Kadınlar Mı?

İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren ilk kadın Hazret-i Havvâ olmak üzere toplumun bütün kadınları, asırlarca konuşulmuş ve haklarında pek çok şey yazılmıştır.

 

Tarih Boyunca Kadına Bakış

Hazret-i Havvâ hakkında uydurulan yanlış ve esassız hurâfeler, zamanla bütün kadınlara teşmîl edilmiş, daha sonra özellikle yahudiler tarafından kadının “aşağılık” olduğu, necis ve tehlikeli olduğu anlayışı yayılmıştır. Öyle ki, iffet, hürmet ve saygınlık gibi mefhumlar, yalnız erkeklere mahsus görülmüş, kadınlar fıtrî özelliklerinden dahî dışlanmışlardır.

 Zamanla toplumun anneleri olan bu kadınlar için, düşülen bu “aşağılık” durumdan kurtarılma çalışmaları yapılmış; meselâ Yunan toplumunda, kadınlar evliliğe teşvik edilmiş, evlenip âile olan kadınlar methedilmişti. Bir kadının nikâh yoluyla bir erkeğe bağlanıp birlikte yaşaması, haysiyet ve şeref ölçüsü kabul edilmişti. Hattâ erkeğini mutlu eden, iffet ve terbiyesini muhafaza eden kadınlar, âile hayatının “kraliçesi” görülmüştü. Evlenip iffetli sayılan kadınlar, evlerinde haremlik-selamlık hayatı başlatmış, sokağa çıkarken vücutlarını saklayan büyük örtüler kullanmaya başlamışlardı. Özellikle asil ve soylu kadınlar, yabancı erkeklerle bir araya gelmemeye, konuşmamaya ihtimam göstermişlerdi.

O devirde Yunan kadınında aranan temizlik, iffet, haysiyet ve şeref gibi üstün meziyetler, kadına mümtaz bir mevkî kazandırmış; bunun yanında erkekler, hür kabul edilerek diledikleri gibi sorumsuz yaşamaya devam etmişlerdi. Çünkü toplum içinde onlardan temiz ve iffetli bir hayat beklentisi olmamış; onlar cinsiyetleri gereği, her yerde “üstün varlıklar” olarak tanımlanmışlardı. Dolayısıyla bu erkeklerin sokaklarda oturup kalktığı, toplum içinde görüştüğü bir kadın sınıfı da mevcuttu.

Yunan toplumunda bu iki sınıf büyümüş; erkeklerle rahat oturup kalkan kadınlar, izzet ve söz sahibi olmuşlardı. Bu kadınlarla düşüp kalkmak, eğlence ortamlarında bulunmak, toplumu büyüğünden küçüğüne bütünüyle istilâ etmiş, tâbiri câizse şehvet sokakları kaplamıştı. Tâ ki, filozoflar, şairler, edebiyatçılar bunları yazıp çizmiş; devrin en önemli politik dâvâları, bu kadınların huzurunda çözülür olmuştu. Hattâ Yunan milletinin güzelliğe olan düşkünlüğü, tapınırcasına güzeli sevmesi, onları çıplak heykeller yapmaya kadar sevk etmiş, nihayetinde güzellik ve aşk ilâhesi “Aphrodite” (Afrodit) doğmuştu.

Roma’da da âile önemli, özellikle erkek, karısı ve çocukları üzerinde tam bir hak ve hukuk otoritesine sahipti. Roma medeniyetinin zirveye çıktığı devirde kadın, âilevî nizama çok bağlı; iffet, şeref, hayâ gibi mefhumlar asalet ve şeref ölçüsü sayılmıştı. Meselâ bir defasında asil bir Romalı senato üyesi, öz kızının gözü önünde, karısını öptüğü için cemiyet bu laubâlîliği millî ahlaka en büyük hakaret saymış ve senatörün vazifesine son verilmişti.

Toplumun nüvesi olan kadının onur, haysiyet ve şerefine en başta Âlemlerin Rabbi çok ehemmiyet vermiş, adlarına özel sûre indirmiştir. Kadının ezilip hor görüldüğü zaman diliminde kara ve köle bir kadının (Hazret-i Hâcer’in) gayret ve koşuşturmasını, bütün mü’minlere “bir ibadet parçası” olarak vacip kılmıştır.

 

Ne Yapmalı, Nereden Başlamalı?

Toplumun mürebbîsi olan kadınlar, varlık şeref ve haysiyetlerine rağmen geçmişte olduğu gibi günümüzde de istismar edilmiş; fıtratlarında var olan zariflik, güzellik, ziynet ve merhamet basit metâlarla ölçülmek istenmiştir. Kadın fıtratında bulanan zayıflıkla, bulunduğu asil mevkîden kaydırılmaya çalışılınca, onunla birlikte bütün müessese ve anlayışlarda bir kayma yaşanmış; başta âileler olmak üzere zincirleme, bir dizi problem kaçınılmaz hâle gelmiştir.

Tevfik Fikret’in, “Elbet sefil olursa, alçalır beşer!” dediği gibi, kadın gerektiği şeref ve statüde bulunmadığı, hak ettiği hürmet ve kıymeti görmediği zaman toplumun diğer kademelerindeki problemler de sükun bulmayacaktır. Nitekim kadın, tek başına sadece bir fert değildir. “Sizleri çiftler hâlinde yarattık.”[1] hükmü gereği, hemcinsi olan bir erkek ve beraberinde bir çocukla bulunmaktadır. Devamında ise, büyüyen kartopu misali, geniş âile ve sülâleler kadınla irtibatlıdır.

 Peki, kadının tarih boyunca geçirdiği uzun serencama ve nihayet bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda, “Ne yapmalı, nereden başlamalı?” diye sorulacak olursa; biz de kısaca düştüğü yerden kalkmalı, deriz. Yani iffetinden, ahlâkından, sesinden, sözünden, davranışından, âilesinden ayağa kalkmalı; bunu kendi davranış ve ehliyetiyle bizzat göstermelidir.

 

Rabbi ile İletişimi

Kadın, öncelikle Âlemlerin Rabbinin değer verdiği, toplumunun önemli bir ferdi olduğu şuuru ile Rabbiyle iletişimine ihtimam ve muhabbetle yeniden sarılmalıdır.

Rabbiyle, cennet ve cehennem eksenli değil; muhabbet ve takvâ esası üzerine samimi bir iletişimde bulunmalı; bunun alt başlıkları olarak biyolojik ve psikolojik sağlığına, eğitim ve sorumluluklarına, çevresiyle ilişkilerine, temizlik ve bakımına önem vermelidir.

Nefes alıp verdiği bütün zamanının Âlemlerin Rabbi tarafından izlenip işitildiğini, hayır ve şer olarak her şeyin kaydedildiğini kesinlikle göz önünde bulundurmalı ve hiçbir gayretin karşılıksız kalmayacağı şuuruyla hareket etmelidir.

Sâliha bir kadın, Yaratıcısı ile irtibatını kuvvetli tutmak için düzenli bir hayat yaşar. Her gün kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i az da olsa düzenli okumaya çalışır ve ibadetlerinde hassas ve îtinâlı olmaya özen gösterir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in işaret buyurduğu üzere, “Rabbiyle konuşmak istedikçe Kur’ân okur”.[2]

Kitabına sımsıkı sarılır. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okuyanları şöyle medhetmektedir:

“Kıyamet günü Kur’ân getirilecek ve:

«-Ey Rabbim, beni okuyup hayatını bana göre yaşayan bu kulunu giydir.» diyecek.

Böylece o kimseye keramet (şeref) tâcı giydirilecek. Sonra Kur’ân:

«-Ey Rabbim, ona verdiğin nîmeti artır.» diyecek.

Böylece ona cennet elbisesi giydirilecek. Sonra Kur’ân:

«-Ey Rabbim, ondan râzı ol.” diyecek. Allah Teâlâ kendisinden râzı olacak. Sonra:

«-Ey kul, oku ve yüksel!» denilecek.

Böylece okuduğu her bir âyetle iyilik, sevap ve mükafatları artırılacak.”[3] buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm sayesinde, Allah ile konuşma şerefine eren bir kul, namazla da Allah ile buluşma makamına ermiş olur. Rabbimiz, her gün beş vakit, kullarını özel dâvetle huzuruna kabul buyuruyor. Namaz kılmayan, bu büyük dâvete icâbet etmeyen; “Allah beni huzuruna niye kabul etmedi?!” diye tekrar tekrar düşünmelidir.

Zira namaz, kişinin Âlemlerin Rabbine mîraç, O’nunla rû-be-rû (yüz yüze) özel bir görüşme hâlidir. Bu yüzden kişiye farklı bir enerji ve dinamizm verir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Haramlardan sakınırsan, Allâh’ın en âbid kulu olursun! Allâh’ın sana olan taksîmine râzı olursan, (kanaatta) insanların en zengini olursun! Komşuna ihsanda bulun ki, (kâmil bir) mü’min olasın. Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki, (kâmil bir) müslüman olasın! Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24)

 (Devam edecek.)

 

[1] Bkz. Fâtır, 11.

[2] Bkz: Süyûtî, I, 13/360.

[3] Tirmizi,Fedâilu’l-Lur’ân, 18/2915.

PAYLAŞ:                

Seher Küçük

Seher Küçük

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle