Habibullah

Kalem elimde âciz, çaresiz öylece bekliyorum da gönlüme dolan Senin sevgini, dilimden kâğıda dökemiyorum. Kalem sanki duruyor, gitmiyor; kelimelerim düğümleniyor. Gönlümde öyle bir sadâ yükseliyor ki:

“-Kolay mı benim sevgimi yazabilmek, rakîk bir yürek ister!.. Benim rızâmı ister. Sen yazmak istersin, amma benden destur yoksa şayet, kalemin yürümez de işte böyle âciz kalakalırsın.” deyiveriyor bir ses.

Bu kez:

“-Essalâtü ve’s-selâmü aleyke Yâ Rasûlâllah.” diye feryad ediyorum.

Aklıma hemen Âkif’in mısrâları geliyor. Kalem elinden kayıp da ummana dalan ve en güzel incileri o ummandan çıkarıp bizlere takdim eden koca şair:

“Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım” deyip ızdırâbını dile getiriyor ya, işte o hâldeyim.

“Hazret-i Muhammed’in sûreti bir duvarın yüzüne aksetse, duvarın sînesinden gönül kanı damlar.

O’nun mübârek sûreti duvara öyle kutlu gelir ki, duvar bile hemen iki yüzlülükten kurtulur.

Temiz ve pâk kişilerin tek yüzlü oluşlarına karşı, duvarın ikiyüzlü oluşu onun için ayıptır.”[1] dediği gibi Hazret-i Mevlânâ’nın, kalem Seni yazacaksa, onu tutan el, iki yüzlülükten berî olmalı!..

Kalem Seni yazacaksa, onu tutan el, Senden destur almalı. Kalem Seni yazacaksa, kimseyi dinlemez sahibini bile de sadece Senden “devam” sözcüğünü bekler.

Bunu iki yüzlü gönüller, hatta çok yüzlü nefisler nasıl yapar?! İş, O’nun hâli ile hâllenmeye gelince akan sular duruveriyor, yazan kalem yazmaz oluyor. Çünkü Rasûlü sevmek, bir kuru dâvâ değil, ispat ister.

Rasul sevgisini yazabilmek öyle kolay değil, günlerdir doğum sancısı çekiyorum da bir tanecik kelimeyi dünyaya getiremiyorum. Allâh’ım diyorum yol ver, Allahım diyorum destur ver, tut elimden…

Gönlümle savaşırım günlerdir, bîçâre gönlümle… Şu söz dolandı gönlümün tepelerinde, kalem dize geldi:

“-Bizi yaz, kendini yazma; bizi yaz yârimizi yaz, Habîbullâh’ı yaz!.. Kendinin O’nu nasıl sevdiğini yazma, bizim O’nu nasıl sevdiğimizi yaz. Senin sevginde riyâ vardır. Kibir vardır. Bizi yaz. Biz, O’nu riyâsız severiz, bir kılına kıyamayız.”

“Hazret-i Muhammed, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da... Bu dünya din dünyasıdır. O dünya ise, cennetler dünyasıdır.

Bu dünyada onlara yol gösterir. O dünyada ise, ay gibi olan yüzünü gösterir.

O’nun gizli ve âşikar âdetleri:

“-Yâ Rabbî, ümmetime doğru yolu göster, onlar gerçekten de bilmiyorlar.” diye duâ etmekti.

O’nun mübârek nefesi ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duâsı kabul edilmiştir.

O’na benzer birisi ne gelmiştir, ne de gelecektir.

O mübârek rûhuna, kutlu gelişine, evlâdının zamanına da yüz binlerce salât ü selâm olsun.”[2] diye Hazret-i Mevlânâ ile birlikte sığınıyorum yüce Rabbime…

Uzun zaman evvel işittiğim bir cümle, beni çok etkilemiş, günlerce düşünmeme sebep olmuştu:

“-Allah Rasûlü’nü biz seviyoruz, sevmeliyiz, çünkü O bizi seviyordu. Hem de çok seviyordu.” sözü… Doğru, ama çok eksik...

“-O beni sevdiği için seviyorum.”

Hayâ ettim, bana çok bencilce geldi.

“Allah kişi ile kalbi arasına girer.” (el-Enfâl, 24) Öyle değil miydi?

Enfâl Sûresi, 63. âyet-i kerîmede de yine yüce Mevlâm buyurmamış mı idi:

“Kalplerin arasını ben birleştiririm. Yeryüzünde bulunanların hepsini sarf etse idin, yine kalplerin arasını birleştiremezdin…”

Sevmek âlâ, çok güzel, lâkin tesir bırakıp etkilemek, Allâh’ın izni ile… Gayrisinin zerrece tesiri yok… Sevmek, sevebilmek Allâh’ın izniyle… Ne Ebû Cehil sevebildi hak Rasûlü, ne de Velid bin Muğîre… Efendimiz’in çocukluk ve gençliğine “el-Emîn” sıfatı ile sıfatlandığına, defaatle şâhit oldukları hâlde…

 Sevmek, nasip işi... Sevmek, sevebilmek bir kuru dâvâ değil. Yiğidi meydana sürerler ve “Yürü!” derler. Meydan senin, görelim Senin gönlün lâyık mıdır bu yüce sevgiye göster, bilelim…

Allah Rasûlü’nü sevmenin karşılığı cennet!.. Bu sevgiye sahip olmak, cenneti ayaklarımızın altına seriyor. Bu sevgiye nâil olmak, sevdiğimiz ile birlikte olmamızın delili oluyor. “Kişi sevdiği ile beraberdir.” fermânınca… O zaman bu kıymetli sevgi, öyle bol mudur ki, her pazarda satılsın?! Öyle ucuz mudur ki, herkes dilediğince satın alsın da her gönül hânesine girebilsin?!.

Sevmek, pazarlığa gelmez, yüce menzillerden pınarlar akmayınca… Sevmek kolay değil, ucuz değil, Yüce Yezdân izin vermeyince… Allah Rasulü’nün sevgisi ki; pınarın kaynağına gitmek gerek... Kaynağın başında Yüce Rahman durur, öyle dağıtılıverir mi bîgânelere… Öyle herkes içebilir mi, O’nun aşk şarabını… Allah Rasulü’nün sevgisi, her gönle iner, inip de şereflendirir mi gönül hânesini…

Yaratılan ilk varlık, istenilen ilk, sevilen ilk varlık… Öyle bir ilk ki; O’nun sevgisi ile varlık âlemi yokluktan varlığa koştu. “O” bir ilk… Kâinatın yaratılış sebebi, Efendimiz… Şu anda ben var isem ve bu dünyada arz-ı endâm ediyor isem, bunun meydana gelmesinin vesîlesi, Yüce Yezdân’ın sevip de yarattığı Efendimiz’in nûru. Yaratılmaya lâyık yegâne nuru sevmiş, çok sevmiş; “Habîbullâh” demiş. Kaynak, ilk pınar, Efendimiz. Yüce Yezdan vermiş ismini: “Habîbullâh”, Allâh’ın sevgilisi…

“-Sevdim Seni Rasûlü’m! Seni, çok sevdim de yarattım. Çok istedim de yarattım. Sen yaratılanların ilki, âlemlerin meydana geliş sebebisin!..” diye başlayan muhabbet cereyânı neticesinde âlemler “kün” emri ile şereflenmiş. O’nun muhabbeti üzerine inşâ edilmiş bütün sevgiler… Muhabbetin kaynağı, bağı, menbaı… O’ndan beslenmeyen hangi sevgi, bereketli olur?! Ondan beslenmeyen hangi sevgi, gönüllerde yer bulur. Bu ne kutlu sevgi…

Öylesine sevilmiş bir nûr ki; Efendimiz dünyayı teşrif etmeden O’nun nuruna yol verildi. O nur ki, inmeseydi yeryüzüne, hayat nasıl devam ederdi. Hayvânât nasıl nefes alırdı. O nûr, kendinden önce muştuladı yeryüzünü. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde dile getirdiği gibi; Hazret-i Âdem yaratılır ve kendisine melekler secde ettikten sonra, Peygamber Efendimizin nûru alnına konulur :

“Bil, Habîbimin nûrudur bu nûr” denir:

“Hak Teala çün yarattı Âdem’i

Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi

 

Âdeme kıldı feriştehler sücûd

Hem anâ çok kıldı ol lûtf ıssı cûd

 

Mustafa nûrunu alnından kodu

“Bil, Habîbim nûrudur bu nûr” dedi

 

Kıldı o nûr ânın alnında karar

Kaldı ânın ile nice rûzigâr

 

Sonra Havvâ alnına nakletti bil

Durdu anda dahî nice ây ü yıl

 

Şît doğdu âna nakletti bu nûr

Anın alnında tecellî kıldı nûr

 

Erdi İbrahim’i İsmail’e hem

Söz uzanur eğer kalanın der isem

 

İşbu resm ile müselsel muttasıl

Tâ olunca Mustafa’ya müntakil

 

Geldi çün ol rahmeten li’l-âlemîn

Vardı nûr anda karar etti hemîn

 

Ger dilersiz, bulasız oddan necât

Aşk ile, derd ile edin es-salât

Habîbullah, Allâh’ın sevgilisi… Sevdiğini terbiye eden, hem de en güzel şekilde terbiye eden Rabb’in sevgilisi… Âlemler yüzü suyu hürmetine yaratılan Nebî…

Cebrâil -aleyhisselâm- Hira mağarasında sevgisinden, hasretinden, asırların hasretinden sıkar biricik Efendimizi... İzin verilmiş:

“-Haydi, vakit tamam, sevgilimi görmene izin veriyorum!..” denir de, O’nun ne büyük sevgili olduğunu, semâdaki bütün melekler bilir de, cennet her an onu arzulayıp ona kavuşma aşkı ile duâlar eder de Cebrâil nasıl sarılmaz o Sevgiliye... Nasıl sıkmaz, sarılıp muhabbetle… Muhabbet, doruklara çıkmış artık, dayanılmaz olmuş.

“-Seni sevdim, Seni gördüm, Seni Yaratana kurban oldum!..” diyerek sımsıkı nasıl sarılmaz Cebrâil… Sarılmış, ne âlâ da, bırakması ne kadar zor olmuştur kim bilir, kısa süreli de olsa… Bu bir sevgi hâlesi... Allâh’ı sevenin girdiği deniz, muhabbet denizi… O deniz Habîbullâh diye akıyorsa, o denize giren nasıl akıp gitmesin, biricik Efendimiz’e…Var mıdır Allah Teâlâ’nın sevdiğini sevmemek… Revâ mıdır Allah Rasûlü’nü sevmek için başka sebepler peşinde koşmak… En yeterli sebep değil midir; Ulu Yezdan’ın “Habîbim!” demesi…

“Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim” denirken mısralarda; meleklerin hayranlığı, Peygamberimizin şefaatini umduklarından değil!.. Öyle dertleri yok zîra… Onlar menfaatperest değiller ki; ibâdet olduğu için severler. Allâh’ın emrettiği için severler.

“-Sevin, Benim Habîbimi sevin! Âlemde her ne var ise, O’nun sevgisindendir. Sevin, Rasûlümü meleklerim!..” hitâbına muhatap olduklarındandır.

“Beni sevmeyince gerçek îmân ehli olmazsınız…” hadîsi gereğince, Allah Rasûlü’nü sevmek, O’nu övmek bir ibâdet… Bencilce, “Allah Rasûlü bizi bir yerlerden kurtarsın, yardım etsin, şefaat etsin”den ziyâde, Ulu Yezdan sevdi, sevilmeye lâyık gördü, “Sevin!” diye emrettiği için sevdik...

Sevmeyi başarabilsek, peşinden gelmez mi bütün güzellikler. Kaynak, Allah Teâlâ’da. İçirsin Mevlâm bu sudan kana kana… Sahâbe gibi içelim bu muhabbet pınarından;

“Anam-babam, bu can Sana fedâ olsun Yâ Rasûlâllah.”

Dört yiğit evlâdını savaşta kaybedip de:

“-Bana Allah Rasûlü’nden haber verin; O sağ mı? Söyleyin bana O yaşıyor mu? Habîbullâh sağ ise, dört evlâdım şehit olmuş, bana ne gam!..” diyen yiğit kadın Hansa gibi…

“-Sakın bana söylemeyin, O’na bir şey olduğunu, sakın demeyin!.. O’nun yaşaması için, bu canın feda olması gerekiyorsa, alın götürün, O’nun kapısına kabul buyursun bu değersiz hediyeyi!..” diyen Hansa’ya:

“-Efendimiz sağ…” diye haber gelince; kapanır secdeye, şükür niyetine… Şehid dört evlâdı aklına bile gelmez. Bu muhabbet, bu sevgi, kutlu kaynağın muhabbeti… Hissettir Yâ Rabbi! Bu yüce sevgiyi bizlere, içir pınarından esirgeme…

Hükümdarları, Ebu Lehebleri hayretler içinde bırakan bir sevgi idi bu sevgi... Öyle bir sevgi ki, Ebu Süfyan sorar Mekke’de ellerini, kollarını bağladığı ve bir zaman sonra işkence ile öldüreceği sahâbîye:

“-Yazık değil mi sana, istemez miydin şu an senin yerinde Muhammed’in olmasını…”

Mübârek sahabî can evinden vurur Ebu Süfyân’ı:

“-Değil benim yerimde Allah Rasûlü’nün olması, şu an bulunduğu yerde, O’nun bir kılına zarar gelmesine gönlüm râzı olmaz!.. O’nun bir tüyüne, fedâ olsun bu can, kurban olayım, ben O’na…”

Ebû Süfyan, şimdi ne yapsın? Her şey yapılabilir de kalplere hükmedilebilir mi? Ebû Süfyan ağlasın. Başını taşlara vurup ağlasın!.. Hiç O’nu bu muhabbet ile seven olmuş mu? Ebû Süfyan feryad etsin, insanlığından utansın; O’nun arkasından kim böyle sözler etmiş. Bir insan nasıl olur da bu kadar sevilir?! Sevdirene bakmak lâzım, sevdireni görmek şart… Kalpler, elinde olana râm olmak, O’na kul olmak şart…

Sevmeden Efendimizi, insan olunmuyor.

“Efendimsin…

 Benim feyz-i hayatım hâsılı ruh-revânımsın

Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa, Sendendir” beytinde gönlünden döküldüğü gibi Şeyh Gâlib’in…

 

Efendimsin…

Habîbullâh’sın…

“Sevilmek” Sen’in alnının yazısı,

Lutfetsin Mevlâm da, benim alnımın yazısı da “seni sevmek” olsun.

 

Ey göklerde adı her dem anılan Nebî!

Ey kulluğu ile ebediyetin varlığına sebep olan Rasûl!

Nûrunun sonsuzluğunca, selam olsun Sana…

 

[1] Mesnevî, c: IV, 3844-3846 beyitler.

[2] Mesnevî, c: VI, 167.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle