Kâmil Mü'minin Sırrı, Esmâ-İ Hüsna'dır!

KÂMİL MÜ’MİNİN SIRRI, ESMÂ-İ HÜSNÂ’DIR!

 

Yaşadığımız kâinat, yani “makro dünya”, ayarlanıp terk edilmiş makine gibi, çok dakik bir saat misâli çalışıyordu. Her şey basit bir sebep-sonuç ilişkisine bağlı idi. Göremediğimiz aklın bilemeyeceği tuhaf yasalar ortaya çıkıncaya kadar… İnsanın kendine olan sonsuz güveni, her şeyin bilimle bilinebileceği inancı, kuantum ile yıkıldı. İhtimaller, sahip olduğumuz tabiatın ve bütün varlıkların en iyi tarifini yapıyordu.

Makro dünyamızın her bir maddesinin içinde, en küçük yapı biriminde beş duyumuzla algılayamadığımız “mikro dünya”, yani “atom altı dünya” mevcuttu. Makro dünya, yani görünen dünyada kurallar, kâideler olduğu kadar; mikro dünya, kuralsız ve çok ihtimalli idi. Aynı şartlar altında bir cismin her zaman aşağı düşmesi gerekmiyordu, bazen yukarıya da çıkabilirdi. Atom altı dünyada binlerce ihtimal vardı. Atom parçacıkları çok esrarengizdi.

Her şey, “Dalga Parçacık Etkileşimi Çift Yarık Deneyi” ile ortaya çıktı. Bir kutunun üst tarafında iki yarık oluşturuldu. Bu yarıklardan birini kapatıp diğerinden kum taneleri boşaltıldı. Kum taneleri yarığın altında küçük bir tepe oluşturuyordu. Bu kez iki yarık birden açılıp kum boşaltılınca kum taneleri birbirini iterek her bir yarığın altında kum tepeleri oluşturdu. Bunlar tahmin edilebilecek şeylerdendi.

Bu kez deney, dalga ile yapıldı. Tek yarıktan giren ışık, yarığın hizasında dalgalar hâlinde yerleşiyordu. İki yarıktan giren dalga, karmakarışık, ayrı ayrı ve birçok yerde idiler. Bu şaşırtıcı idi. Bu kez elektronlar için bu deney uygulandı. İki yarıktan birden gönderilen elektronlar, dalga gibi davranıyordu.

“-Allah aşkına neler anlatıyorsun!..” demeyin, lütfen, az sabredin.

Bilim insanları, parçacıkların hangi yarıktan geçtiğini anlamaya çalıştıkça parçacıklar davranışlarını değiştiriyordu. Bu kez atom parçalarının hangi yarıktan geçtiğini tespit etmek için yarıklardan birine dedektör yerleştirdiler. İnanılmaz bir şey olmuştu. Kum taneciği gibi davranıyorlardı. Atomlar, parçacık gibi mi, dalga gibi mi davranacağının gözetlenip gözetlenmediğine göre karar veriyordu.

Taştan tutun bitkilere, insana kadar bütün maddeler, atom altında aynı idi. Milyonlarca ihtimal vardı ve bilinmez bir el ihtimallerden birini değerlendiriyor, ihtimal su oluyor, ateş oluyordu. Özünde ateş de, hava da, toprak da aynı idi. Hepimizde diğer kardeşimizin ihtimali vardı. Şekillerimiz farklı olsa da, özde aynı idik. “Ol!” diyordu yüce kudret, bir anda atom parçacıklarındaki ihtimallerin biri devreye giriyor, ne istendi ise öyle oluyordu.

İşte bilim, bu kadar çok ihtimalin içinde bir tanesini kimin seçtiğini anlamaya çalışadursun, inanan gönüller, O’nun kim olduğunu iyi biliyordu: Cenâb-ı Allah… O sebeptendi ki, içinde onlarca ihtimali taşıyan ateş, “yakmama”, “serin olma” ihtimalini devreye sokarak Hazret-i İbrahim’i yakmıyordu.

O zaman bir eşyanın içinde binlerce ihtimal var idiyse, gerçek ne idi? Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi, tabiat kanunları “sünnetullah”tı. Bu kadar dengesizliğin içinde, dengeyi sünnetullah kuruyordu. O da Cenâb-ı Hakk’ın kudreti, ilmi ve iradesi ile oluyordu. Dış dünyada mevcut olan yerçekimi, momentum, hız, öz kütle, zaman, yoğunluk, sürpriz yapmıyordu, ama hepsinin içinde sürpriz yapma potansiyeli vardı. Kıyamet, sebep-sonuç ilişkisinin sona erip atom altı parçacıklarının kaosu idi. Su yanacak, yıldızlar dökülecek, Güneş sönecek ve daha nicesi…

Kuantum Fiziği, bize “dolaşıklık” denilen kâinâtın bir özelliğini daha anlatıyordu. Atom altı, dalga gibi davranıyorsa, kâinâtın bir köşesinde olan bir özellik, zaman almadan kâinâtın bir başka köşesinde ortaya çıkabiliyordu. Buna “kelebek etkisi” deniyordu. Kelebek kanadını çırpınca üç gün sonra başka bir yerde fırtına çıkıyordu. Tabiattaki her şey, birbirine görünmez bir şekilde bağlı idi.

Beynin çalışma sistemi araştırıldı, o da kuantum sistemi ile çalışıyordu; binlerce ihtimal içinden biri seçiliyordu. Bu çok iyi bir şeydi; ihtimal ne kadar çoksa imkân da o kadar çok demekti. Kâinâtın bir ucundan gönderilen düşünce, beynin tamamına tesir ediyordu. Düşüncenin ışıktan da hızlı olduğu anlaşılmıştı. Bir şey, ânında diğer bir şeyi tesiri altına alıyordu. Hayatımıza kısa bir süreliğine giren kişiler ile hayat boyu fikrî irtibat bitmiyordu. Koca bir ağın içindeydik.

İşin en enteresanı ise, atom parçacıkları gözetlendiği zaman, kontrol eden bir göz devreye girdiği zaman; davranışını değiştirmesi idi. Bunun üzerine kişisel gelişimciler büyük bir hamle yaptılar. Mâdem beyin, atom altı parçacıkları gibi işliyor, mâdem gözetlendiği zaman istediği gibi davranamıyor; o zaman bizler düşüncelerimizi gözetleyip, kontrol altına alarak kendimizi iyileştirebilir, istediklerimizi elde edebiliriz. Niyetin esrarını öğrendiler ve kâinâta isteklerini söylüyorlardı. Telkin tekniklerinin başarısı inanılmazdı.

“-Sen harikasın, sen beceriklisin, seni herkes sever.”

Bunlar, buz dağının görünen iyi tarafı idi. Düşünce gücü ile kaderin de önüne geçeceklerine inandılar. Düşünce gücü ile kâinatı istedikleri gibi oynatabileceklerini sandılar. Secret kitabını yazdılar, birçok NLP, kişisel gelişim kitabı yok sattı. Sadece niyet edip odaklanıyorlar; istek ve ısrarlarını devam ettirip vazgeçmeyerek arzu ettiklerine kavuşuyorlardı. Hevâ nasıl ilâh edilmesin şimdi:

“İste, olumlu enerji gönder, vazgeçme, sabırlı ol, kâinat sana hizmet etmek için çalışmaya başlar.”

Buraya kadar her şey güzelken, birden işler ters gitmeye başladı. Bir delikanlıyı üç kız aynı anda seviyor ve kâinâta enerji gönderiyorlardı. Delikanlı, değil onlardan birini almak, gidip annesinin istediği kızı alıyordu. Burada ciddî bir travma yaşadılar, çünkü küllî irâde oyun bozuyordu. Kulun dilemesinin yetmediği, Allâh’ın takdîrinin devrede olduğu durumlar çoktu. Cenâb-ı Hak, dilerse kulunu imtihan ediyordu ve bu düşünce gücü ile değil, teslîmiyetle aşılacak bir engeldi. Cenâb-ı Hak, ne zaman iyileşeceğine hükmederse, kişi o zaman iyileşiyordu. Hüküm O’nundu ve işler dönüp dolaşıp O’nda kalıyordu.

Rûhu’l-Beyân Tefsîri’nde Hızır ile Mûsâ kıssasında, Kehf Sûresi tefsir edilirken denir ki: Her yıl hacda ziyaret tavâfını yaptıktan sonra Hızır -aleyhisselâm- ve İlyas -aleyhisselâm- Kâbe’nin karşısına oturup şu sözleri tekrarlarlar:

“Allah Teâlâ, bir kuluna iyilik diledi mi, onun elinden onu kimse alamaz; Allah ne derse o olur. Allah Teâlâ bir kuluna musîbet dilediği zaman, o musîbeti o kuldan sadece Allah kaldırır. O, ne derse o olur. Kula rızkı sadece Allah verir; O ne derse, o olur. Kuvvet ve kudret sadece Allâh’ın elindedir. O ne derse, o olur.”

* * *

“-Allâh’ın bir murâdı var ve onu değiştiremiyoruz!” derken “Ana kitap Allah Teâlâ’nın yanındadır ve dilediğini değiştirir.” (er-Ra’d, 39) âyeti çok hoşumuza gitti ve o zaman öyle bir şey bulmalıydık ki, istediğimiz şeyi değiştirebilelim.

“-Ne olabilir?” derken Esma-i Hüsnâ keşfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın en güzel isimleri… İlâhî kudret karşısında zoru gören çakma tanrılar:

“-O zaman ilâhî kudreti, O’nun esmâları ile devre dışı bırakalım, biz ne dersek, o olsun!” dediler.

Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinde büyük sırlar vardı. “el-Kâbız” esmâsını okuyup birilerini sıkıntıya soksak… “el-Vedûd” esmâsını okuyup birilerini kendimize âşık etsek… “er-Rezzâk” esmâsını okuyup zengin olsak… Kontrolümüz altındaki düşüncelerimiz ve niyetimize güzel isimleri de dâhil ederek; Allâh’ın dilemesini, ilâh edindiğimiz nefsimiz, hevâ ve hevesimiz için kullansak…

“Havas ilmi” dedikleri büyücülük işlerine; büyü bozan, baht açan, âşık eden, rızık açan, ebcet hesabı ile belirlenmiş Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini âlet ettiler. Namaz ve duâ ile Allah Teâlâ’dan yardım istemek, zorlarına gitti de dinle-diyânetle hiç ilgisi olmayan insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri ile Cenâb-ı Hakk’ın kaderine ayar çekmeye, Allah Teâlâ’nın özel alanına girip O’nun isimleri ile O’na iş öğretmeye kalkıştılar.

İnsanoğlunu çok iyi tanıyan Mevlâmızın o sebeptendir ki Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili indirdiği ilk âyet, “En güzel isimler Allâh’ındır. Bu güzel isimlerle O’na duâ edin, O’nun isimleri hakkında doğru inançtan sapanları kendi başlarına bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekecekler!” (el-A’râf, 180) âyeti idi.

İlhad; Hak’tan sapan, îtidalden ayrılan mânâsına gelmekte olup ya tamamen inkâr etmek; isimleri, inkâra götürecek şekilde açıklamaya kalkmak, ya bu isimleri Allah’tan başkasına nisbet etmek ya da bugün kullanıldığı şekli ile hevâ ve heves doğrultusunda isimleri kullanarak insanların hayatına müdâhale etmek idi.[1]

İkinci esmâ-i hüsnâ âyeti; “Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 8) Kürsü, O’na âittir; Allâh’a ait olan yönetim dairesine müdâhale etmek, ulûhiyete karışmak demek olup hevâ ve hevesini ilâh edinen nefis, bu yolda isimleri kullanamaz. Gerçekte tek ilâh vardır; o da nefsimizin hevâ ve hevesi değil, Cenâb-ı Hak’tır.

Üçüncü esmâ-i hüsnâ âyeti, İsrâ Sûresi’nin 110. âyeti idi ve “Allah” adına veya “Rahmân” adına duâ edilmesinin neticeyi değiştirmeyeceği, çünkü O’nun birden fazla isminin bulunduğu ifade ediliyordu. Medîne döneminde nâzil olan Haşr Sûresi’nin son üç âyetinde ise (el-Haşr, 22-24) Allâh’ın on altı ismi sıralanmış ve bir defa daha O’nun Esmâ-i Hüsnâ’sının bulunduğu belirtilmişti.

Peki, bu Esmâ-i Hüsnâ ne içindi? Kur’ân-ı Kerîm, şifaydı, hidâyetti, nûrdu, furkandı, hayatımıza yeterince katkı sağlıyordu. Esmâ-i Hüsnâ, yani Cenâb-ı Hakk’a âit en güzel isimler, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına kendisini tanıtması idi.

Kulun, Yaratıcı’sını küçük aklı ile tanıyıp bilmesi mümkün değildi. Ancak kudret sahibi olan Allah Teâlâ, dilediği şekilde kendisini tanıtabilirdi. Sevdiğimiz insanların özelliklerinin değişme ihtimali çokken, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsı değişmiyordu. Bu kulda sonsuz bir güven ve saygı meydana getiriyordu.

Kul, Rabbini O’nun isimleri ile bilir. Allah Teâlâ, âlem ve insanla ilişkilerini esmâları üzerinden kurar. Kâinat ve insan, bu isimlerin tecellîsidir. Her insanda doksan dokuz esmânın tecellîsi vardır. Yalnız bunlar insanlar tarafından bilinip kâbiliyetleri doğrultusunda açığa çıkarılması gerekir. İnsan, mutlaka bir esmânın mazharıdır. Yani onun yaratılış gayesinin içinde baskın bir esmâ mevcuttur. Kul, bu esmâyı bulup onun minvalinde gayret ederse, başarıya ulaşır. Aksi durum, koskoca bir hayatın heder olması demektir.

Özünde Rahîm esmâsının tecellîsi olan, kâinâta merhamet ederek hizmet edecekken, “el-Vehhâb” isminin tecellîsi olan da karşılıksız verecekti. O zaman karşılıksız veren bir çocuğu:

“-Menfaatini koru!” diye hırpalamak, esmâsının özünden haberdar olmamaktı. Kişinin içinden, elinde olmaksızın bir coşku gibi taşan, onun esmâsı idi. Allah Teâlâ, kâinâttaki dengeyi farklı farklı esmâlarla yarattığı kulları ile tesis etmeyi murâd ediyordu. “el-Metîn” esmâsının tecellîsini taşıyan kişi, zayıflara sahip çıkarken, “el-Bedîu” esmâsını tecellîsine sahip olanlardan güzel sanatlar ortaya çıkıyordu.

Buhârî ve Müslim’in Ebû Hüreyre’den rivayet ettikleri şu hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın yüzden bir eksik, doksan dokuz ismi vardır. Kim onları ezberler ve sayarsa cennete girer. Allah tektir, tek olanı sever.” (Buhârî, Şürût, 18)

Bu hadiste geçen “ahsâ”, saymak ezberlemek, mânâsına iyice vâkıf olmak, o isimler ile kendini inşâ etmek mânâlarına gelmektedir. Kişi, kuru kuru bu isimleri ezberlemeyecek, önce kendisini iyice tanıyacak… “Öfkeliyim, çok hırslıyım, kindarım, kıskancım, tembelim, vefâsızım, aşırı merhametliyim!” gibi nefsinin röntgenini çektikten sonra Esmâ-i Hüsnâ’yı çok iyi bilip hangi kötü ahlâkını hangi ismi zikrederek düzeltebileceğini belirleyip tek tek üzerinde zikir ile, fikir ile, amel ile çalışarak kâmil mü’min olabilecektir. İmâm Gazâlî’nin işaret ettiği seherler, esmâların inkişâfı için bulunmaz fırsattır.

İnsanlarla kurduğumuz ilişkilerde hep karşımızdakini kusurlu bulur, kusurlu huylarının değişmesi gerektiğine inanırız. Değiştirmezse, bu ilişkiyi yürütemeyeceğimizi söyleriz. Lâkin hiç kimsenin karşısındaki kişiyi değiştirdiği görülmüş şey değildir. İlişkileri yürütebilmemiz için, sadece kendimizi değiştirebiliriz. Bunu da:

“-Ben çok alınganım; bu zaafımı nasıl tedavi edebilirim?”

“-Çok bencilim bu kötü ahlâkımı nasıl düzeltebilirim?”

“-Konuştuğum zaman çok kırıcıyım.”

“-Evlâtlarımı çok aşağılayarak konuşuyorum.”

“-Âniden öfkelenip eşime ters ters cevaplar veriyorum.” gibi beşerî münasebetlerimizdeki hatalarımızı belirleyip, bu hâllerimizi esmâların esrârından istifadeyle düzelterek; hayatı, hem kendimiz, hem karşımızdaki insanlar için daha yaşanılır hâle getirebiliriz. Kişi, duâlarını esmâlar ile güçlendirecek, esmâlar ile tesellî bulacak, rûhen sükûna erecek… Esmâlar ile Allâh’a hayranlığı artacak, esmâlar ile kul olmayı öğrenecektir.

Ebcet hesabı ile zikir, yahudi âdeti olup bugün mü’minlerin pek bir ilgilendiği alan oldu. Esmâlar ile kâmil mü’min olma yolunda kendimizi inşâ etmekten başka; bugün eşimizi, çocuğumuzu, patronumuzu, konu-komşuyu değiştirmek için kullanmaya başladık.

Esmâları ben, tahrip gücünü bilemediğimiz, tesir etmesini istediğimiz alandaki etkisini kontrol edemediğimiz için, atom bombasına benzetiyorum:

“-Eşim, anne ve babasına çok düşkündü. Biraz onlardan uzaklaşsın diye bazı isimleri çektim, şimdi âilesini görmek istemiyor. Hocam, ben kul hakkına girdim mi?”

“-Eşimin eline para geçince gayr-i meşrû yollarda harcar oldu, ben de rızkı biraz daralsın da âilesini bilsin diye şu isimleri çektim. Şimdi borçlardan kendimizi kurtaramıyoruz.”

“-Oğlum lisede iken iffetli olsun, kızlara bakmasın diye şu esmâyı çektim, şimdi de kimse ile evlenmek istemiyor, evlendiremiyorum.”

“-Eşim çocuklarına düşkün olsun diye esmâları çektim. Şimdi, iyi bir anne olmadığımı, çocuklarını benim ziyan ettiğimi söyleyip boşamak istiyor.”

İlâh olan Cenâb-ı Allâh’ın sahasına müdahale edince doğru yolu şaşırıyor, uçurumun kenarına geliyoruz. Namaz ve sabır ile yardım istemek; en sağlıklı ve kulluğu en güzel ifade eden amel iken, hiç abdest-namazdan haberi olmayanların, eline tespih alıp hikmetini bilmediği nice şeyi değiştirmek için isimler çekmesi, başımıza daha çok işler geleceğinin habercisi…

Rabbimizden kendimiz için güzel ahlâk istiyoruz. Güzel ahlâk, Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Mevlâmızın ahlâkı da esmâları ile kendisi tarafından bizlere öğretilmiştir. Cenâb-ı Hak, bizlere kendisini, kendisi tanıtır. Kul, Cenâb-ı Allâh’ı, ancak esmâlarını öğrenip anlayarak, o isimle kula gerekenin ne olduğunu idrâk ederek tanır. O esmâ ile amel ederek Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanır. Bu böyle devam ede ede kişi kâmil mü’min olur.

“Mârifetü’n-nefs”, yani kişinin kendini bilmesi; öfkesini, kıskançlığını bilmesi değil, kendisindeki esmâların tecellîsini bilmesi ile mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ın “er-Rahîm” ismini anlayabilmesi için merhameti hayatına yerleştirip tecrübe etmesi gerekirken, cömertliğini anlayabilmesi için “el-Kerîm” esmâsının kendisinde nasıl tezâhür ettiğine bakması gerekecektir. Cenâb-ı Hakk’ın “Vehhâb”lığını idrâk edebilmek için, karşılıksız vermenin kendi hayatında nasıl yer ettiğine bakıp, o ismi anlamaya çalışacak; insanlara zamanından, sevgisinden, bilgisinden karşılıksız olarak nasıl verebileceğini öğrenip tatbik edecektir.

Kişi, bütün esmâları zikrederek, fikrederek, onlarla duâ ederek, amel ederek, kendi ahlâkına yerleştiğini anladığı vakit, Rabbini de bilmeye başlar. Esmâlar bunun içindir.

Esmâlar öylesine bir iksirdir ki, içimizde mevcut olan esmâ hazinesi, aynı ismin zikri ile kazılıp çıkarılır. Tek başına merhamet, zulmet getirir; o zaman adalet de gerekir. Bu kez âdil olabilmek için gayret edecektir. Kişide bütün esmâlar, kâbiliyeti ölçüsünde ortaya çıkarak ruhunda, kalbinde, aklında, nefsinde, bedeninde bir denge oluşturacak ve nihayet ona sükûnet getirecektir.

“Her şeye evet!” demek, kişiyi yorar. Bazen de “el-Celîl” ismi ile “Hayır!” diyebilme irâdesine ulaşmak gerekir. Esmâlar, kişinin irâdesini Allah Teâlâ’nın rızâsı doğrultusunda güçlendirir, şekillendirir. Bu kez bütün esmâlarla donanmış kişi kâmil insan olur. Kuantum ile çalışan kâmil insanın beyni, kelebek etkisi meydana getirerek diğer mü’minlerin beyinlerine tesir edebilecektir. Allâh’ın emanetini yüklenmek, sadece kâmil insanların harcıdır. Kâmil insan, kâinata, hayvanata; esmâlarla inşa edilmiş ahlâkı ile hayat verir, nefes aldırır. Bugün bizler evliyâ olamayız belki, ama kâmil insan olabilmemiz mümkündür, duâ etmek ve gayret göstermek gerekir.

Esmâlarla duâ ederken bir nevî esmâlarla kendimize telkin vermiş oluruz; şuurumuzu düzenler, hayatımıza rota çizeriz.

“-Rabbim; Rahmân, Rahîm, Afüv, Tevvâb, Raûf, Settâr, Ğafûr, Ğaffâr isimlerinle muâmele et bana!” diye duâ ederek, bu esmâların bizdeki izdüşümünü de harekete geçiririz.

Affedilmek için affetmeye, kusurlarımızın örtülmesi için kusurları örtmeye başlarız. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hep esmâlarla duâ eder ve Allâh’ın isimleriyle duâ eden kişiden hoşnut olurdu.

Esmâ iksiri tek başına kullanılmaz; îman ile, tevekkül ile, sâlih amel ile, teslîmiyetle birleştirilmesi gerekir ki, bu karışımdan güzel ahlâk çıksın. O sebepten esmâları öğrenmek, anlamak, amel etmek, zikretmek; kulun aslî vazifesidir. Kâmil insan olmak için elzemdir.

“Allah’tan geldik, Allâh’a gideceğiz ve bu yolculuğu, Allah Teâlâ ile birlikte yapacağız!” Birlikte olduğumuz yüce Mevlâ’yı tanımadan bu yolculuk nasıl yapılır? Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Tanıdıkça Allah aşkı, saygısı, takvâsı, mârifeti artacaktır.

Şimdi en başa dönelim, kuantum mekanizması ile çalışan insan beyninde ve düşünce sisteminde esmâlar tecellî edince kâinat, insanlık, çoluğumuz-çocuğumuz nasıl olur? Esmâların bizde tecellî eden nûru, çocuklarımıza nasıl tesir eder? Esmâlarla zirve yapan ihlâs, kulu hangi kıvama sokar? İşte o zaman cennet yeryüzünde başlar.

Kuantum, bize her insanın içinde binlerce ihtimalin olduğunu; tembellik kadar çalışkanlığın, cimrilik kadar cömertliğin de bizde bir ihtimal olarak bulunduğunu, dalâletin, hidâyet kadar kula yakın olduğunu, bütün bu ihtimalleri içimizde taşıdığımızı gösterdi. O zaman kimseyi yargılamadan, içimizdeki en güzel ihtimali seçip ortaya çıkarmak, esmâlarla mümkündür. Esmâ mevcutsa şayet, imkân çoktur.

 

Fatma Hâle SAĞIM

 

 

[1]Bkz. Taberî, IX, 91; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, vr. 5b; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XV, 71-72

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle