En Güzel Ev Sahibi, Pek Kıymetli Bir Hediye

Âmine’nin odasında önce bir tıkırtı olmuş, sonra ışığı açılmıştı. Sâcide Hanım, hiç kıpırdamadan Âmine’yi beklemeye başladı.

Âmine, sabah ezanının sesi ile irkilerek uyanmıştı. Ayaklarını karnına doğru çekti. İlk defa sabah ezânını bu kadar uyanık ve huzur dolu bir ruhla dinliyordu. Yataktan doğruldu, etrafına bakındı. Sâcide Hanım’ın evinde olduğunu hatırladı. Işığı yaktı, sessizce lavaboya yöneldi ve elini-yüzünü yıkadı. Durdu, aynada kendine bir daha baktı. Akşam Sâcide Hanım’ın söyledikleri aklına geldi. İçinden:

“-Mademki kalktım, bari bir namaz kılıp öyle yatayım.” dedi.

Abdestini aldı. Sabah namazı için salona girdi. O sırada Sâcide Hanım’ın pencerenin önünde, loş ışıkta, bir seccâdenin üzerinde diz üstü oturduğunu gördü. Gülümseyerek yanına yaklaştı ve:

“-Hayırlı sabahlar.” dedi.

Sâcide Hanım karşılık verdi:

“-Sana da hayırlı sabahlar…”

“-Açıkçası sizi burada bulacağımı düşünmemiştim. Yoksa siz hiç uyumadınız mı?”

“-Uyudum. Yarım saat kadar önce kalktım. Seni de sabah namazına kaldırıp kaldırmama hususunda tereddütlüydüm.”

“-Olur mu Sâcide Ablam!.. Akşam o kadar güzel anlattınız ki, hâlâ söyledikleriniz kulaklarımda çınlıyor. Ben de abdest alıp namaz kılmaya gelmiştim. İnanır mısınız, bunca yıldır ilk defa sabah ezanının ilk tekbiri ile uyandım ve sonuna kadar büyük bir dikkatle dinledim. Yine aynı heyecanla sabah namazı için yatağımdan fırladım.”

“-Âmineciğim, bu sana Rabbinin hediyesi… Allah bazen kullarını böyle uyandırır, «Kalk kulum!» dercesine insanı sarsar. Sonra da kendisine dâvet eder: «Ben, hayır ve ikram kapılarımı sana ardına kadar açtım. Haydi, buyur gel namaza!.. Secdeye var, bana yaklaş, yaklaş ve yüksel!..” der âdetâ... Kimi kulu kalkar, tuvâlete gider, sonra da bu çağrıyı duymaksızın hemen yatağına döner. Sanki hal ve hareketleriyle: «Kusura bakma Rabbim, şimdi çok uykum var; başka zaman buluşuruz!..» dercesine döner arkasını gider. Rabbinin en özel davetini terk eder ve gafletle sabaha kadar uyur. Bu, fâsık ve gâfil insanların hâlidir. Bunu o kadar tabiî olarak tekrar eder dururlar ki, hiç pişman olmazlar, vicdanları bile sızlamaz. Âh, ne kaçırdıklarını bir bilseler!..

 Başka bir kul da geceleyin böyle âniden uyandırılır. Bu uyanmanın görünüşteki sebebi, bazen bir rüyadır, bazen harâret, bazen de tuvalet ihtiyacı… Ama o kullar, niçin uyandırıldığını çok iyi bilirler ve vakit geçirmeden Rableri ile buluşmaya koşarlar. Ya teheccüde ya da sabah namazına niyetlenirler. Bazen en Sevgili olan Rablerini zikreder, bazen de O’nunla konuşma hasretlerini gidermek için Kur’ân okumaya başlarlar. Onların içlerinde şöyle bir düşünce geçer; «Rabbim, o sebep-bu bahane beni kendisi için uyandırdı. Milyarlarca uyuyan kul içinden bu gece beni seçti ve huzuruna dâvet ediyor. Demek ki beni seviyor. Demek ki bana gelmiş ve gönül kapımı tıklatıyor...»

İşte o ân, hemen şeytana rest çekip eûzü besmele çekmeli ve yataktan fırlamalı… Eğer «Bir dakika sonra kalkayım» dersen, bu özel dâveti kaçırırsın, bir de bakarsın güneş doğmuş!.. Besmeleden sonra hemen abdest alıp seccadeye varmalı… Namazı güzelce îfâ ettikten sonra da ellerimizi açıp; «Teşekkür ederim Rabbim, bugün beni özel bir kulun olarak seçtiğin ve huzuruna kabul ettiğin için!..” demeli… Sonra secdede, dile ne dilersen, o yerin ve göğün hazinelerinin sahibinden… İşte o secde, en tatlı secdedir; hiç kalkamaz istemezsin. Pek lezzetlidir. Sonra kıvrıl seccadene uyu, işte o, en tatlı, en ballı uykudur. Sabah uyandığında mânen dolmuş, kuş gibi hafiflemiş olursun, için dışın enerji dolmuş olur.”

Sacide Hanım, bu anları yaşarcasına kendini kaptırmış anlatıyordu, o sırada bakışları Âmine’ye döndü. Âmine, sessiz bir şekilde gözyaşları dökmeye başlamıştı.

“-Canım, bunları, seni ağlatmak için söylemedim!” dedi.

“-Hocam, bugün ben uyuyan milyarlarca insan içinden özel olarak seçildim, öyle mi?” diye sordu. Demek ki, şimdiye kadar Rabbim defalarca benim gönül kapımı tıklattı da ben hep arkamı dönüp «Çok uykum var, sonra kılarım.» diye ona arkamı döndüm, öyle mi? Ama bundan sonra inşâallah, ben de onun dâvetine icâbet edeceğim!..” dedi.

“-Tabiî ki icabet edeceksin! Sen gönlünü Allâh’a çevirip bir adım attın. Rabbimiz «Kulum, bana bir adım atarsa, ben ona on adım gelirim. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.” buyuruyor. Bak, Âmineciğim! Rabbimizin bütün farzları, Peygamberimize Cebrail vâsıtası ile bildirilmiş emirlerdir. Sadece namaz öyle değildir!.. Namaz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece Mekke’deki hânesinde uyurken Rabbimizin özel ikram ve dâvetiyle, âdetâ az önce anlattığım gibi tatlı uykusundan uyandırılarak Mirac’a daveti ile, yüceler yücesi bir makamda ilâhî bir hediye olarak verilmiştir. Yani Rabbimiz, kullarına namazı bir yük olarak değil, “en güzel ev sahibi” olarak “en güzel misafir”ine sunduğu “pek kıymetli bir hediye” olarak takdim etmiştir. Peygamberimiz, bu lezzeti, ümmetinin de tatmasını istedi. Bunun üzerine Rabbimiz, namaz esnasında kullarının gönül dillerine sürüverir bu namaz lezzetini… Bu tadı alan, bir daha Allâh’ın izni ile bırakamaz. Ama bu lezzeti tatmayana, şeytan, o mübârek hediyeyi büyük bir yük olarak gösterir. İşin sırrı işte burada… Namaz, bir yük değil, bir hediyedir. Rabbe kavuşma ânı, vuslat hediyesi... Haydi bakalım, hediyeni almaya!..” dedi  Sacide Hanım büyük bir heyecanla…

Sonra da namaz için hazırlanan Âmine’yi odada yalnız bırakıp:

“-Ben kendi odamda kılacağım. Haydi, şimdiden mîrâcın mübarek olsun!” dedi.

Âmine, seccadeye doğru vardı. En sonda yapmayı düşündüğü duâyı, gözyaşları içinde secdeye kapanarak yapmaya başladı:

“-İşte geldim Rabbim!.. Beni seçtiğin için, huzuruna kabul ettiğin için çok teşekkür ederim Rabbim!..” diyerek dakikalarca ağladı. Ağladıkça hafifledi. Sanki döktüğü gözyaşları, içindeki manevi kirleri yıkayıp atıyordu.

Namazını kılınca, seccadenin üzerinde yana kıvrıldı. Bir süre öylece yattı. Yastıksız uyuyamayınca, koltuğun üzerindeki süs yastığı, başının altına koydu ve rüyalar âlemine doğru süzüldü gitti.

Uyandığında gerçekten kuş gibi hafiflemişti. İçinde tarifi imkânsız bir mutluluk vardı. Gözlerinde uykudan eser kalmamıştı. Gece geç yattığı, sabah namazına da kalktığı hâlde zindeydi. Odasına dönüp yatağını topladı, üzerini giydi. Bir not bıraktı, kapıdan çıkmadan önce:

“Âcilen çıkmalıyım. Hayatımdaki en tatlı uyku için teşekkürler. Sizi arayacağım. Âmine”

Sessizce evden çıktı, Fâtih Yokuşu’ndan Balat’a, sahile doğru indi. Sahilde bir çocuk sevinci ile yavaş yavaş yürümeye başladı. Derin derin nefes alıyor, sahilden gelen deniz havasını alabildiğine içine çekiyordu. Hava açık, martılar mavi gökyüzünde nazlı nazlı uçuyorlardı. Arada bir martıların serenatları, yavaş yavaş başlayan sabah trafiğinin gürültüsünü delip geçiyordu. Burnuna sıcacık simit kokusu geldi. Hemen birkaç simit aldı ve acele ile bir dolmuşa bindi. Uzaktan Eyüp Sultan Hazretleri’nin bulunduğu o sükûnet beldesini görünce:

“-Mutlaka bir gün gelip burayı ziyaret etmeliyim. Bunun için özel bir zaman ayırmalıyım.” Dedi ve uzaktan da olsa, Eyüp Sultan Hazretleri’nin rûhuna bir Fâtiha-i Şerife okudu.

Hayat, şimdi daha çok değer kazanmış gibiydi. Her şey sanki yerli yerine oturuyordu. Şu sekiz-on günde ne de çok şey değişmişti hayatında… Füsun’u kaybetmesi, onların evinde yaşadıkları, mezarlıktakiler ve Sâcide Hanım’la tanışması… Hepsi bu kadarcık kısa bir zamana sıkışmıştı. Şimdi artık işyerine dönmesi gerekiyordu. Kullandığı izinler bitmişti. Bugün işbaşı yapması gerekiyordu. Minibüsten indi, çalıştığı bankaya doğru yürümeye başladı. Kalbi pır pır atıyordu. Bankanın kapısını açar açmaz, yüksek bir sesle:

“-Herkese günaydın!..” dedi ve çalıştığı masaya yöneldi.

Arkadaşları, Âmine’nin bu tavrına şaşırmışlardı. Onun en sevdiği arkadaşını kaybettiğini, bunun için izin aldığını biliyorlardı. Şimdi bu aşırı enerjik hâllerine şaşırmışlardı. İçlerinden bir tanesi dayanamadı, Âmine’nin masasına yaklaşıp göz kırptı ve:

“-Hayırdır kızım, ne bu hâl?! Gören de âşık olduğunu düşünecek!..”

“-Sorma Tuğçe, gerçekten içimde bir aşk var. Ama tarifi zor…”

“-Kime âşık oldun kız?”

“-Nasıl desem bilmiyorum, en tatlı birisine… Yeni tanıştığım, aslında hep yanımda olan, hep beni düşünen, hep beni seven… Meğer ben onu bilmiyormuşum…”

“-Oooo, kızım sen uçmuşsun ya… Nerelerdesin, kimlerden bahsediyorsun?”

“-Merak etme, yakında bol bol konuşuruz.”

Mesai başlamıştı. Herkes masalarına döndü. Gelenler gidenler, borçlar, alacaklar, ödemeler, krediler… O gün öğle paydosuna kadar büyük bir enerji ile devam eden Âmine, öğle ezanı okununca saatine baktı.

“-45 dakikam var; abdest almalıyım. Şimdi namazımı nerede kılacağım? Câmiye gitsem yemek yiyemem. Yemek yiyecek olsam, câmiye yetişmem zor. Hepsini birden nasıl yetiştireceğim?” dedi. Sonra da içinden, “Nasıl olsa namazın vakti daha çok, yemeğimi yiyeyim, bir ara kılarım.” diye geçirdi.

Yemekte arkadaşları ile buluştular. Arkadaşları, hasret kaldıkları Âmine’yi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Bazıları cenâzeye gelmiş, ama birçoğu o günden sonra olup bitenleri birinci ağızdan dinlemek istiyordu. Bilhassa yakın arkadaşları Tuğçe ile Reyhan, Âmine’yi sözünü kesmeden uzun uzun dinlediler. O da en baştan itibaren anlattı. Sonunda da akşamleyin Sâcide Hanım’da kaldığını ekledi. Tuğçe:

“-Kız, bu hoca, seni de kendine benzetmesin sonra!..” diye takıldı Âmine’ye… Âmine, biraz da sitemli bir şekilde:

“-Niye öyle diyorsunuz ki… Gerçekten bir tanısanız, dünyalar güzeli bir hanım… Âdeta ağzından bal damlıyor. Bir de benim iç dünyamı o kadar güzel okuyor ki… Neredeyse kalbimden geçenleri, ben dile getirmeden ortaya döküveriyor. Sonra da bir güzel üstesinden geliyor.”

Reyhan da lafa karıştı:

“-Kızım, bu hoca seni büyülemiş. Bırak bu işleri… Bak, sonra demedi deme, bunlar senin başını belaya sokar. Şimdi her şey iyi, güzel… Sonra paçanı kurtaramazsın. Seni işinden de, yuvandan da uzaklaştırırlar.”

Âmine, onların söylediklerine biraz alındı:

“-Ya, siz hiç görmeden, tanımadan nasıl böyle önyargılı oluyorsunuz.” İkisi birden:

“-Biz biliriz böylelerini!..” dediler.

Artık konuşulacak bir şey kalmamış gibiydi. Kalktılar. Âmine saatine baktı, öğle paydosunun bitimine birkaç dakika kalmıştı. Aceleyle hesabı ödeyip lokantadan ayrıldılar. Âmine, bir taraftan Sâcide Hanım’ın söylediklerini düşünüyor, bir taraftan da arkadaşlarının yakıştırmalarına sinirleniyordu.

“-Ne kadar ayrı dünyalarda yaşıyorlar.” dedi.

Ama sabahki namazın lezzetini unutamamıştı. Öğle vakti gelmiş, mesai başlamış ve o hâlâ öğle namazını kılamamıştı. Şefin yanına gidip izin almayı düşündü. Sonuçta o da nâzik, kibar, anlayışlı birisiydi.

Odasına gitti ve:

“-Âdem Bey, müsaadeniz olursa birkaç dakikalık işim vardı; alt kattaki hademe odasında abdest alıp namaz kılabilir miyim?”

“-Nasıl olur, Âmine Hanım. Şimdi paydos vakti bitti, müşteriler sıra aldı sizi bekliyor. Lütfen gecikmeyelim. Hem çalışmak da ibadet değil mi? Geçin yerinize lütfen, aldığınız maaşın hakkını verin. Sonra yediğimiz lokmanın da helâl olması önemli, değil mi?”

“-Şey, ama…”

“-Tamam, birkaç saat sonra, ortalık biraz tenhâlaşsın; gider kılarsınız. Ama bir kereye mahsus tamam mı? Yoksa burası câmi değil!.. Durmadan herkesin, bir de günde beş defa namaza gitmesi demek, bütün işlerin alt üst olması demek… Ortada düzen mi kalır? Ben hangi birinizin peşine koşacağım? Namazı birleştirip akşamleyin hepsini birden kılarsınız canım. Suçu-günahı varsa, benim üstüme olsun. Benim de dedem hacca gitmişti. Gençlikte çalışmak lâzım, ihtiyarlayınca da ibadet…”

Âmine, masasına büyük bir vicdan azabı ile oturdu. Ne yapacaktı? Tam kara kara düşünürken, bir müşteri geldi, parayı uzattı ve:

“-Doğalgaz borcunu ödeyecektim.” dedi.

Ardından bir diğeri kredi kartı borcunu ödedi, başkası maaşını çekti. Derken Âmine, işine dalıp gitti. O telâşe esnasında ikindi ezanının okunduğunu da fark etmedi. Gün sonu hesaplarını yapıp kasaları toplarken okunan akşam ezanı ile kendine geldi.

“-Eyvah, namazlar gitti!..”

Bunu o kadar aniden ve ürkerek söylemişti ki, Tuğçe masasından kalkıp yanına kadar geldi:

“-Ne oldu, Âmine? Birden sıçradın...”

“-Bugün hiç namazlarımı kılamadım da…”

“-Aman kızım, üzüldüğün şeye bak!.. Burada nasıl namaz kılacaksın? Yer mi var, zaman mı? Burası ibadet yapmak için uygun bir yer değil… Evde olursun, işin gücün olmaz, rahat rahat kılarsın. Hem şimdi namaza başlasan, «Başını ört!» derler. Ona başlasan, «İşini bırak!» derler. Bu işler bize göre değil kızım… Kafanı takma… Allah büyük… Bütün günahları affeder. Hocanı çok seviyorsan, emekli olunca git yanına… Sarıl, kucaklaş. Hatta istersen beraber gidelim. Ama gözünü seveyim, kendini bir an önce topla!.. Gençsin, güzelsin, hayatını yaşa… Bu hurafeleri bırak bir yana…”

Reyhan da yanlarına geldi:

“-Ne oldu yine?”

 Tuğçe:

“-Namazlarını kılamamış da ona üzülüyor.” diye alaylı alaylı konuştu.

Reyhan, Âmine’ye dönerek:

“-Bak, kızım aklını başına devşir. Bu devirde böyle maaşı nereden bulacaksın. Hem kaç yıl okullarda, üniversitelerde okumuşsun. Şimdi evine gidip sabahtan akşama evde mi oturacaksın? Yazık değil mi, senin gibi birisine… Namaz mı kılmak istiyorsun, akşamları eve gidince hepsini birden kıl. Bak, ben aklıma geldikçe kılarım. Hem bu işlerde kalbin temiz olması önemli… Birkaç gün namaz kılmayınca, için acır, ama sonra unutur gidersin. Boşver bunları… Hadi, hayatını yaşamaya bak. Hem yarın akşam, Bora’nın evinde parti var. Sen de gel, açılırsın hem…”

Âmine, onlara cevap vermek bile istemedi. Dinledi sadece… Eşyalarını topladı. Otobüse bindi ve evinin yolunu tuttu.

Eve vardığında, kalbini yokladı; sabahki enerjisinden hiçbir şey kalmamıştı. Çok yorgundu. Bir taraftan Sâcide Hanım’ın söyledikleri, bir taraftan işyerindeki arkadaşlarının söyledikleri… Kafasında bir savaş var gibiydi. Vücudu külçe gibi olmuştu. Annesinin hazırladığı akşam yemeğini yedi ve nefsini zorlaya zorlaya yatsı namazını kıldı, akşamı da kazâ etti. Ama öğle ile ikindiyi kazâ etmek gözünde büyüdü. Mecâli kalmamıştı, yatağına kıvrıldı.

Sabahleyin gözlerini açtığında, saat 7:30 olmuş, güneş çoktan doğmuştu. Sabah namazının vakti geçmişti. Bu gece uyanamamıştı.

“-Demek ki, bugün özel olarak seçilmedim.” diye üzüldü.

Sonra da, “Ben Rabbime bir adım atmadım ki, O, bana on adım atsın!..” dedi.

Sonra arkadaşı Tuğçe’nin dedikleri sinsice dolaştı içinde…

“-Tuğçe de haklı, benim hayat tarzım dini yaşamaya uygun değil ki!.. Ben ne yapayım?” diye nefsini haklı çıkarmaya çalıştı.

İşe giderken içindeki bir ses, Sâcide Hoca’yı aramasını söylüyordu. Diğer ses ise, “Ararsan, bildiklerini yaşamak zorunda kalırsın. Boş ver sonra ararsın. Zaten şimdi çok erken, belki kalkmamıştır. Hem onu aramaya ne yüzün var, namazlarını bile doğru dürüst kılamıyorsun!..” diyordu.

İçindeki sesler, o kadar çok ve birbiriyle kavga halinde idi ki, âdeta başını ağrıtıyorlardı. Bankaya varınca masasına oturdu. Arkadaşları yavaş yavaş geliyorlardı.

“-Bugün de şansımı deneyeceğim!” dedi. (Devam Edecek)

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle