Hasbünallah Sözü İle Kıyamet Arasındaki İrtibat Nedir?

İbni Abbas -radıyallâhu anhümâ-:

“Sûr’a üfürüldüğü zaman var ya; işte o gün çetin bir gündür” (el-Müddessir 8-9) âyetlerini açıklarken şöyle de­miştir:

“Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ben nasıl rahat olabilirim ki, Sûr’un sahibi, Sûr’u ağzına almış, alnını eğmiş, kendisine emir verilmesini bekliyor ki Sûr’a üflesin.”

Sahabîler; “Ey Allah’ın Rasûlü, biz ne diyeceğiz?” diye sorunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara şu buyruğu verdi:

“-«Hasbünallâh ve ni’mel vekîl. Âmennâ billâh. Tevekkelnâ alellâh: Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. Allâh’a îman ettik, O’na güvenip dayan­dık.» deyin.” (Ahmed bin Hanbel, İbn-i Atiyye’den)

* * *

Hasbünallah: Allah bize yeter!”, “Veni’me’l vekil: O, ne güzel vekildir.”, “Âmennâ billâhi: O’na inandık.”, “Tevekkelnâ alallah: O’na tevekkül ettik.” kelimeleri ile kıyamet arasındaki irtibat nedir?

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’de şöyle bir hikâye anlatır:

“Bir emîrin (idârecinin) pek güzel bir atı vardı. Bir gün o atına binip Harzemşah sultanının alayına katıldı. Harzemşah, o gün tesâdüfen o atı gördü. Gezmeden dönene kadar gözü ata takılı kaldı. Atın çalımı, rengi, ihtişamı sultanı büyüledi. Hangi uzvuna baksa, sultanın gözüne diğer atlardan daha güzel, daha hoş görünmekteydi. Allah, o ata başka atlarda pek az bulunan bir sıfatı; cana yakınlık, hoş bir edâ vermişti. Harzemşah, gezintiden dönüşte yakınlarına duygularını açtı ve çavuşlarını yollayıp o atı emirden hemen alıp getirmelerini söyledi. Dağ gibi emîr, Harzemşah’ın bu isteği karşısında eridi, pörsüdü, yüne döndü. Üzüntüden ölecek gibi olan emîr, derdine derman olarak sultanın veziri İmâdüddin’i gördü.

 Vezir, herkesin derdine derman olan, zulüm görene, gamdan bunalana yardım eden sultanın dahî -peygamber misâli- sevgisini kazanmış, zâhid, ibadet ehli, asîl bir kişiydi. İmâdüddin’e gelip gözyaşları içinde yerlere serildi:

“-Padişah haremimde neyim var neyim yoksa alsın, isterse yağma ettirsin, ama bu ata dokunmasın. Bu at giderse, ben ölürüm.” dedi.

Bunun üzerine İmâdüddin, ağlaya ağlaya sultanın huzuruna koştu. Karşısında sessizce durdu, gönlünde sultanın sırrını hissetti.

Aynı zamanda vezir içinden şu niyazda bulunmaktaydı:

“-Ey Allâh’ım! O genç emîr, eğri bir yol tuttu ise, Sen onu bağışla! Çünkü Sen’den başkasına sığınmak doğru olmaz. Sen, Sana lâyık olanı yap, onun suçuna bakma. O her esir olan gibi, kullardan kurtarılmasını istemekte, ama asıl kurtarıcı Sen’sin. Sen onu bağışla. Çünkü bu yaratılmışların hepsi, fakir olsun, sultan olsun hepsi de Sana muhtaç!”

Vezir, sultanın huzurunda iken çavuşlar çeke çeke atı Harzemşah’a getirdiler. O büyük sultan, ata hayranlıkla baktıktan sonra İmâdüddin’e dönüp:

“-Ey vezirim!” dedi. “Bu at, çok güzel bir at değil mi? Sanki yeryüzü değil de gökyüzünden cennetten gelmiş gibi!”

İmadüddin:

“-Ey sultanım!” diye karşılık verdi. “Gönlünün meyli, sana şeytanı melek gibi gösteriyor. Dikkatle bakarsan görürsün ki, pek alımlı, amma başı vücuduna uymuyor. Başı at başı değil de öküz başına benziyor.”

Bu sözler Harzemşah’a tesir etti. O an at gözünden düştü, ona çirkin göründü. Hayran olduğu atın beğenilmemesi, kınanması padişahın gönlünü soğuttu.

İmâdüddin’in sözleri bir bahanedir. Hakikatte Cenâb-ı Hak; at sahibinin yalvarışı, yakarışı yüzünden sultanın gönlünü attan soğutmuştur. Allah -celle celâlühî- padişahın gözüne atın güzelliğini göstermemek için kapıyı kapar. Vezirin sözleri, at ile padişah arasındaki kapanan kapının çıkardığı seslerdir.

Attan soğuyan padişah çavuşlarına:

“-Atı götürün, sahibine geri verin! Hemen beni bu zulümden, günahtan kurtarın!” dedi.” (Mesnevî, 3345-3476 beyitler)

* * *

Kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Kıyamet, “ayağa kalkmak, bütün düzeni bozmak” demektir. Kâinâtta göklerden yerlere, denizlerden dağlara, güneş ay ve yıldızlardan bütün varlıklara kadar fizik, kimya kanunlarının bozulması, normal işleyişin iflas etmesidir.

 Kıyamet, insanlar günlük işlerini görürken, hayvanlar otlarken, ağıllarında su içerken, insanlar pazar yerlerinde alışveriş ederlerken kopacaktır. Kimse kıyametin o gün kopacağını tahmin bile edemeyecektir. Çünkü Lokman Sûresi, 34. âyet-i kerimede Allah Teâlâ:

“Kıyâmet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah katındadır.” buyurmaktadır.

İnsanlar, aslâ kıyâmetin kopacağını bilmeyeceklerdir. Demek ki; kıyâmet en gâfil ânımızda bizi bulacak ve ne zaman olacağı da belirsiz… Belki bugün, belki yarın… Bizler biliriz ki; bilinmezler, insanı gaflete düşürür. Hatta en tehlikelisi, sanki öyle bir şey olmayacakmış gibi kişiyi şuursuzlaştırır. Peygamber Efendimizin “sanki bu gün kopacakmış gibi” kederli olması, bu şuursuzlaşmadan, gaflet hâlinden en kısa zamanda sıyrılmamız içindir.

Müslim’de zikredilen bir hadîs-i şerîfte: “Allâh’a inanan bir kişi kaldığı müddetçe kıyâmetin kopmayacağı” bildirilmektedir.

İnsan, bu hadîs-i şerîfe bakarak da gaflete düşebilir. Câmiler cumaları dolup taşıyor, Ramazanlarda herkesin elinde Kur’ân, arı gibi Kur’ân okunuyor. Otobüslerle grup grup insanlar, mübarek zâtları ziyaret ediyorlar. İnsanlar tesettüre dikkat ediyorlar… vb. düşünceler, İslâm’ın yaşanmasının işaretleri olarak insanı, “Daha müslüman çok!.. Demek ki, kıyâmetin vakti daha gelmemiş!..” düşüncesine sevk eder.

Fakat mümin ve Müslüman aynı değildir. Herkes “Müslümanım!” diyebilir, fakat mümin olmak, Kur’ân ve hadislerin inanç esaslarının kişinin kalbinde, ruhunda çelikleşmiş bir şekilde yerleşmesidir. Îman, kalbî bir özellik olup, gerçek mânâda sadece Allah Teâlâ tarafından bilinir; kullar ise bunu anlamakta âzi kalırlar. İçinde birçok zaaf taşıyan îman, kişiyi mü’min yapmaya yetmez.

Îman esaslarından en zoru, Allâh’a ve âhirete îmandır. Peygamber Efendimiz, kıyâmetin ne zaman kopacağının bilinmemesinin, insanlarda gaflete sebep olmaması için:

“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. Allâh’a güvendik, O’na dayandık.” denilmesini tembih etmiştir.

Bununla da kıyâmet şuurunun, ancak güçlü, çelik gibi bir Allah inancı ile mümkün olacağını bizlere bildirmek istemişlerdir. Kıyâmet şuuru, sanki bugün kıyamet kopacak ve hesap verecekmiş gibi kulluk vazifelerimizi yerine getirmemiz, bütün davranışlarımızı hesabını vereceğimiz düşüncesi ile Kur’ân ve sünnet ışığında yapmamızdır. İslâm Dini’ne inanan mü’min, Kur’ân-ı Kerîm’in ikazı ile; “yaşamadığı şeyi söyleyemeyeceğine” göre, bu sözlerin tesiri, ancak bu güçlü îmanın gönüllerde yerleşip dile dökülmesi ile mümkündür.

Îman bahislerinden uygulaması en ağır olanı, Allâh’a ve âhirete îman konularıdır. Bunun sebebi ise; kendisini ilâh edinen nefsin, Rabbini hakkı ile tanıyamamış olması, mal-mülk, makam-mevki ve itibarı Allah Teâlâ’nın önüne geçirmesi ve hesap vermeyi sevmeyen nefsin, âhirete îman hususunda zaaflarının olmasındandır.

Her türlü zorlu imtihana rağmen Allâh’ı sevmek, Allâh’a güvenip dayanmak, zordur. Üniversite bitiren çocuğu iş bulsun diye torpilden, rüşvete kadar her şeyi devreye sokmak, tevekkül inancının bilinmemesindendir. Çoluk-çocuk, mal-mülk, makam-mevkiye itibar etmeyip:

“-Allah bana yeter!..” diyebilmek, aceleci ve nefis sahibi insan için çok zordur. Allâh’a dayanan kişi, ne eşinin aldatmasını, terk etmesini, yokluğu, kimsesizliği, açlığı, çocuksuzluğu, yoksulluğu, aç olarak ölmeyi keder eder. Allâh’ın rızasına muhâlif her ne var ise, güzel bir iş, makam-mevki; elinin tersi ile iter. Dünyaya dair hiçbir şeye değer vermez, kaybettiklerinin peşinden yas dökmez.

* * *

Mesnevîde geçen hikâyede zikredildiği gibi, işlerin dönüp dolaşıp kendisinde son bulacağı Allâh’ı bırakıp da vezirden yardım istemek, büyük bir saygısızlık, büyük bir hatadır. Şûrâ Sûresi’nde; “İşte Sana da emrimizle bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, îmân nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi, kendisi ile doğru yola eriştireceğimiz bir nûr yaptık. Şüphesiz ki, Sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerlerdeki her şeyin sahibi olan Allâh’ın yoluna… İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allâh’a döner.” buyurulmaktadır. (eş-Şûrâ, 52, 53)

Bütün işlerimiz, önünde sonunda Allâh’ın değerlendirmesine tâbî tutulacaksa; kula, zemini çürük, kendisi gibi zayıf kullara dayanmak yakışmaz. Allâh’ın denetiminden geçmeyen, O’nun takdir etmediği hiçbir iş cereyan etmez.

Allâh’a dayanan mü’min, zaafını bilir, aczini bilir ve fânîdir; fânî olanı istemez. Âcizdir, âciz olanı istemez. Bu hususta da ne ağaya, ne de paşaya minnet eder. Üç kuruş için insanlığından geçip eğilip bükülmez. İşte bu şuur, kıyâmet şuurudur.

Kıyâmet gününün dehşeti, Bakara Sûresi’nin 254. âyet-i kerimesinde şöyle zikredilir:

“Ey îmân edenler! Kendisinde hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden evvel, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince onlar zâlimlerdir.”

Bu dünyada kendisinde varlık iddiâ eden kimseler, en olmayacak işlerini dahî hatır-gönül ortaya koyarak, rüşvet vererek, büyük mevki sahiplerinden kayırma isteyerek hallederler.

“Yemen yolu çukurdandır

Karavana bakırdandır

Zenginimiz bedel verir

Askerimiz fakirdendir.” sözleri ile bilinen türkümüz, kıyamet şuurunu unutanların, mal-mülk ile, hatır-gönül ile, mevki-makam kullanarak işlerini dünyada nasıl yürüttüklerini anlatır. Varlık iddiâ etmek, varlığımızı sergileme gafletinde bulunmak, kıyâmetten gâfil olmaktır. Dünyada varlık ve mevki iddiâ edenler, kıyâmette dehşet içinde “bir hiç” olduklarını fark edeceklerdir. Çünkü âhirette, bu dünyada geçer akçe olan hiçbir şey itibar görmez.

“Sanman hâce senden zîr-u sîm isterler

«Yevme lâ yenfeu»da kalb-i selîm isterler.” dediği gibi şâirin… Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği o günde kuldan istenen,ancak kirden, günahtan, kötü düşüncelerden arınmış, Rabbini bulmuş, tertemiz bir kalptir. Kıyâmet şuuru ile yaşamak, Allah’tan başka hiçbir şeye güvenmeden, sadece O’na dayanarak yaşamaktır. Çünkü iki cihanda da “Biz, bir hiçiz!..”. Varlık sahibi sadece Allah’tır.

Haşr Sûresi’nde de Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutup da Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Merhum Elmalı’lı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirini şöyle yapar:

“Allah’ı unutanlar, Allah’tan korkmaz, hukûkunu tanımaz, O’nun sonsuz korumasından yardım dilemez olmuşlardır. Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. İnsan nefsinin, beşer hukûkunun kıymetini anlamaz, âdî şeylere tapar ve insanlığı zelil ederler. Ayrıca kendilerini kurtaracak hayır ve hasenâtı düşünmez, azaptan koruyacak işler yapmaz ve yarın için bir şey hazırlamaz olmuşlardır.”

Başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulur:

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı. Fakat on­lar hâlâ habersiz, haktan yüz çeviriyorlar.” (el-Enbiyâ, 1)

Hiç kimsenin yaptığının yanına kalmaması, “edenin, bulup”, “eşenin, düşmesi” Cenâb-ı Hak’ın adâletinin gereğidir. Yapılan her türlü hayır ve şerrin, zerre miskal ağırlığında da olsa karşılığının görüleceği Allâh’ın kanunudur. Kula bu şuurla yaşamak yakışır.

Kıyamet şuuru ile yaşayan mü’min, sultan dahî olsa, başkasının gözbebeğini, “Beğendim!” diye elinden alamaz. Bütün işler Allâh’a döndürülür. Cenâb-ı Hakk’ın takdir etmediği hiçbir şey yaşanamaz. Kişi mazlum dahî olsa, işler daima Allâh’a arz edilir. Allâh’a müracaat etmeden, kullardan yardım istemek; Allâh’a güvenmemek, O’na dayanmamaktır. Böylesi bir îmandan Allâh’a sığınırız.

Rabbimiz, inandığını söylemeye gelince mangalda kül bırakmayan biz Müslümanlara, hakiki îmanı kalplerimizin derinliklerinde yaşamayı nasip etsin. İşte o zaman gönüller, kıyâmet şuurunu yakından hisseder. İşte o zaman, kıyâmetin yakın olduğunu fark ederiz.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle