Dostun Vefâsı

Vefâ, bir müslümanın tabiat-ı asliyesidir. Mü’min, Allah ve Rasûl’üne olan vefâsı dolayısıyla; ana-babaya, hısım-akrabaya ve din kardeşlerine hürmet, muhabbet, duâ ve teşekkür hissiyatıyla yaşamalıdır. İnsânî hasletlerin dumûra uğradığı, vicdanların kuruduğu, insanların gitgide diğergâmlıktan hodgâmlığa yani fedakârlıktan bencilliğe meylettiği günümüzde vefâ kelimesi, âdeta İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

 

Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri, Rûhu’l-Beyân’da zikredilen şu hâdiseyi, sohbetlerinde zaman zaman naklederlerdi:

“Kıyamet gününde bir kul getirilir ve hesaba çekilir. İyilik ve kötülükleri müsâvî (eşit) gelir. Hasımlarını râzı edecek bir haseneye ihtiyaç duyar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

«–Ey kulum, bir haseneye ihtiyacın kaldı. Onu bulursan seni Cennet’e koyarım. Git bak, insanlardan iste, belki biri sana bir hasene bağışlar.» buyurur.

O kul gelir, durumunu anlatarak babasından, annesinden ve arkadaşlarından bir hasene ister. Her birine ihtiyacını arz eder. Hepsi de:

«–Bugün ben de o bir haseneye çok muhtacım!» diyerek müsbet cevap vermez. 

Kul mahzun bir şekilde geri döner. Cenâb-ı Hak ona:

«–Ne getirdin?» diye sorar.

O da (büyük bir hüzün içerisinde):

«–Ya Rabbi! Hiç kimse bana bir hasene vermedi.» der.

Allah Teâlâ bunun üzerine:

«–Kulum, senin dünyada Ben’im için edindiğin bir dostun yok muydu?!» buyurur. Bunun üzerine kul, bir dostunu hatırlar ve «Falanca benim dostumdu.» der.

Hak Teâlâ o kimseyi dostuna ulaştırır. O da kendisine ihtiyacını arz eder. Dostu, (Allah için olan muhabbetleri hatırına, dostunun ihtiyacı olan) bir haseneyi ona bağışlar. Kul çok sevinir, geri döner ve olanları Rabbine haber verir. Allah Teâlâ da şöyle buyurur:

«–Dostunun sana bağışladığı o bir haseneyi kabul ettim. Onun hakkından da hiçbir şey eksiltmedim. Seni de, onu da affettim.»” (Bkz. Musâhabe, 4, 69-70; Rûhu’l-Beyân, 14, 96)

Allah için dostluğun ne büyük bir lûtuf olduğunu gösteren, ne kadar da güzel bir hâdise!..

Nitekim Rasûlullah r Efendimiz’in haber verdiğine göre, Cenâb-ı Hak kıyâmet günü:

“Nerede Benʼim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi Arşʼımın gölgesinde gölgelendireceğim.” buyuracaktır. (Bkz. Müslim, Birr, 37)

Dolayısıyla mü’min, sevdiğini Allah için sevecek. Zira Fahr-i Âlem r Efendimiz de amellerin en fazîletlisinin Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek[1] olduğunu haber veriyor.

Yine mü’min, kendisine dâimâ Allâh’ı hatırlatan, devamlı fazîlet ve takvâ telkin eden kimseleri dost edinecek. Yağlı kâğıtta durmayan mürekkep gibi, gönlünde iyilik ve güzelliklerin durmadığı ağyâra gönlünü kaptırmayacak, öyle bir kimseyi dostluk pâyesine lâyık görmeyecek.

Hikmet ehli ârifler, gönlün kimlerden korunması gerektiği hususunda şöyle buyurmuşlardır:

“Oğlum, istediğin kimselerle arkadaş ol, fakat şu dört kimseden şiddetle sakın:

  1. Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Çünkü ahmak sana fayda vereceğim niyetiyle zarar verir.
  2. Hırslı, tamahkâr kimse ile arkadaş olma. Çünkü o seni bir lokma ekmeğe, bir yudum suya, bir çekirdeğe satmakta tereddüt etmez.
  3. Cimri ile arkadaş olma. Çünkü cimri, kendisine muhtaç olduğun bir vakitte seni mahrum eder.
  4. Korkakla da arkadaş olma. Çünkü o seni de, ana-babanı da rüsvâ eder, sonunda aldırmaz bile.”

Zemahşerî’nin beyan ettiği gibi:

“Sâdık dost, panzehirden hayırlı; fenâ dost da, zehirden daha zararlıdır.”

Yine bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Sâlih bir dosta sahip olmak, insanın saâdet ve selâmetindendir.” (Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Âdâbu’s-Sohbe, s. 52, hadis no: 28)

Gönlümüzü bir muhâsebeye çekelim:

–Biz kimleri kendimize dost ediniyoruz?

–Dost edindiklerimizin vasıfları neler?

Meselâ dost edindiğimiz kimselerin dilinde ne var?

Zira dil; kalbin tercümanı, gönlün aynasıdır. Dolayısıyla dil neyi çok zikrediyorsa, esâsında gönülde o vardır.

Yani dost edindiğimiz kimse, söz ve davranışlarıyla Allâhʼı, Rasûl’ünü, âhireti hatırlatıyorsa, o kimsenin gönül tahtında Allah ve Rasûl’ü vardır. Böyle bir kimse ile dostluk, Hazret-i Ömer t’ın ifadesiyle kolay ele geçmeyen bir devlettir. O dostu kaybetmemeye çalışmak lâzımdır.

Fakat dostluk kurmaya çalıştığımız kimsenin dili, dâimâ gönül yaralıyor, yalnız paradan-puldan, dünyevî mevzulardan bahsediyorsa, böyle bir kimse de dünyanın esiri olmuş demektir. Onunla kurulacak dostluk, kişiyi âhiret fukarâlığına dûçâr eder. Ebedî saâdetini mahveder.

Yine dost edindiğimiz kimsenin hâl ve fiilleri nasıl?

Allah ve Rasûl’ünün râzı olacağı bir şekilde yaşıyor mu? Hayatını Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde sürdürüyor mü? Gönüllere hayat vermenin gayretiyle bir hizmetten diğer bir hizmete koşuyor mu? Dünya ile âhireti tercih söz konusu olduğunda, dâimâ âhireti tercih edebiliyor mu?

Şâyet öyle ise, mü’mine yakışan, o dostun kıymetini bilmek ve ona vefâ göstermektir. Zâten îman da bir vefâ tezâhürüdür. Vefâlı olmak, takvâ üzere yaşamaktır. Nitekim Rabbimiz, müttakî kulların vasıflarından birinin de ahitlerine vefâ göstermek olduğunu zikrediyor Kur’ân-ı Kerîm’de.[2]

Bir toplum içinde yaşıyoruz. Civârımızda elimizin, gönlümüzün ulaşabildiği bütün kardeşlerimizi bu vefâ dairesinin içine almak da mü’min olmanın bir şiârıdır elbette… Din kardeşlerimizin acılarını ve sevinçlerini paylaşmakla onlara vefâmızı göstereceğiz. Dostumuzun bir ihtiyacını gidermek, bir eksiğini telafi etmek için koşturmakla vefâmızı göstereceğiz. Aslında mü’minin, dostuna gösterdiği bu vefâ, Allâh’a ve Rasûl’üne gösterdiği vefânın bir tezahürüdür. Zira mü’minleri birbirine kardeş kılan, Cenâb-ı Hak’tır.

Rasûlullah r Efendimiz’in hayatı da baştan başa vefâ tezahürleriyle doludur. Meselâ Habeşistan’dan elçiler gelmişti. Rasûlullah Efendimiz onlarla yakından ilgilendi ve hattâ onlara bizzat hizmet etti. Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’e bu hizmeti kendilerine bırakmalarını arz ettiler. Efendimiz ise onlara, eşsiz bir vefâ tezâhürü olan şu ifadelerle mukâbelede bulundu:

“–Bunlar Habeşistan’a hicret etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikram etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436)

Yermük Harbi’nde vukû bulan bir hâdise de, din kardeşliğinin nasıl bir vefâ ikliminde yaşanması gerektiğini göstermesi bakımından çok câlib-i dikkattir.

Üç sahâbî, harpte kılıç ve mızrak darbeleri ile yaralanmış, düştükleri sıcak kumlarda bir damla suya hasret şekilde şehâdeti bekliyorlardı. Huzeyfe t elinde bir kırba su ile bu üç sahâbînin yanına vardı. Hepsi de îsâr gösterip o çöl sıcağında din kardeşini nefsine tercih ederek ona ikram edebilmenin mânevî lezzeti içinde şehâdet şerbetini içtiler. Böylelikle kardeşliğin nasıl bir vefâ ufkunda yaşanması gerektiğini ümmete tâlim buyurdular.

Vefâ, -başta kulluk ve dostlukta olmak üzere- her hususta aranan ve arzulanan bir vasıftır ki, karşılığı da ancak vefâdır. Mevlânâ Hazretleri bu nükteyi ne güzel îzah eder:

“Aşk, muhabbet ve dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdırlar ve dâimâ vefâlı olan kimseyi ararlar. Onlar, vefâsız bir gönle aslâ yaklaşmazlar.”

“Kalem: «Vefânın karşılığı vefâ; cefânın karşılığı da cefâdır.» diye yazmış ve mürekkebi de kurumuştur.”

“Bir pâdişah, kendisine hâinlik eden kimse oğlu bile olsa onun başını gövdesinden ayırıverir. Fakat bir Hintli köle pâdişaha vefâ gösterirse, eller o köleyi «çok yaşa» diye alkışlar… Onun gördüğü îtibârı yüzlerce vezir göremez.”

“Köle de ne ki; eğer bir kapıda vefâlı olan köpek dahî olsa, sahibinin gönlünde ona karşı yüzlerce râzılık, yüzlerce memnûniyet duygusu yeşerir. Sahibi o köpeği muhabbetle okşar...”

Mü’minin en mühim vefâsı, elest bezminde[3] vermiş olduğu söz dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a göstermesi gereken vefâdır.

Cenâb-ı Hakk’a olan vefâ da, ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir. İslâm’ı bir bütün olarak yaşamakla, hayatın hiçbir noktasında İslâm’ı geri plana atmamakla ortaya konulur.

Ondan sonra Rasûlullah r Efendimiz’e vefâ gelmektedir ki, bizlere bıraktığı iki emânete, yani Kitap ve Sünnet’e[4] sahip çıkmakla yaşanır.

Rabbimiz, cümlemize sâlih ve sâdık dostlar lûtfeylesin. Kulluğunda vefâ gösterip sâlihlerle birlikte huzûruna çıkabilmeyi ihsan buyursun.

Âmîn!..

 

[1] Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 3.

[2] Bkz. el-Bakara, 177.

[3] Bkz. el-A‘râf, 172.

[4] Bkz. Muvattâ, Kader, 3.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle