Akhisarlı Gülten Teyze’den Hâtıralar: İnsan Aşıksa...

Akhisarlı Hacı Gülten Teyzemiz ömrünü hizmete adamış, zamanında o beldeden bu beldeye koşmuş bir gönül eri hanımefendi!.. Geçirdiği trafik kazası ve ardından yaşamış olduğu felç dolayısıyla, şimdi evinden çıkamıyor. Ama her dâim “hamd” hâlinde ve evindeki çiçeği bile:

“-Bana dost geldi kızım.” sözleriyle sevebilen bir pamuk anne… Nâmahremden hayat boyu sakınıp korunmuş:

“-Kızım, ben bakkala bile derdimi anlatamam, sıkılırım. Nâmahremi görünce konuşamam!..” diyerek mâsumâne anlatıyor hâlini!..

Yürek böyle güzel olunca, Allah Teâlâ da onu güzel gönüllere yakın etmiş. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Efendi’nin defninde bulunmak dahî nasib olmuş. Şöyle anlatıyor, o tatlı günleri:

“-Çok hâtıralar yaşadık kızım. Sık sık İstanbul’a giderdik; sonra haclar, umreler… Şimdi hepsi gerilerde kaldı.

Mahmud Sâmi Efendi’nin vefâtında Medine’deydik. Zaten son günlerinde rahatsız olduğunu duyduğumuz için sürekli Kur’ân’lar okuyor, duâlar ediyorduk. Vefât ettiklerini duyunca hemen gasledildikleri yere gittik. Çok güzel bir koku vardı bahçede. İki akasya ağacıydı herhâlde, yaşlandık, eskisi gibi hatırlayamıyoruz artık. O ağaçları görünce koku onlardan mı geliyor diye yakınlarına gittim, ama yok, oradan gelmiyordu!.. Sonra bir fırsat oldu, Sâmi Efendimizin gasledildiği odaya yaklaşınca kokunun oradan geldiğini anladık!.. Daha sonraları bu hâdiseyi, şimdi Medine’de yaşıyan Sâmi Efendimizin âşıklarından Pakize Hanımteyze’ye anlatınca, bana şöyle dediğini hatırlarım:

“-Kızım, insan böyle bir Hak dostuna âşıksa, o kokuyu tâ Türkiye’deki evinin odasından da alır!..”

* * *

Büyüklerle hâtıraları çok Gülten teyzemizin! Ziyâret eden kesinlikle gönlü, kulağı boş ayrılmıyor evinden. Bir Pâkize teyzeden, bir de Dürriye Anneden çok sık hâtıralar anlatır… Seçebildiklerimiz:

“-Dürriye Anne vardı, bir de… Büyükler, Pendik’in manevî annesi derlerdi, onun için. Geceleri pek uyumazdı. Ben ne zaman uyanıp kalkmış olsam, onu uyanık görürdüm. Bir gece teheccüde birlikte kalktık. Dürriye Anne:

“-Geç mi kaldık, vah vah!” diyerek ağlamaya başladı. Biz:

“-Yok Dürriye Anne, daha bir saat var sabah namazına!..” dediysek de o ağlamaya devam etti. Belki yarım saat secdede kaldı. Zaten vazifesi duâ imiş. Aslında gece saat birde, bir buçukta ayakta olmaya alışmış, bizim uyandığımız saati geç kalmış kabul ediyorç

Dürriye Annenin beyi hâkimmiş, pek öyle mâneviyâtla alâkası yokmuş… Dürriye Anneyi sinemaya falan götürürmüş. Tabî Dürriye Anne, yumarmış gözünü koyulurmuş zikre. Beyi bir şey sorduğunda da:

“-Evet efendi!” der, beyinin gönlünü kırmazmış. Sonra hâfızlığa başlamış. Beyi duymasın diye de gece çatıya çıkar, sokak ışığında çalışırmış. Böylece sekizinci sayfaya kadar yükselmiş, ama büyüklerin de tavsiyesiyle devam etmemiş. Kur’ân’ı ezber gibi okurdu zaten!

* * *

Mûsâ Topbaş Efendi’nin son yıllarıydı. Ziyâretine gitmiştik. Pek görüşebileceğimizi düşünmemiştik, ama nasib oldu. Her gelene büyük-küçük bir hediye hazırlar verirlerdi. Gelenlerin gönüllerini alırlardı:

“-Gücüm kuvvetim olsa da, Anadolu’dan gelenlere bizzat hizmet etsem!” derlerdi. Öyle kıymet verirlerdi, Allah için birbirini seven ve Allah rızası için ziyâretleşenlere!..

Yanımdaki arkadaşa hediye olarak yelek düşmüştü:

“-Bu kızımız yelek giymez, ama ileride lâzım olur, dursun!” demişlerdi. Ben de içimden:

“-Keşke yeleği bana verselerdi, ben yelek giymeyi severim. Efendimin yeleği diye giyerim!..” demiştim.

Birkaç gün sonra Zâhide hanımla bana bir paket daha göndermişler ve:

“-Gülten hanıma hediyemiz az oldu!” demişler. Paketi açtım baktım, içinden krem bir yelek çıktı! Kendi kendime:

“-Âh Gülten!..” dedim. “Bir de onun gönlünü bununla meşgul ettin, gördün mü?”

Onlar evlatlarının en küçük derdini bile dert ediniyorlar.

Mûsâ Efendi, Mahmud Sâmi Efendi hazretlerini çok severlerdi. Bir soruya cevap verirken hep ondan örnek verirlerdi.

Sâmi Efendi’yle birkaç kez görüşebilmek nasib oldu. O da müstesnâ bir insan-ı kâmildi. Onlar hep hassas yaşamışlar, edeb içinde ömür sürmüşler. Son nefeslerine kadar hep edeb, hep edeb!.. Biz yaşlıyız, bir insan arkasına minder koymayınca sırtı ağrıyor. Onlar hep huzur vaziyetinde, hep dizüstü oturmuşlar. Son yıllarında halbuki çocuk kadar kalmışlar, çok yaşlanmışlardı. Bir gün Melike Hanımdan dinledik hâlini. Sordum şöyle birkaç hâlini anlatsanız, diye… Şöyle anlatmıştı. Yemek yerken arkasına minder koyarlarmış, dayansın, rahat etsin diye, lâkin o öne yaklaşırmış, tâ koltuğun ucuna kadar… Melike hanımlar:

“-Dedeciğim, yaslansanız, yaşlandınız, rahat ederdiniz biraz!” dediklerinde o:

“-Evladım, biz insanız, insan gibi yemek yeriz!” buyurmuşlar. Vefât edene kadar da bu hâlini bozmamışlar. Kızım, biz sabredemiyoruz işte…

* * *

Gülten teyzemiz “Sabredemiyoruz.” der, ama şeker hastalığına rağmen oruç tutardı. Doktor yasağını dinlemeyince rahatsızlığı arttı tabiî.. Tutamadığı orucun gözyaşı gözünden hiç eksik olmadı Gülten Teyzemizin. Her ziyaretine gittiğimizde muhakkak bir ikramda bulunurdu. Hiç bulamadıysa, bastonuna taktığı küçük torbasından şeker ikram ederdi.

Büyüklerin hâliyle hâllenince hep böyle güzellikler yansıyor insandan…Bir gün bir davete biraz geç gelmişti:

“-Kızım, kusura bakmayın, evde yardımcım kırılmasın, dedim. Onunla yedim.” demişlerdi. Ne kadar incelik…

* * *

Allah râzı olsun diyoruz, Gülten teyzemize! Her ziyaretimizde çok yorgun olmasına ve nefes darlığına rağmen ziyaretçilerini hâtıralarından mahrum bırakmayan Gülten teyzemizle ebedî âlemde de hâtıralar paylaşabilmek duâsıyla! Cenâb-ı Hak, bu dünyada da, öte dünyada da bizleri o gönlü güzel, hâli güzel büyüklerimizden ayrı koymasın!... Onların hâllerinden bizlere de in’ikâslar nasib eylesin..

Cenab-ı  Hak, ümmeti, böylesi sâlihât-ı nisvândan mahrûm eylemesin!.. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle