İnanarak Duâ Eden, Mahrum Olmaz

Kureyş müşrikleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamber olmadığını Mekkelilere kanıtlamak ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i zor durumda bırakmak maksadıyla yahudi âlimlerine danışmaya karar verdiler. Nadr bin el-Hâris ve Utbe bin Ebî Muayt’ı Medîne’deki yahudi âlimlerin yanına gönderdiler. Kitap ehli oldukları için kitapta geçen nebevî bilgilerden öğrenip Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e soru soracaklardı. Onların niyet ve maksatlarını öğrenen Medîneli yahudi âlimleri kendilerine hem taktik vermiş ve hem de soracakları soruyu öğretmişlerdi:

“-Size söyleyeceğimiz üç şeyi O’na sorun. Eğer onlardan ikisini size haber verir, üçüncüsüyle ilgili de çok mâlumât vermezse, O gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer hiç birine cevap vermez ya da hepsini cevaplandırırsa, yalancı biridir. Bunlar, Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve ruhtur.”

Mekke’ye döndüklerinde bu konuşmaları yârenlerine aktaran Nadr ve Ukbe:

“-Biz sizlere Muhammed’le aramızda nihâî hükmü verecek şeylerle geldik!” dediler.

Sonra da Ebû Cehil ile birlikte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip sorularını sordular. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Hakkında soru sorduğunuz bu şeyleri yarın size bildireceğim!” deyip, “İnşâallah” kelimesini zikretmedi. On beş gün vahiy gelmedi. Mekkeli müşrikler gelip gittikçe kendisiyle alay etmeye başladılar. Bu gecikme, Rasûlullah Efendimiz’e çok ağır geldi. Cenâb-ı Hak, nihayet sûrelerin en gizemlisini; hikmet, sır ve inananlara müjdeler getiren Kehf Sûresi’ni indirdi.

Cenâb-ı Hak:

“Yoksa Sen, Bizim âyetlerimizden olan Ashâb-ı Kehf ve rakîmi mi şaşırtıcı buldun?” (el-Kehf, 9) buyurarak sûreye Ashâb-ı Kehf kıssası ile başlar. Anlatılan âyetler hayret verici olsa da, bunda şaşılacak bir şey yoktur. En güzel amelleri, en şaşmaya değer alâmetleri; sonu toprak olan dünya hayatına aldanmayan, denenmiş kimseler içinden ortaya çıkarmak, Allâh’ın âdetidir. Şânı yüce olan Allah Teâlâ, yerleri, gökleri ve içinde bulunan her şeyi, bu kıssada olup bitenlerden daha hayret verici ve göz kamaştırıcı şekilde dizayn etmiş ve kendi varlık ve kudretine bir delil olarak ortaya koymuştur. Tabiî görebilen gözlere…

Muhammed bin İshâk’ın nakline göre, kıssanın geçtiği dönemde insanların durumu şöyle anlatılmaktadır:

“İncil ehlinin işi altüst olmuş, içlerinde suçlar büyümüştü. Krallar azgınlık etmiş, putlara tapıp onlara kurbanlar kesmekteydi. Gerçek İncil’e inanan müslüman halk, inancında serbest bırakılmamış, türlü şiddet ve işkencelerle putlara tapmaya zorlanmaktaydı.”

Güç, kuvvet ve mevki sahibi inançsızların ilk yaptıkları şey, nefislerini ilâh edinmek, kulluk ve ibadete yegâne lâyık olan Allâh’a inananları zor kullanarak kendilerine benzetmeye çalışmaktır. “Ashâb-ı Kehf” (Mağaradaki Gençler) kıssası, böyle fitne zamanlarında inananlardan beklenen duruşu, inançlarında sebat eden samimî mü’minlerin duâsına Cenâb-ı Hakk’ın mükemmel bir yardımla icâbetini anlatır.

Bu zâlim krallardan biri de Rum krallarından Dakyanus’tur. Müşriklerden tayin ettiği zâbıtaları, îman edenleri takip edip gizlendikleri yerlerden çıkararak onları Dakyanus’a getirir. O da müslümanları putlara kurban kesilen mezbahalara sevk ederek putperestlikle öldürülme arasında seçim yapmaya zorlar. Dünya hayatına rağbet edip ölümden korkanlar, onun dediğini yaparlar. Ebedî hayatı tercih edenleri de parçalayıp öldürerek şehrin surlarına ve kapılarına astırır. Sıra Ashâb-ı Kehf’in şehri olan Dekinos’a gelir.

Kral, askerlerine îman ehli olanların takip edilip yakalanmasını emreder. Büyük bir sürek avı başlar. İnananlar kaçıp gizlenir. Ahlâksızlığın diz boyu olduğu şehirde kralın gözüne girerek mevki bekleyen şahsiyetsizler, inananların kim olduğunu ve bulundukları yerleri ihbar ederler. Şehirde kimseye güven kalmamıştır.

“Biz Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatacağız. Hakikaten onlar, Rablerine îman eden birkaç genç idi. Biz de onların hidayetlerini artırdık.” (el-Kehf, 13)

Bu duruma şahit olup çok üzülen, Allah’tan başka ilâh olmadığına kalben inanan, samimî birkaç genç yiğitten oluşan az bir topluluğa, Cenâb-ı Hak hidâyet ve kalplerini takviye etmekle dinde sebatlarını artırarak yardımda bulunur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hidâyet bulanlara gelince, onların hidâyetlerini artırdı ve onlara takvâlarını verdi.” (Muhammed, 17)

* * *

Yıllarca ısrarla işlenen günahlar, tevbe ile temizlenmeyince yaşlı insanların kalplerinde inançsızlığı ve dinde gayretsizliği artırır. Gençler, daha temiz ve günahsız oldukları için îmânî konularda daha istîdatlıdırlar. Gençler, hakka daha çabuk yönelirler. O sebeple genç nesil, toplumlar için büyük ehemmiyet teşkil eder. İbn-i Kesîr tefsirinde şunları belirtir:

“Allâh’a ve Rasûlüne icâbet edip çağrılarını kabul edenlerin çoğunluğu genç idi. Kureyş’in yaşlıları ise dinleri üzere kalmaya devam ettiler; onlardan ancak az sayıda kimseler îman etmişti.

Taberânî ve İbnü’l-Münzir, İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir:

«Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka o genç idi. Daha sonra Yüce Allâh’ın:

“«İbrahim adında genç bir yiğidin onları diline doladığını işitmiştik.» dediler.” (el-Enbiyâ, 60)

“Hani Mûsâ genç delikanlısına şöyle demişti...” (el-Kehf, 60) âyetlerini okudu.

Kehf ashâbı da “inanmış genç yiğitler”di. Gençlerin birbirlerine tesiri çok daha kolay olduğu için, genç için arkadaşı çok mühimdir. Dindar bir arkadaş, dîni öğrenmek ve ibadetleri edâ etmek için bulunmaz hazinedir. Bunun en büyük misâli, inançları uğruna birlikte hareket edip ölümü göze alan, Ashâb-ı Kehf’tir. Bu genç topluluğun vasıfları şöyleydi: Bunlar Allâh’a îman etmişti. Allah da kalplerine sabır ve sebâtı ilham etmiş, sâlih ameli kolaylaştırmak sûretiyle îmanlarını artırmıştı. O bakımdan onlar her şeyden irtibatlarını koparıp Allâh’a yönelebilmiş, insanlardan uzaklaşabilmiş ve dünyaya rağbet göstermemişlerdi.”

* * *

Zorba kralın yardımcıları, bu gençleri ihbar eder. Kral, onları, hücrelerinde bastırıp huzuruna getirtir. Bu şekilde devam edemeyeceklerini söyleyip gençlerin putlara ibadet veya ölüm arasında seçim yapmalarını ister.

(Oranın hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz, Allah’tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dâir açık bir delil getirselerdi ya! Allâh’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?»” (el-Kehf, 14-15)

Karşısında yiğitçe ayağa kalkarak Allâh’a kulluğu bırakıp da putlara tapmayacaklarını îlan eden bu korkusuz gençlere sinirlenen kral, önemli bir iş için Ninova Şehri’ne gideceğini, geri dönünceye kadar kendilerine düşünmeleri için mühlet verdiğini söyler. Üzerlerindeki kıymetli elbiselerin soyulmasını emredip onları yanından çıkarır. Kralın tehdit edip korkuttuktan sonra durumlarını gözden geçirmeleri için onlara süre tanıması, Allâh’ın o gençlere bir lütfuydu.

Rûhu’l-Beyân Tefsîri’nde Bursevî Hazretleri, gençlerin bir çobanla karşılaştıklarını, çobanın onlarla aynı inanca sahip olup:

“-Madem rûhen kavminizden ayrıldınız, bedenlerinizle de kavminizde ayrılın (dağdaki geniş mağara demek olan) kehfe sığının! Şirk ehlinden uzaklarda, tenhâ bir yerde yalnızca Allâh’a ihlâsla ibadet edin. Eğer siz böyle bir şey yapacak olursanız, Allah sizin üzerinize sizi kavminize karşı kendisiyle koruyacağı bir rahmet yayar ve işinize büyük bir kolaylık sağlar, yani kendisinden yararlanacağınız ve size kolay gelecek yollar açar.” (bkz. el-Kehf, 16) diyerek gençleri “Benclüs Dağı”nda sarp bir mağaraya gizlenmeye yönlendirir.

Kendisi ve çoban köpeği de onlara katılır. Gençlerin her biri, babasının evinden bir şeyler alır, bir kısmını sadaka verir, kalan kısmını da yanlarına alarak mağaraya sığınırlar. Gece gündüz namaz kılıp, Allah Teâlâ’ya inleyiş ve feryad ile duâ ederler. Nafaka işini Yemliha’ya bırakırlar. O, sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre gider, lâzım olanı alır, biraz da havâdis araştırıp arkadaşlarına döner.

* * *

İbn-i Kesîr buna dayanarak tefsirinde, insanlar arasında fitnelerin baş göstermesi esnâsında meşrû olan tutumun bu olduğunu, dînine zarar gelir korkusuyla, fitne ve fitnecilerden kaçmak gerektiğini söyler. Hadîs-i şerifte buyrulur:

“Çok zaman geçmeden sizden birinizin en hayırlı malı, dînini fitnelerden kurtarmak üzere, kaçmak maksadıyla kendileriyle birlikte dağların tepelerini ve yağmur yağan yerleri takip edeceği birkaç koyun olacaktır.” (Buhârî, Ebû Dâvûd)

İşte böyle bir durumda insanlardan uzak kalmak meşrûdur, fakat sâir hâllerde meşrû değildir. Çünkü bu durumda cemaatlere ve Cumalara gitmek gibi önemli fırsatlar kaybolur.

Hadîs-i şerifte buyrulduğu üzere:

“İnsanlarla oturup kalkan, onların eziyetlerine katlanan mü’min, onlarla oturup kalkmayan, eziyetlerine katlanmayan mü’minden daha faziletlidir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)

* * *

Zorba kral şehre dönünceye kadar, bu şekilde mağarada kalmaya devam ederler. Kral gelir gelmez bu gençleri aratır ve babalarını yanına getirtir. Gençlerin babaları, oğullarının kendilerine isyan edip, mallarını yağma ettiklerini, çarşılarda israf edip, dağa kaçtıklarını söyleyerek özür dilerler. Durumu öğrenen Yemliha, az miktarda azık alıp yakalanmamak için hemen geri döner. Yakalanmaktan endişe eden gençler, ağlayarak secdelere kapanıp:

“Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla.” (el-Kehf, 10) diyerek yalvarırlar.

Allah Teâlâ, onlara bir uyku verir, yatarlar, nafakaları başuçlarında uyuyakalırlar.

“Bunun üzerine biz de kulaklarını tıkayarak mağarada onları yıllarca uyuttuk.” (el-Kehf, 11)

Hiddetlenen Dakyanus, gençlerin yerini buldurur. Gençleri uyutan Allah Teâlâ, onun gönlüne de mağaranın kapısını kapatmayı getirir. Dakyanos; açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun diye mağaranın girişinin ördürülmesini emreder. Dakyanos’un evinde îmânını gizleyen, Pendros ve Runas isimli iki mü’min vardır. Bunlar, Ashâb-ı Kehf’in isimlerini neseplerini ve kıssalarını iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırır ve yaparlar.

“Ey Rasûlüm! Baksaydın Güneş’in doğduğu zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini, batarken de sol taraftan onları makaslayıp geçtiğini görürdün. Onlar, mağaranın geniş bir yerinde idiler. İşte bu, Allâh’ın mûcizelerindendir. Allah kime hidâyet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır; kimi de hidayetten mahrum ederse, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.” (el-Kehf, 17)

“Bir de onları mağarada görseydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykudadırlar. Biz onları sağa-sola çevirirdik. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer onları görseydin, arkana bakmadan kaçardın ve için korku ile dolardı.” (el-Kehf, 18)

Yüce Allâh’ın onlara rahmet ve lütfunun bir tecellîsi de uyumaları esnasında Güneş’in mağaranın sağına ve soluna meyledip günün başında da sonunda da onlara değmemesiydi. Onları gören ise, onları uyanık sanırdı. Çünkü kendileri uyudukları hâlde gözleri açıktı. Köpekleri ise, onları korumak için mağaranın kapısında ön ayaklarının üzerine yatmıştı. O da onlar gibi uykudaydı. Yine Yüce Allâh’ın lütfunun bir tecellîsi de onları sağa-sola çevirmesidir. Tâ ki, yer onların etlerini yiyerek çürütmesin. Onların bu şekilde çevrilmeleri de Allâh’ın bir lütfudur.

İbni Atıyye der ki:

“-Onlar hakkında doğru olan şu ki, Yüce Allah onları uyudukları hâllerinde muhafaza etti. Böylelikle bu, hem kendileri için, hem de başkaları için bir âyet (mûcize ve belge) olmuş oldu. O bakımdan ne elbiseleri eskidi, ne bir hâlleri değişti.”

Sâlih ve hayırlı kimselerle arkadaşlık edip, Allah dostları ile oturup kalkmanın faydasını insan her zaman görür. Ashâb-ı Kehf’in köpeği onları bırakmayıp, onlarla birlikte olmanın bedelini, cennete onlar ile gireceği müjdesi ile alır.

“Onları bir mûcize olarak uyuttuğumuz gibi, birbirlerine sorsunlar diye kendilerini uyandırdık da içlerinden bir sözcü şöyle dedi:

«-Ne kadar durup kaldınız?» (Kimi:)

«-Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık.» dedi.

(Kimi de) şöyle dedi:

«-Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin.»

«Çünkü şehir halkı, sizi ellerine geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da âhirette de aslâ kurtuluşa eremezsiniz.»

“Böylece insanları onlardan haberdar kıldık ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve kıyamet gününden şüphe edilemeyeceğini bildirmek için, öylece şehir halkına buldurduk. Onları mağarada bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki:

«Üstlerine bir bina (kilise) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir.» Sözlerinde üstün gelen mü’minler: «Üzerlerine muhakkak bir mescid yapacağız.» dediler.” (el-Kehf, 19-21)

* * *

Müşriklerin, anne ve babasını, Allâh’ı inkâr etmedikleri için işkence altında öldürmelerine şâhit olup, kendisini de aynı şekilde öldüreceklerini anlayan Ammar bin Yâsir, dînini inkâra zorlandığı zaman dili ile inkâr ettiğini söylemişti. Ammar bin Yâsir’in dinden çıktığı haberini, sahâbîler Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber verdiler. Ammar bin Yâsir’i huzuruna çağırıp inkâr sözünü söylerken kalbinin ne durumda olduğunu soran Efendimiz’e, Ammar:

“-O sırada kalbim îmanla dopdoluydu.” cevabını verdi.

Onun zorluk ânında takındığı bu tavır kınanmamış ve aynı durum olursa aynı şekilde davranması, “Kalbi îmanla mâmur olduğu hâlde, inkâra zorlanan hâriç” (Bkz. en-Nahl, 106) âyetine binâen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından tenbih edilmişti.

Taşlanarak öldürülme gibi en zor ölüm şekli ile tehdit altında olan kimsenin bu zorlanmasının mazeret olarak kabul edilip kalbi îman dolu olduğu hâlde dili ile inkâr etmesi, dînen mahzurlu görülmeyip, cevaz verildiği halde mağaradaki gençlerin, zor şartlar altında dahî olsa küfre dönerlerse, aslâ kurtuluşa eremeyeceklerini söylemeleri dikkate şâyan bir durumdur. Bunun sebebi ise, bu yiğitlerin gâyesi, kendilerini kurtarmak değil, açık ve gizli olarak Allâh’ın rahmetini yaymaktır. Onun için ruhsat ile amel etmeyi değil, inançları uğrunda şehid edilmeyi temennî ederler. Çünkü Allah’tan çok sakınmaktadırlar. İnkâr ederek kurtuldukları zaman ise müşriklerin tesirinde kalarak tamamen îmanlarını kaybedeceklerini, inandıkları gibi yaşayamazlarsa yaşadıkları gibi inanacaklarını düşündüklerindendir. Burada, “…Eğer onlara uyarsanız muhakkak ki Allâh’a ortak koşanlar olursunuz.” (el-En’âm, 121) âyet-i kerîmesinde bahsedilen tehlike söz konusudur. İnsanların tamamının kâfir olduğu bir topluluğun içinde inancı saklamak, bir müddet sonra onlar gibi olma tehlikesini de içinde taşır.

Onların uyandırılmaları ise, mağarada kaldıkları süreyi bilmek ve insanları denemek içindir. Alışveriş esnasında tüccar, yıllar önce kullanılan parayı görünce, gencin hazine bulduğu zannı ile onu bırakmayıp ihbar eder. Gençle beraber mağaraya giden askerler, duvarın içine konulan kitâbeyi bularak durumu açığa çıkarırlar.

Çok kısa süre uyuduklarını zanneden Ashâb-ı Kehf, üç yüz küsur sene yattıkları mağaralarından, kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle ayaklandıkları müşriklere karşı başarılı olduklarını ve isteyip umdukları Allâh’ın merhametinin bir tecellîsini görmüş ve dolayısıyla önceden îman ettikleri şekilde Allâh’ın vaadinin hak olduğunu müşâhede ile bilmişlerdir. Kavimleri ise, bu hâdiseyle Allâh’ın “öldükten sonra diriliş vaadinin gerçek olduğunu” anlamışlardır. Çünkü onların uyuyup uyandırılmaları, ölüp sonradan diriltilen kimsenin hâline benzer. Bu kadar uzun süre, onları uyutmaya ve gıdasız olarak bulundukları hâl üzere tutmaya kâdir olan Allah, elbette ölüleri diriltmeye de kâdirdir.

Her şeyi anlayan gençler için gerçek ölüm zamanı gelmiştir, ruhlarını teslim ederler. İnançlı kral ve şehir halkından inananlar mağarada uyuyup orada vefat eden gençlerin kabirleri üzerine, bilinip takdir edilsinler diye mescit yaptırırlar. Böylece mescidi ziyaret edenler, Cenâb-ı Hakk’ın duâlara icâbet ettiğini, inanan kullarını zulümden kurtardığını, îmânın en büyük hazine olduğunu, en büyük dost ve yardımcının Allah olduğunu, kuvvet ve kudretinin sonsuz olup, her şeye gücünün yettiğini yakînen hissetsinler, Cenâb-ı Hak’tan ümitlerini kesmesinler.

“Ashâb-ı Kehf’in sayılarında ihtilaf edenlerden bazıları:

«Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir.» diyecekler. Diğer bazıları da:

«Onlar, beş kişidir, altıncıları köpekleridir.» diyecekler. Her ikisi de bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de:)

«Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir.» derler.

De ki: «Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.»

Onları ancak pek azı bilir. Bu sebeple onlar hakkında bu bildirilenler dışında bir münâkaşaya girişme ve bunlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!

Onlar, mağaralarında üç yüz yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.

De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.»

Göklerin ve yerin gaybı O’na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O’ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (el-Kehf, 22-25)

Ashâb-ı Kehf’in sayıları hakkında farklı farklı kanaatlerde bulunanlar, bunu zanları ile yapmaktadır. Çok az kişi onların sayısını bilir. Kesin bilgi, Cenâb-ı Hakk’a aittir. Bu hususta kitap ehli ile tartışmak yersiz olup, Cenâb-ı Allah ne bildirdi ise onu söylemek yeterlidir.

İbn-i Abbâs der ki:

“-Ben Yüce Allâh’ın istisna ettiği az kimselerden birisiyim. Onlar yedi kişi idiler.”

İbn-i Cerîr de Atâ’dan İbn-i Abbâs’ın:

“-Onların sayısı yedi idi.” dediğini rivayet etmektedir. Ancak burada önemli olan bu insanların sayılarını bilmek değildir, önemli olan kıssadan ibret almaktır.

Yusuf Hemedânî Hazretleri devamlı:

“Rabbim, Sana itaat etmem ve Sana kulluk etmem için bana yardım et.” diye duâ eder ve bu şekilde duâ etmelerini müritlerine tavsiye ederlerdi. Allâh’ın yardım ettiği kişiler, Ashâb-ı Kehf gibi sebat ve kurtuluşa ererler.

“Şüphesiz göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allâh’ındır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” (et-Tevbe, 116)

Yüce Allah kime hidayet bulma tevfîkini ihsân eder ve hakka götürecek şekilde ona yol gösterir, sevdiği ve râzı olacağı şeylere ulaşma başarısını ihsan ederse, o kimse, Ashâb-ı Kehf gibi doğru yola iletilen ve dünyada da âhirette de en büyük nasibe mazhar olan bir kimse olur. Samimî bir duâya icâbet edip, mağara gençlerini 309 yıl yemeden-içmeden besleyip koruyan, kendilerinden sonra bütün inananlara kıssalarını anlatıp kıyamete kadar unutturmayan, kullarından sağlam bir duruş ile kendisine güvenmelerini isteyen, bunu gördüğü zaman kullarının bütün işlerini üzerine alarak onların vekîli, kefîli tek yardımcısı olan Rabbimizin şânı ne yücedir. Zekeriya Paygamber’in duâsında buyurduğu gibi:

“…Sana yaptığım duâlarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.” (Meryem, 4)

 

Dipnot: Bu yazının hazırlanmasında Kurtubî’nin, el-Câmiu’l-Ahkâmü’l-Kur’ân Tefsirinden, İsmail Hakkı Bursevî’nin, Rûhu’l-Beyân Tefsiri’nden, İbn-i Kesîr Tefsiri’nden istifade edilmiştir.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle