Evlenince, eşim, benim yaşantıma da hiç müdahale etmedi. Sadece:

“-Beraber namaz kılsak ne kadar güzel olur, değil mi?” diye sorunca, ben de:

“-Tabiî…” dedim.

Zaten benim de içimde vardı. İlkokulda Sâime Hocam, dînî bilgiler hususunda iyi bir temel atmıştı. Evde de sadece babam namaz kılardı. Ama bize bir şey demezdi. Sonra eşimin desteği ile namaza başladım. Bir ara kendisi bana:

“-Gel, sana Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğreteyim.” dedi.

Tabiî eşten hoca olamayacağını da o süre içinde anlamış oldum. Sonra ben, kendi kendime öğrenmeye başladım. Eşim, bir yandan da beni çalışma hayatımdan koparabilmek için kendi dindar arkadaş muhitine götürmeye başladı. O esnada Doktor Gülsen Ataseven Hanımefendilerle tanıştık. Ben namaz kılıyorum, fakat tam mânâsı ile bir dönüş hareketi yok!.. Ama bir yandan da İslâm’ı tam mânâsı ile yaşamayı arzu ediyorum. O arada Münevver Ayaşlı, Samiha Ayverdi, Safiye Erol, Emel Esin hanımefendilerin konferans ve sohbetlerine katılıyorduk. Ben ruh dünyamda hem araştırma ve hem de mücâdele hâlindeydim.

Münevver Ayaşlı Hanımefendi’yi de çok seviyordum. Onun “Pertev Bey’in Üç Kızı” adlı romanını okurken romandaki büyük kız benim çok ilgimi çekti. Onun arayış hâli, tam beni anlatıyordu. Benim de içimde iki ses vardı: Bir tarafta Gülsen Hanımların bulunduğu çevrede huzur buluyordum. Diğer tarafta nefsimin hoşuna giden yerler vardı, ama orada da huzurlu değilim. Hayrı istiyorum, onu yaşamak da istiyorum. Bunun için beni zorlayacak veya harekete geçirecek bir şeylerin olması gerekiyordu.

Yavaş yavaş başımı örtmeye başladım. Giydiğim elbiselere dikkat etmeye başladım. O sırada içime bir ateş düştü: Ben hacca gitmeliyim diye…

Hacdan sonra dinimi yaşamam ve çevreme kabul ettirmem daha kolay olacak diye düşündüm. Çünkü bir tarafımız hâlâ İslâm’ı yaşamamı kaldıracak bir muhit değil!.. Onlar yüklendiğinde İslâm’ı anlatabilmem ve onlarla mücâdele edecek güce sahip olmam lâzım. Eşime:

“-Ne olur beni hacca götür!..” dedim. O da:

“-Tamam.” dedi.

Hac mevsimi gelene kadar dört defa umreye niyet ettik. Her defasında bir engel çıktı. Bu engellerden kendimi sorumlu tutuyordum. Ben İslâm’ı tam mânâsı ile yaşamadığım için Allah beni kulluğundan sildi ve beni, evine kabul etmiyor diye düşünüyorum. Bir gün sabah kahvaltısında ağlayarak:

“-Nevzat Bey, herhalde Allah beni kulluğundan sildi!.. Bak, onun için bir türlü gidemiyoruz!..” deyip ağlamaya başladım. Bana:

“-O diyarlara gitmeyi bu kadar çok mu arzu ediyorsunuz?” diye sordu. Ben de:

“-Evet, çok istiyorum.” dedim.

“-Haydi, İslâm Konferansı toplanıyor, biz de davetliyiz. Seni de götüreyim!..” dedi.

Nasıl heyecanla hazırlandım bilemezsiniz… Ama bir taraftan da inanamıyorum. Kâbe-i Muazzama’yı görünceye kadar öleceğimi, oraların bana hiçbir zaman nasip olmayacağı korkusunu yaşayarak gittim.

 

Kâbe-i Muazzama’yı görünce ne hissettiniz?

Hayatımda orada hissettiğim duygu ve îman neşesini hiçbir yerde hissetmedim. İnanın, onları kelimelere dökmenin imkânı yok!.. Kâbe-i Muazzama’ya büyük kapıdan girip de karşımda görüverince âdeta tutuldum, uzun bir müddet kendime gelemediğimi hissettim. Eşim:

“-Hadi yürü!..” dediğinde:

“-Ne olur, beni rahat bırak!..” dediğimi hatırlıyorum, sonrasını hatırlayamıyorum.

Kendime geldiğimde ezân okunuyordu ve ben tavaftayım. Ama ne okudum, kaç tavaf yaptım, hiç hatırlamıyorum. O zamana kadar eşime hiç bu kadar içten teşekkür ettiğimi hatırlamıyorum. Eşime:

“-Nevzat Bey, sizden bir şey istiyorum. Ne olur uzunca bir müddet burada yaşayalım.” dedim. Ve orada da bunun için çok duâ ettim. Allah, bu duâmı, altı sene sonra kabul etti.

 

Orada ne kadar ikâmet ettiniz?

Bir seneliğine gittik, beş sene kalmak nasib oldu. Eşim, İslâm Kalkınma Bankası’nda çalışma teklif edilince bana:

“-Ne dersiniz, Cidde’de oturmak ister misiniz?” diye sordu. Ben de:

“-Ben Rabbimden Cidde’yi değil, Mekke-Medine’yi istedim!..” dedim. Kendileri:

“-Merak etmeyin, arası yetmiş kilometre, sık sık gider geliriz!..” dedi.

Hakikâten her Cuma giderdik. Orada da Muhterem Bekir Berk beyefendiler dostumuzdu. Onlarla da çok güzel hâtıralarımız oldu.

Ben oraya İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için gittim, ancak Türkiye’de İslâm’ın daha güzel yaşandığını gördüm. Çünkü oradaki birçok kişi, içinde bulundukları nimetin farkında değiller!.. Biz uzakta olduğumuzdan herhâlde, hasretimiz, edebimiz, yaşantımız daha farklı... Hele İslâm’ı sonradan binbir meşakkatle bulanlar, bizden daha da öte!.. Hayatlarında hiç tâviz yok!.. Sımsıkı bağlanıyorlar. Onlar, insanı bu yönleri ile kendilerine hayran bırakıyorlar. Rabbimiz, bizi İslâm’ın kıymetini bilenlerden eylesin..

 

Şefkat Vakfı’nın kurucularındansınız. Bu vakfı kurma fikri nereden geldi? Tek hizmet müessesesi vakıf da değil; Şefkat Kolejleri ve Şefkat Çocuk Sevgi Evleri de var. Bu hizmetler nasıl başladı?

İki oğlum, bir kızım var. Onları kendi hayatımda yaşadığım eksiklikler olmadan yetiştirmek istedim. Mânevî hayat ile dünya hayatının, İslâm’a hizmet bâbında atbaşı gitmesi gerektiğini düşünüyordum. Çocuklarımın hem zâhirî, hem de bâtınî ilimlerle yoğrulmasını istiyordum. Bunun için hem araştırıyordum, hem de zihnimde birtakım projeler üretiyordum. Bu düşüncelerimi harekete geçiren bir hâdise oldu. Oğlum, altı-yedi yaşlarındayken arabamızla eve dönüyorduk. O esnada radyoda içki reklamı yapıldı. Oğlum:

“-Anne, İslâm’da içki haram değil mi?” dedi. Ben:

“-Evet.” diye cevap verdim.

“-O zaman neden içki reklamı yapılıyor?” diye sordu.

Şimdi ne diyeceğim? Çocuğumun hem menfî olarak toplumla çatışmasını istemiyorum, hem de doğruyu bilmesini istiyorum. Ve o anı kurtarmak için:

“-Oğlum, bu topraklarda Yahudi de, Hıristiyan da, Ermeni de var. Bu reklam, onlar için… Bizim için değil!..” dedim, ama içim de rahat etmedi.

Çocuklarıma dört yaşına girdikleri zaman hemen bir hocaefendi ayarladım. Hem Kur’ân-ı Kerim, hem de dînî bilgileri öğretmesi için… Hocamız, İslam Enstitüsü mezunuydu ve çok güzel öğretiyordu. Ben de dünyevî ilimleri üzerine düşüyordum. Gayretim, bir soru sorulduğunda, hem dînî boyutu ile hem de dünyevî boyutu ile cevap verebilmeleri...

Hanımlar Kültür ve Yardımlaşma Derneğimiz de 1973’de kurulmuştu. Biz hanımlar toplanıyoruz. Hedef ve projelerimizi konuşuyoruz. Ben orada oğlumun bana, arabada sorduğu soruyu ve benim bu konudaki cevabımın yetersizliğini anlattım.

“-Çocuklarımızı korumak için neler yapabiliriz?” diye sordum.

“-Bir okul açalım!..” dedik. Ama bu, o kadar zor bir hayal ki, fakirlerin ihtiyaçları için bile zor para denkleştiriyoruz. Yaptığımız çaylarla, para biriktirip okul yapmanın imkânı yok! Biz de Fâtih’te bir arkadaşımızın çok cüz’î bir ücretle kiraya verdiği bir dâireyi tutup çocuklarımız için programlar yapmaya karar verdik.

Bu arada bizim Fevziye Kardeşimiz:

“-Abla, ben araştırdım. Bizim önce vakıf kurmamız lâzım. Sonra okul için para toplamak daha kolay olacak!.. Etraftan yardım yapmak isteyenler, böylece gönül rahatlığı ile yardım ederler.” dedi.

O sırada 1980 İhtilâli’nin ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Ardından sıkı yönetim ve ihtilâl oldu.

“-Hepimiz örtülüyüz, nasıl vakıf kuracağız?” derken, “Yâ Allah diyelim, başlayalım!” dedik ve başladık.

Bütün arkadaşlara polis gitti, soruşturmalar falan oldu. İnanın, her gece kalkıp duâ ederdik. Bir gün Fevziye Hanım geldi:

“-Abla, beş milyona arsa bulduk!” dedi.

“-Paramız yeterli değil.” deyince arkadaşlarımızdan Perihan Hanım:

“-Ben alayım, siz bana ufak ufak ödersiniz!..” dedi.

Sağolsun, arsayı böylece almış olduk. Elhamdülillâh, gelen paralarla önce borcumuzu ödedik. Sıra inşaata geldi. Fevziye Hanım, bu hususlarda çok ataktır.

“-Abla, biz elimizdeki imkânlarla başlayalım. İnşaat görünürse, daha çok yardım eden olur.” dedi.

Gerçekten siz bir şeyler yapınca, Allah’tan yardım geliyor. Siz, “Önce yardım gelsin, sonra yaparım!” deyince olmuyor. İnşaata başladık, ancak gün geldi, işçilere para bulamadık. Bir akşam eve telefon geldi. Taşeron, işçilere para verilmesi gerektiğini hatırlatıyor:

“-Yoksa işçiler işi bırakacak!..” diyor. Ben de:

“-Ne olur bırakmayın, en kısa zamanda ayarlayacağız!..” diyorum.

Eşim telefonda konuştuklarımızı duydu. Tabiî çok kızdı. Sonuçta vakıf için de olsa bir alacaklı evimizi arıyordu. O gece çok duâ ettim:

“-Yâ Rabbi! Bu hayrı Senin rızân için yapıyoruz. Ve bu parayı bulamazsak bu hayır burada kalacak. Ne olur, yardım et!..”

Sabah bir telefon… Evyap’lar arıyor.

“-Meliha Hanım, evdeyseniz şoför size bir emanet getirecek!..” dediler.

Bir müddet sonra emanetimiz geldi. Tam da ihtiyacımız kadar... Eşime:

“-Bak, Allah gönderdi!.. dedim. Ve eşim, ondan sonra hiç bu konularda müdahale etmedi, sağolsun. Dört-beş sene inşaat sürdü. 1990-1991 yılında eğitime başladık. Bizim vakıf ve okul projelerimiz, tamamen gayret, duâ ve ihlâsın beraber yolculuğudur.

 

Bu kadar koşuşturmaya rağmen yorulmamanızın sırrı nedir?

Herhalde ideallerimin çok olmasıdır. Hâlâ hedeflerimin çoğunu gerçekleştiremedim. Bir üniversite ve bir gençlik merkezi kurmak istiyorum. Gençliğimizin madden ve mânen tatmin olacağı her ilim olsun, spor merkezi, eğlence alanı olsun, istiyorum. Bu konuda Said-i Nursî Hazretleri’nin duâsı hep ilgimi çekmiştir. Talebelerine bir dağın başında çok zor şartlar altında ilim öğretirken ve ilmini yazdırırken talebeleri:

“-Hocam, biz bu kadar yazıyoruz, ama bu yazılanlar ne olacak?” diye soruyorlar. Said-i Nursi Hazretleri:

“-Siz yazmaya devam edin. Bu yazdıklarınız bir gün bütün dünyanın her yerinde okunacak!..” diyor.

Tabiî, o günün şartlarında, bu, talebelerine imkânsız gibi geliyor. Ama bugün baktığımızda gerçekten Said-i Nursî Hazretleri’nin eserleri, dünyanın birçok yerinde okunuyor.

Benim de yıllar öncesinden başlayan bir hayalim vardı ve bunun için duâ ederdim:

“-Yâ Rabbi!.. Anaokulundan üniversiteyi bitirene kadar maddî-mânevî bütün ilim ve değerleri ile mücehhez bir nesil yetiştirmeyi nasip et ki, bu nesil, sadece Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında, bütün ülkelerin üst bürokratları olsunlar ve o ülkelerin kaderinde söz sahibi olsunlar!.. İslâm’ın güzelliğini bütün dünyaya tevzî etsinler. Bu nesli yetiştirmek şerefini de bize nasip et!..”

 Ben gençliğimi değerlendiremediğime hayıflanıyorum. Hâlbuki nefsî planda eksiğim yoktu. Ten planında mutlu olduğumu düşünüyordum. Tabiî, İslâm’ı yaşamaya başlayınca gerçek huzur ve mutluluğu tanıdım. Eskiden bir şeyi başaramayınca çok acı çekerdim. Ne zamanki “ilâhî kader” ve “takdîr-i ilâhî” mefhumlarını öğrendim; huzurum da, başarılarım da arttı. Bu kanaate, pek çok tecrübe neticesinde geldim. Zenginlik de gördüm, kısmen mahrum olduğum zamanlar da oldu. Zenginlikle fakirlik, ikisi de zor!.. Zenginliğin şükrünü edâ etmek çok zor... Fakirliğe de sabretmek zor. Ama ben, hayır işlerinde kullanacaksam, zenginliği tercih ederim. Ve Allah imkânlar nasip ettikten sonra, onu hayırda kullanacak bir irâde ve firâset de nasip buyursun!

 

Enerjinizi taze tutan, sizi devamlı motive eden şeyler nelerdir?

En çok bir insana yardım edip onu mutlu ettiğim zaman yaşadığım huzur ve şükrün tadıdır diye düşünüyorum. Hani hadîs-i şerîfte geçer ya: “Sırf Allah için bir fakiri doyurdun mu? Bir hastayı ziyaret ettin mi? Bir insanı tesellî ettin mi?” diye... Bunu yapınca, sizdeki enerji hiç bitmiyor, hep tazeleniyor işte...

Keşke daha önceden, Rabbim “Ol!” deseydi de ben İslâm’la hayatımın ilk yıllarından itibaren yoğrulsaydım. Çünkü hayat o kadar kısa ki, yapmak istediklerinizin hepsini yetiştiremiyorsunuz.

Gençlere de tavsiye etmek isterim ki, mutlu ve huzurlu olmak istiyorlarsa, hizmet ehli olsunlar. Ve vakitlerini, önümüzde nasılsa daha çok zaman var diyerek boşa geçirmesinler. İnsan her şeyi susturabilir; insanı susturabilir, etrafı susturabilir veya duymazdan gelebilir. Fakat vicdanınızı susturamazsınız ve onu duymazdan gelemezsiniz. O yüzden aklınıza gelen hayrı, hemen yapmaya gayret ediniz!... Mesela hasta arkadaşlarım oldu, onları yarın ziyâret edeyim diye düşündüm. Sonra öğrendim ki, o hasta arkadaşım, kendisini ziyaret edemeden vefat etmiş. Hayatımda bu gibi hâdiseleri çok yaşadım. Bunun için hayırlı işlerinizi ertelemeyin!..

Anneler-babalar, fakir fukarâ ile çok meşgul olsunlar. Ben, çocuklarımı Daru’l-Aceze’ye çok götürürdüm. Oradaki çocukları görsünler. Herkesi kendileri gibi zannetmesinler. Meselâ okulumuzda da her sınıfımızın bir fakir âilesi vardır. Sınıfça onlar, ziyaret edilir, görüşülür. Bu gibi irtibatlar olmayınca, ellerdeki nimetin farkına varılamıyor, bu da şükürsüzlüğe sebep oluyor.

Meselâ şimdilerde pek çok umreye giden var. Bu, çok güzel bir şey. Ama umremizin kabul olup olmadığını da sorgulamalıyız. Bunun en pratik yolu, umreye gidip döndükten sonra hayatımızda ne değişti? Meselâ kötü bir huyumuzu veya alışkanlığımızı bıraktık mı? İşte size kendinizi test imkânı!..

Arkadaşımın bir annesi öğretmendi. Meslek seçimi hakkında tartışırken bize şöyle bir nasihatte bulunmuştu: İnsanlığa hayrı dokunan bütün meslekler mukaddestir. Bir çöpçü olsanız da işinizde en iyi, en güzel hizmet etmeyi hedefleyin!... Ben şimdi bunu talebelerimize de söylüyorum. Gerçekten herkes, yaptığı işin en iyisini yapsa, ne güzel olur, değil mi? Böyle olursa enerjiler tükenmez.

 

Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, bize “Ahsinû: En güzel şekliyle yapın!” buyuruyor. Kullarının da yaptıkları her şeyin en güzelini yapmasını istiyor. Bir de kâinât, Rabbimizin en güzel şekilde yaratıp tanzim ettiği varlıklarla dolu değil mi?

Muhtereme Meliha Hanımefendi, bize kıymetli vaktinizi ayırıp, yaşadığınız hayatla ve tecrübelerinizle bizi aydınlattığınız için çok teşekkür ederiz. Rabbimiz ömrünüze ve hizmetlerinize bereketler ihsan etsin. Rabbimiz, sizinle yaptığımız bu röportajı da hayır ve hidâyetlere vesile eylesin, inşâallah!..

Âmin! Asıl biz teşekkür ederiz. Bu imkânı bize tanıdığınız ve kıymetli okuyucularınızla sohbet etme imkânı verdiğiniz için… Rabbim, hayırlara vesile kılsın.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle