Dünyayı Aydınlatacak İncinin Sedefi Hazreti Amine - 1

(Geçen Sayının Devamı)

Veheb, kızı Âmine’ye çok düşkündü; öyle ki, onu, kendi gözünden bile sakınırdı. Lâkin onu Abdullâh ile evlendirirken hiç tereddüt etmedi. Bunun en büyük sebebi, o gece gördüğü rüyâ idi. Rüyâsında Hazret-i İbrahim’i görmüş, Hazret-i İbrahim kendisine şöyle nasihatte bulunmuş idi:

“-Abdülmuttalib’in oğlu Abdullâh ile kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım, sen de onu kabul et!..”

Veheb, bütün gün bu rüyanın etkisiyle, acaba ne zaman gelecekler, diye beklemeye başlamıştı. Zateb Abdülmuttalib, en yakın arkadaşıydı. Abdullâh ise Mekke’deki gençlerin en mükemmeliydi. Âmine de güzel ve iyi huyu ile Abdullâh’a lâyık bir zevce olacaktı.

Elbette bu mübârek evliliğe memnun olmayanlar da vardı. Özellikle Kureyş kızları üzüntü ve kedere boğulmuşlardı. Hatta bu kızlardan biri:

“-Ben Abdullâh’ın yüzünde hayrın parıldadığını görürdüm. Onun ziyâsıyla, yağmur yağdıran siyah bulutlar bile ışıldardı. Göz ucuyla dahî ona baktığım zaman, bu nûrun kendisini ve çevresindekileri, dolunayın dünyayı aydınlatması gibi aydınlattığını görürdüm. Ben onu elde etmekle her zaman övünebileceğim bir şeref kazanmak istemiştim. Ancak her çakmak taşını çakan ateş çıkaramaz ki!.. Zühreoğulları kızının elde ettiği hayır ve saâdet târif edilemeyecek kadar büyüktür. Fakat o bizden soyup aldığı hayrın ne olduğunu bilmiyor...” gibi sözlerle üzüntüsünün sebebini anlatıyordu.

Abdullâh ile Âmine’nin evliliğine en çok üzülenlerden biri de şüphesiz ki Varaka bin Nevfel’in kız kardeşi Rukiye idi. Abdullâh Mekke sokaklarında dolaşırken bir ara Rukiye’yi görmüş, yine kendisini rahatsız edeceğini düşünerek vereceği cevabı düşünmeye başlamıştı. Ancak bu kez Rukiye çok farklıydı. Öyle ki, ona en ufak bir ilgi dahî göstermedi. Bu durum karşısında Abdullâh meraklanarak;

“-Ey Rukiye! Ne oldu sana, hâlin çok değişmiş?” dedi. Rukiye:

“-Ey Abdullâh, benden artık sana yalvarmamı bekleme… Eskiden alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nûr beni heyecanlandırıyor, âdeta kendimden geçiriyordu. Tek arzum bu parlaklığın bana geçmesiydi. Bundan dolayı sana bir çok kez evlenme teklifinde bulundum; ancak her defasında beni reddettin, sonunda gidip Âmine ile evlendin. Şimdi ise görüyorum ki, sende mevcud olan o nûr, o parlaklık kaybolmuş… Bu sebeple artık sana ihtiyacım kalmadı.” diye cevap verdi.

O, Rukiye’nin artık kendisini rahatsız etmeyeceğini duyunca memnun olmuş ve oradan ayrılmıştı.

Gerçekten Rukiye haklıydı. Son zamanlarda Hazret-i Abdullâh’ın alnında parlayan o nûr görünmez olmuş, artık Hazret-i Âmine’nin sîmâsını aydınlatmaya başlamıştı. Bunun sebebi, o sıralar Hazret-i Âmine’nin, Peygamberimiz (s.a.v.)’e hamile olmasıydı. Abdullâh fakirdi, mütevâzî bir hayat yaşıyordu. Dünyâ malı olarak, alın teri ile ekmeğini kazandığı bir toprak parçasından başka hiçbir şeyi yoktu. O sene meydana gelen kuraklık, tüm Arab kabileleri arasında kıtlığı da beraberinde getirdi. Susuzluk toprağı iyice verimsizleştirdiği için artık topraktan ürün de alınamıyordu. Çoğu insan, bu sebeple geçimini sağlamak için ticaretle uğraşmaya başladı.

Abdullâh ne kadar sıkıntı içinde bulunsa da bundan şikâyet etmiyor; babasının malına dayanmıyordu. Oğlunun durumunu iyi bilen Abdulmuttalib, sıkıntılarını hafifletmek üzere onu, Kureyş kervanı ile Şam’a göndermek istedi. Hazret-i Âmine hâmileydi. Hazret-i Abdullâh bu durum karşısında biraz tereddüt etse de, geçim temini için bunu yapmak zorundaydı.

Daha önce de ticaret kervanlarına katılmıştı, ama bu sefer içinde farklı duygular hissediyordu. Sebebini tam anlayamasa da evlâdını güzel yetiştirmek uğruna gitmeliydi. Nihayet bu kararı kesinleşince sefer ihtiyaçlarını tamamladı ve evinden ayrıldı.

Hazret-i Abdullah, Hazret-i Âmine’nin hâmile olması nedeniyle oyalanmadan, işlerini bir an önce tamamlamaya çalışıyordu. Ancak zayıf ve nârîn bedeni, buna daha fazla dayanamayarak hastalandı. Beraberinde bulunanlar, onu dönüşte Medine’deki dayıları olan Neccaroğulları’na bıraktılar. Abdulmuttalib sevgili oğlunun yolda rahatsızlandığını öğrenince ona en büyük oğlu Hâris’i gönderdi. Lâkin ecel daha erken davranmıştı. Hâris, Medine’ye ulaşınca kardeşinin ölüm haberini işitti. Kötü haber bir anda bütün Mekke’ye yayılmış, herkesi büyük bir yasa boğmuştu.

Bu ânî ölüm, Hazret-i Âmine’yi de derinden etkilemişti. Zaten hâmilelik onu iyice hassaslaştırmış, bu ölüm sebebiyle de her şeyden el-etek çekerek iyice içine kapanmıştı. Ailesi zengin değildi. Abdullah’tan miras olarak sadece; bir câriye, beş deve, birkaç koyun ve az sayıda gümüş paralar kalmıştı.

Mübârek doğuma az bir zaman kala, yine kötü bir haber Yemen taraflarından geldi. Ebrehe nihâyet dediğini yapmış, Habeş hükümdarının hediye ettiği fili de önüne katarak Mekke’ye doğru gelmeye başlamıştı.

Niyeti, Kâbe’yi yerle bir etmek, putları alıp kendi yaptırdığı kiliseye götürmekti. Böylece Arap yarımadasında bulunan tüm kabileleri, kendisine bağlamış olacaktı.

Abdulmuttalib, başkan olduğundan halkı savaşa hazırlanmaya çağırıyor, ancak Kureyş savaşmaya yanaşmıyordu. Zira Ebrehe, bütün kurnazlığını kullanarak kimsenin canına dokunmayacağını ilan etmişti. Onların bu umursamaz tavrı, Abdulmuttalib’in üzüntü ve kederini bir kat daha artırıyor, ancak elinde de bir şey gelmiyordu.

Ebrehe, fillerden oluşan muazzam ordusuyla Mekke yakınlarına geldiğinde Abdulmuttalib onun yanına gitmiş, bir süre görüşmede bulunmuştu. Ancak gurur ve kibir içinde olan Ebrehe, Kureyş liderinin sözlerini önemsememiş, orduya hücum emrini vermişti.

Yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı bu sırada peydâ eden Ebâbil kuşları, bir bulut misali her yeri kaplamış, inanmayan yürekleri, taş yağmuruna tutarak kısa bir süre içerisinde tüm orduyu neredeyse yenik ekin tarlaları hâline çevirmişti.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğumlarına 54 gün kala cereyan eden bu hâdise, o doğmadan meydana gelen en büyük mûcizelerdendi.

Yerde ve gökte ne varsa, hepsi artan bir güzellikle bekleyişteydi. Bilhassa Hazret-i Âmine’nin doğumunu beklediği ev, sanki geceyi hiç yaşamıyordu. İnanmayan gönüller akla durgunluk veren sapık eğlencelerine kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki, meydana gelen bu değişiklikleri fark edemiyorlardı.

Doğuma az bir zaman kala, Hazret-i Âmine bir rüya gördü. Rüyâsında; bedeninden çıkan bir nûr, doğu ile batı arasında ne varsa hepsini aydınlatıyordu. Rüyâ devam ederken gönülleri okşayan hoş bir ses duyuldu. Bu ses, ona doğumdan sonra yapacaklarını bildiriyordu:

“-Ey Âmine!.. Sen insanların en hayırlısısın, ümmetlerin efendisine hâmile oldun… O’nu dünyaya getirdiğin zaman; «Bir ve tek olan Allah’a sığınırım!» de ve Adını «Muhammed (veya Ahmed)» koy, hâlini kimseye bildirme!..” dedi

Bu rüya, Hazret-i Âmine’yi rahatlatmış, âdeta uykusu devam ederken yüzünde güller açmıştı.

Henüz aradan birkaç gün geçmişti ki, Hazret-i Âmine birden bire ağırlaştı. Doğumun yaklaştığını anlayan yakınları büyük bir heyecanla beklemeye başladılar. Hazret-i Âmine’nin yanında, Hazret-i Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebu’l-Âs’ın annesi Fatıma ve Ümmü Eymen kaldı.

Dünya yaratıldı yaratılalı, gelip geçen bu en hayırlı gecede, yeryüzünün her tarafında Allâh’ın emriyle gerçekleşen çeşit çeşit hâdiseler oluyordu.

Tüm gökyüzü, zuhûr edecek olan o nûra, yâni Allâh’ın Habîbine, secde etmek ister gibi kapanmıştı yeryüzüne…

Allâh’ın izniyle inen melekler, sanki cennettelermişcesine neşe ve sevinç saçıyor, Allâh Rasûlune hizmet için bekliyorlardı.

Yalnız Hazret-i Âmine’nin konağındakiler değil, Mekke içinde, yakın kabilelerde ve dünyanın her tarafında bu hâl dikkatle inceleniyordu.

Bilhassa kilise ve havradaki papazlarla hahamlar, gözlerini gökyüzünden ayırmıyorlardı. Şimdiye kadar kitaplarından öğrendiklerine göre, âhir zaman peygamberinin doğuşunu gökte parlayan yeni bir yıldız müjdeleyecekti bütün insanlara… O yıldız görünür görünmez kitapların «Ahmed» adıyla isimlendirdikleri peygamber yeryüzünü şereflendirecekti.

Hazret-i Âmine’nin bulunduğu odada hoş bir esinti başlamıştı. O aslâ bir doğum ağırlığında değildi. Bazen terliyor, odaya gül kokuları yayılıyordu. Ona hizmet için hazırlananlar, terini kurulamaya yetişmeden ter kendiliğinden kuruyordu.

Hazret-i Âmine onların hayret verici bakışlarını görünce;

 “-Şaşırmayın!.. Başucumda duran melekler her türlü yardımı yapıyorlar. Öyle ki, kendi aralarında yarış hâlindeler… Bana içirdikleri şerbet ile artık acı da duymuyorum.” diyerek hâlini bildiriyordu.

Artık vakit gelmişti… Hazret-i Âmine beklenen emaneti, kurtarıcıyı, azap habercisi ve rahmet müjdecisi olan evlâdını insanlara teslim etti.

Kendisine, Cenab-ı Hakk tarafından sunulan vazifeyi başardığı için çok mesuttu.

Kutlu doğum, Abdulmuttalib’e haber verildiğinde, o oğullarından Ebu Tâlib ve diğer Mekke ileri gelenleriyle oturuyordu. Abdulmuttalib bu haberi duyar duymaz, hemen Hazret-i Âmine’nin doğum yaptığı eve geldi; torununu kucağına aldı ve öptü… Sonra Ebu Talib’e dönüp:

“-Bu çocuk benim sana olan emânetimdir… Onun şânı pek yüce olacaktır!..” dedi. Ardından torununu alıp Kâbe’ye götürdü, duâlar etti.

Ahmed’in yıldızının doğduğunu görenler, nihâyet beklenen peygamberin yeryüzünü şereflendirdiğini anladılar.

Onun doğumunun gerçekleştiği bu en hayırlı gecede, bazı fevkalâde hâdiseler meydana geldi. Öyle ki, İran hükümdarı Kisra’nın sarayının 14 burcu yıkılmış, Mecûsîlerin bin yıldan beri hiç sönmeden yanan taptıkları ateş sönmüş; Semâve vâdisi taşmış, Sevâ gölü zulüm bataklığı hâlinde kurumuştu.

Bu ve benzeri hâdiseler Yahudileri çileden çıkarmıştı. Çünkü bu son peygamberin kendi içlerinden gelmesini bekliyorlardı. Ancak istedikleri olmamış, son peygamber Arapların içinde zuhûr etmişti.

Araplarda bulunan yaygın bir geleneğe göre, doğumdan yedi gün sonra yapılan bir merâsimle çocuğun ismi herkese îlân edilirdi. Hazret-i Amine böyle bir merasim düzenleyecek güce sahip olmadığını bildiği için üzülüyordu. Ancak onun kaygılandığını gören Abdulmuttalib;

 “-Müjde sana ey Âmine’m!.. Torunum için büyük bir doğum merâsimi hazırlattım. Hem adını îlân edeceğim, hem de sünnetli doğduğunu herkese göstereceğim.” dedi.

“-Bu haber Hazret-i Âmine’yi çok sevindirdi. Gerçekten de doğumun yedinci gününde Abdulmuttalib söz verdiğini yaparak, Muhammed’ini büyük bir merâsimle Kureyş halkına tanıtmış; böylece Hazret-i Âmine’nin sıkıntılarını hafifletmişti.

«Muhammed» ismi Mekkelilerin pek alışık olmadıkları bir isim olduğundan Kureyş büyükleri Abdulmuttalib’e gelerek:

“-Ey Abdulmuttalib!.. Niçin atalarının isimlerinden birini koymadın…” diye sitem de bulunmuşlardı. Abdulmuttalib’in cevabı kısa ama etkileyici oldu.

“-Gökte Hakk’ın beğenip övmesini istediğim için ona bu ismi koydum. Ayrıca bu isim Hazret-i Âmine’ye rüyâsında müjdelenmiş bir isimdir.”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle