Kadir Mısıroğlu Ve Kitapları

İnsanlar vardır, yaşarken de ölü gibidirler; insanlar vardır, öldükten sonra da yaşamaya devam ederler. Bu durum, insanın kendisine biçtiği rol, hayata karşı duruşu, insanlarla münâsebeti, gayreti, fedakârlığı, hizmeti ve geride bıraktığı eserlerle ortaya çıkar.

Bir iddiâsı, bir dâvâsı ve varlık sebebi bulunmayan, gününü gün etmenin ve vakit öldürmenin dayanılmaz sıkıntısını yaşayan kimseler, nefes alıp veren ölüler gibidir. Kendilerine hayrı yoktur ki, başkalarına da bir hayırları dokunsun.

Bir de kendini, bir ideale adamış, ömrünü dâvâsına vakfetmiş; sevgisini, öfkesini bu dâvâyla şekillendirmiş çok az sayıda insan vardır ki, onlar, yaşadıkları demde bir hayat menbaı gibi etraflarına “âb-ı hayat” sunmakla kalmaz, öldükten sonra da eserleri, hatıraları, hedef ve hizmetleriyle kendinden sonrakilere canlı bir örnek olarak rehberlik ederler.

İşte dünyaya bir Kadir gecesi gelip bu fâni âlemden bir Ramazan gecesi ayrılan Kadir Mısıroğlu, bu ikinci gruba giren kimselerdendi.

1933 yılında, Trabzon Akçaabat’ta dünyaya geldi. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden ayrılışının üzerinden 10 yıl geçmiş; genç Türkiye’nin inkılaplarla yeniden, devlet marifetiyle ve zorla şekillendirildiği yıllardı. Pek çok câmi kapatılmış, İstiklâl Mahkemeleri ile düzen sağlanmaya çalışılmış, Kur’ân-ı Kerîm ve Elifbâ okuyup öğretmek yasaklanmıştı. Yeni düzen, kendisini sağlama almak için eskiyi karalamak derdindeydi. Okullardan başlayan eğitimde padişahların ne kadar kötü kimseler olduğu, eski yazının, eski kıyafetlerin ne kadar çağdışı olduğu genç beyinlere kazınıyordu.

O da böyle bir eğitimle başladı. Okumayı öğrenmeyi seviyordu. Babası, onun okumaya devam etmesi hâlinde, emsâli gibi, âilede gördüğü dinini, diyanetini kaybetmesinden korkuyordu. Bu yüzden ilk mektepten sonra okutmak istemedi. Ancak ahbapların ve çevrenin tesirine dayanamayarak okumasına gönülsüz de olsa izin verdi. Orta mektebi de Akçaabat’ta okuduktan sonra 1950 yılında Trabzon Lisesi’ne başladı.

1947 yılından itibaren Büyük Doğu dergisi ile tanışması, daha önce eline geçen her şeyi okuyan bu gence ayrı bir hedef ve ideal aşılamıştı. Lisede sistemin aksayan yönlerini ve bazı tarihî gerçekleri dile getirmesi sebebiyle bir haftalık “Tard-ı Muvakkat: Geçici Uzaklaştırma” aldı.

Aslında bu ceza bundan sonraki hayatının bir hülâsası gibiydi. O, yazdıkları, konferanslarında ve sohbetlerinde söyledikleri sebebiyle, bundan sonraki yıllarda pek çok cezâî tâkibâta uğradı. Onlarca dâvâdan mahkeme huzuruna çıktı, yıllar süren hapis cezasına çarptırıldı. Eserleri toplatıldı, kitap deposu yakıldı. Yurt dışına hicret etmek zorunda kaldı. 11 yıl kadar yurt dışında kaldı, vatandaşlıktan çıkarıldı, mallarına el konuldu. Kendi ifadesiyle birkaç kez suikast teşebbüsünde bulunuldu. Kısacası, düşündüklerinin, inandıklarının ve söylediklerinin bedelini ağır bir şekilde ödedi.

Kadir Mısıroğlu, aslında Hukuk Fakültesi okumuş bir gençti. Ancak mazlum ve mâsum insanların şahsî haklarını müdâfaa etmekten daha büyük bir davaya intikal etti. Tarihî şahsiyetine hoyratça saldırılan ecdadını savundu. Zaten kaleme aldığı eserlerin çoğu, tarihî hakikatleri ortaya çıkarmak içindi.

İlk defa “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?” (1965) eseriyle, Lozan hakkında oluşturulan efsaneyi gündeme taşıdı. Bugün üzerinden 55 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen bu üç kitaplık tarihî gerçekleri ortaya koyan ve alışılagelmiş yalanları reddeden seriye, resmî ideoloji tarafından ciddî bir cevap verilemedi.

Sonra bu ümmete, altı asır boyunca liderlik ve halifelik yapmaktan daha ciddi bir suçu (!) olmayan Osmanoğulları’na, yeni devletin kurulmasıyla yapılan kötü muâmeleyi, onların bir gecede çoluk-çocuk nasıl sınır dışı edildiklerinden başlamak sûretiyle yurt dışında mahrumiyet içinde sürdükleri hayatlardan hatıralar naklederek dile getirdi. (1974)

Millî Mücâdele yıllarında, halkın din âlimleri tarafından nasıl cihada teşvik edildiğini, düşmanın hep birlikte nasıl def edildiğini anlatan “Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı Mücâhidler” (1967) adlı eseriyle, daha sonra bu mücadeleye gölge düşüren ihanet, nankörlük ve savrulmaları kaleme aldı.

O bir taraftan yazdığı romanlarla gençlere ulaşmaya çalışıyor, Osmanlı tarihini Osman Gâzi’nin çocukluğundan itibaren daha basit bir dille ve hikâye tadında safha safha dile getiriyordu. “Kırık Kılıç”, “Uzunca Sevindik”, “Kanlı Düğün”, “Kavuklu İhtilâlci”… şeklinde başlayan seri, en son “Pîrî Reis”e kadar gelmişti.

Diğer taraftan “Macar İhtilâli”, “Amerika’da Zenci Müslüman Hareketi”, “Yunan Mezâlimi”, “Moskof Mezâlimi”, “Musul Meselesi ve Irak Türkleri”, “Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri”, “Ermeni Meselesi ve Zulümler” vb. kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönemlerine ve dünya coğrafyasında olup bitenlere tarihî perspektiften ışık tutuyordu.

Onun bu mesâîsi, Osmanlı tarihi üzerindeki çalışmalarının yanı sıra, daha geniş bir bakış açısıyla İslâm’ı anlamak ve anlatmak üzerineydi. Dâvâsı, İslâm’ı bu devrin insanlarına, bilhassa gençlere dosdoğru bir şekilde takdim edebilmekti. Bu sebeple önce “İslâmcı Gençliğin El Kitabı”nı kaleme aldı. (1981) Ardından “Hayat Felsefesi yahud Yaşamak Sanatı” (2005) ve “İslâm Dünya Görüşü” (2005) adlı kitaplarıyla gençlere, hayat yolculuğunda rehberlik etmek istedi. Aynı minvalde, İslâm’ın tarih boyunca art niyetli veya gâfil kimseler eliyle nasıl bozulmaya çalışıldığını göstermek üzere üç ciltlik “Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri” adlı kitaplarını neşretti.

Hâtırat, şiir, çocuk hikâyesi, düşünce, tarih, edebiyat ve hatta mezhepler tarihi sahalarında 60’ı aşan kitaplarına ilâveten hayretler içinde bırakan hâfızası, sağlam muhâkemesi, insana derinden tesir eden talâkati, Osmanlıca kelimelere vukûfiyeti ve bunu hem konuşma, hem yazmada rahatlıkla kullanabilmesi, hâdiseleri çok önceden sezen firaseti, bitmek tükenmek bilmeyen gayret ve hizmeti milyonlarca insanın şehâdeti ile sabittir.

O, 86 yıl boyunca, “Çınarlar ayakta ölür!” sözünün canlı bir şâhidi olarak, dâvâsı uğruna Anadolu ve Avrupa’da pek çok şehri gezerek yüzlerce konferans vermiş, televizyon ve internet üzerinden dünyanın bütün bölgelerine ulaşmaya çalışmış büyük bir dâvâ adamıdır.

Konuşmanın zor olduğu, en basit hakikatleri dile getirmenin büyük bedelleri göze almayı gerektirdiği bir devirde, mertçe, sözünü eğip bükmeden haykırmış, kalemini kılıç yaparak tarihteki sahte kahramanların üzerine savurmuştur.

O, Ehl-i Sünnet müdâfii, hak ve hakikat âşığı, sırât-ı müstakîm yolcusu, Hakk’ın hatırını insanların hatırından üstün tutan büyük bir dâvâ adamıydı. Büyük zirvelerde insanların yalnız kaldığı gibi, hayatının pek çok safhasında derinden derine yalnızlığı hissetmiş, ancak Rabbine dayanıp güvenmenin huzur ve saadetiyle bildiklerini dile getirmekten zerre kadar çekinmemiştir.

O, surda bir gedik açmış, çöle bir tohum ekmiştir. Bize düşen, onun açtığı hak yoldan ilerlemek; her geçen gün hakikatlerin üzerindeki perdeyi biraz daha kaldırmak ve dünyaya İslâm’ın güzelliklerini ulaştırmak için elimizdeki bütün imkânları seferber edebilmektir.

Ne güzel bir hayat yaşadın; bize nasıl aşkla, cesaretle, gayretle, fedakârlıkla, firaset ve tevekkülle yaşanır öğrettin. Mekânın cennet olsun, aziz üstadımız!..

PAYLAŞ:                

Hatice K. Akyuzlu

Hatice K. Akyuzlu

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle