Cenab'ı Hakk'a Uzak Düşmek

Yıllar evvel fetvâ nöbetinde telefona bir hanım bağlanmıştı. Gergin, devamlı ağlayan bir ses:

“-Ben genç ve güzelken, bana göre hiçbir sebep yokken eşim beni aldattı. Bu olayı gururuma yediremedim ve ben de onu aldattım. O zamanlar gençliğin de verdiği rüzgârla bu hâdiseyi önemsemedim ve eşimin bunu hak ettiğini düşündüm. Bugün çok ağır depresyon ilaçları kullanıyorum ve işlediğim bu iğrenç günah ne aklımdan, ne de gözümün önünden gidiyor. Bu gün diyorum ki; «O bir günah işlemişse, onun yaptığının iğrenç olduğunu bile bile ben neden aynısını yapmışım?» O gün nefsimin çok hoşuna giden olay, bugün hoşuma gitmiyor, kendimden iğreniyorum. Doktorum, vicdan azabından kaynaklanan depresyonlarda yavaş yol alındığını söylüyor. Bana sorarsan hiç yol alınmıyor. Çok tevbe ettim, çok ağladım, ama bu sıkıntı geçmiyor. Keşke bir haberci gelse de ötelerden bana: «Sen artık affedildin, üzüntüyü bırak, Allah seni çok seviyor!» dese... Durumu eşime hiç söylemedim. Bu, daha ağır oldu. Her gün, beni mâsum bilen birini, kandırarak yaşadım. Eşim vefat etti, epey malı bana kaldı. Onları nasıl yiyebilirim, nasıl? Aklımı kaçıracağım.”

* * *

Seminer vermek için gittiğim liselerden birinde “günah” kavramını izah ederken öğrencilerden birisi, “kendilerini Cenâb-ı Hakk’ın özgür bıraktığını, günah işleme haklarının olduğunu” söyledi. Hatta bir diğeri, gençliğin verdiği deli akan kanla:

“Günahsa götüren sevgiye insanı,

Şimdi sevap değil, günah zamanı…

Günahsa götüren sevgiye insanı,

Yanalım birlikte günah zamanı.” şarkı sözlerini sıralamıştı peş peşe… Bir diğeri de Ömer Hayyam’ın şiirini:

“Günahım var diye tasalanma,

Bunun için dertlere düşmek boşuna.

Günah olacak ki, Tanrı bağışlasın:

Rahmet neye yarar günah olmayınca.” deyivermişti.

Gençlik, nefsin at başı koştuğu, dikkat edilip iyi değerlendirilmezse, zavallı ruhun gerilerde kalıp târumâr olduğu dönem… Bu, her genç için geçerli olmasa da; yıllar sonra bu azgın nefsin günahının zehirli meyvelerini rûhumuz, vicdanımız yiyecekler.

Seminere katılan bir başka öğrenci:

“-Vicdan azabı, günahı sevilmez yapmıyor. Yapmadığını biliyorum, çünkü aynı günah tekrarlanıyor.” deyiverdi.

* * *

“Günah”, «suç» mânâsına gelen Farsça bir kelime… Dînî bir kavram olarak; “ilâhî emir ve yasaklara aykırı fiil ve davranış” anlamına geliyor.

 

“İnsanı günaha neler sevk eder?”

En başta insanın yapısında bulunan eğilim ve arzular, diğeri ise dışarıdan tesir eden âmiller… İslâm’a göre, insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı, nefistir. Zira nefis, “kötülüğü olabildiğine emreden”[1] (nefs-i emmâre) ve kişiyi günaha yöneltmek için sürekli fısıltılar hâlinde telkinde bulunan[2] bir güçtür.

Günaha sevk eden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü ve öbür dünyayı unutmaktır.[3] Kur’ân-ı Kerîm, bu olumsuz eğilimli nefse karşı, kendini kınayan (levvâme) ve Hakk’ın rızasında huzura kavuşan (mutmainne) nefisleri, yani eğitilmiş ve dizginlenmiş, iyilik yapmayı kabullenmiş nefislere ulaşmayı öğütler.[4] Ayrıca insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip bulunması[5], fizyolojik ve psikolojik bağımlılıklarının bulunması önemli günah faktörlerindendir.[6]

Günaha sürükleyen dış faktörler içinde dünya hayatının çekiciliği[7], kötü örneklerin bol miktarda bulunması[8] ve insanın yücelişini engellemeye çalışan şeytanın tahrikleri[9] de önemli bir yer tutar.

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:

“Günah insanın içini tırmalayan, huzursuz eden ve insanların haberi olmasını istemediğin şeydir.” buyurmuştur.

Vicdan çalışmasa dahî, işlenen bu hatayı insanlar duysun istemiyoruz. İstemediğimiz için de gizli yapıyoruz. O bile işlediğimiz amelin matah bir şey olmadığını, kusurlu olduğunu gösteriyor. Zinâ, gıybet, iftirâ ve buna benzer nicesi, kapalı kapılar arkasında gizli yapılmaya çalışılıyor; açıktan yapılsa da başkalarının duyması bizi rahatsız ediyor.

Gençlerden bir diğeri:

“-Günahı neden gizli yapalım ki, ben şayet gizli yaparsam, kendime saygımı kaybederim.” deyiverdi.

Gençler, bazen yiğitlik ile hadsizlik arasında gidip gelseler de hiçbir iz’an, günah işlediği için kendisine saygısını yitirmeyip de gizli işlediği için kendisine sayısını yitireni açıklayamaz. Kavramlar ve onlara yüklediğimiz mânâlar, dinden uzaklaştıkça nasıl hoyratlaştırır insanı…

İçi boşaltılmış “kendine saygı”; kişinin aklına, “Ben bu günahı işleyerek çekeceğim cezayı önemsemiyorum. Zira cehennem de nedir ki; aslanlar gibi yanar çıkarız, hiç değilse açıktan yapıp da birilerine kötü örnek teşkil etmeyeyim. Zira benden görülerek, «Ne güzel başkaları da aynını yapıyormuş, ben neden yapmayayım!» düşüncesine insanları sevk etmemiş olurum.” düşüncesini getiremiyor belli ki…

Hattâ “Bir kötü yol açarsam, o yoldan gidenlerin günahına ben de ortak olacağım.” diye düşünemiyoruz. Günah gizli kalsa, kişi ile Allah arasında… Ama açıktan işlendiği zaman; kötünün alıcısı çoktur, kötüye müptelâlık pek büyüktür. Daha evvel yapmaya cesaret edemeyen nice kişiye cesaret verecektir. Ciddî mânâda dînî bilgi eksikliğinin günah işlemek için harika zeminler oluşturduğu muhakkak... Merhum Necip Fâzıl:

 “Sanırım, insanların her suçunda ben varım;

Günah uzun bir kervan, tâ ucunda ben varım!” derken de günah hususunda bütün insanlığın sorumluluk sahibi olması gerektiğine, “nemelâzım!” deme lüksümüzün olmadığına dem vuruyor.

Günah, sadece bizim zararımıza değildir. Ahlâkî değerleri, örfü, insanlığı, hele ki kulu olduğumuz Rabbi hiçe sayan “bile bile günah işlemek”, sadece günahı işleyene değil, yozlaştırmak sûreti ile toplumlara da bedel ödetir. Toplumları da yozlaştırır. Zinadan dağılan yuvalar, gıybetten hayatı kararan insanlar, israftan tükenen millî gelir… Tükenen enerjiler, dökülen kanlar...

Gizli işleneni bile sıkıntılı iken, alenîsi nelere sebep olmaz?! Gizli gizli birisinin mahremine gireceksiniz ve size:

“-İyi etmişsin, varsın olsun, gönlünce yaşa!..” diyecekler. Bu nerede görülmüş?! Medenî (!) kabul edilen toplumlarda bile görülmez. En’âm Sûresi’nin 120. âyet-i kerimesinde:

“Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler.” buyurulmakta…

Ankebut Sûresi’nin 40. âyet-i kerîmesinde ise:

“Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah, onlara zulmetmiyor; asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.”

Günah işlenirken, nefis öyle çıldırıyor, şeytan olayı öyle ballandırıyor ki, ne ruhun, ne de vicdanın sesi duyuluyor!.. Ama mutlaka gönülde, böylesi bir iğrençliği irâdesini kullanamayıp nasıl işlediğine dair huzursuzluk oluyor. Bu huzursuzluğu kimse inkâr etmiyor.

“-Daha gencim!..”,

“-Yaşamak benim de hakkım!..” gibi nefsin kullandığı günaha teşvik sözleri, minareyi çalmak isteyen şeytan ve nefsin kılıfları oluyor. Namazla, Kur’ân’la, zikirle, sâlih insanlarla bir arada bulunmakla, dînî emirleri okuyup öğrenmekle beslenmemiş zavallı rûhun, nasıl sesi çıksın, nasıl vicdanı ayağa kaldırsın?

 Ey îman edenler, Allah’tan, nasıl korkmak lâzımsa öylece korkunuz..." (Âl-i İmran,102) âyetleri dökülüyor dudaklarımdan…

Doğrudur; vicdanın gıdasının Allah korkusu olduğunu söylemek lâzım… Allâh’a tahkîkî mânâda inanmayan, âhirette hesap vereceğini gündemine hiç getirmeyen, hayatı yiyip içmekten, gezip eğlenmekten, hayvanlar gibi duygu ve hislerinin peşinde koşmaktan ibaret sayan bir kişi de insânî vasıflar, yerini behîmî yani hayvânî özelliklere bırakacağı için arzu edilen mânâda vicdan da çalışmayacaktır. Bu mânâda hayvanda hangi vicdan çalışır ki, bizde de çalışsın. Tenperver ve cesetperver olan insanların, hakperest olmaları çok zordur. Hazret-i Pîr Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle der:

“Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel.” 

Allah korkusundan beslenen güçlü bir îmana ihtiyacımız var. Merhum Mehmet Âkif ne güzel demiş:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. 

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân’ın...

Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.

Hayat,artık behîmîdir... Hayır, ondan da alçaktır; 

Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır. 

O cem’iyyet ki, vicdanında hâkim havf-ı Yezdân’dır;

Bütün dünyaya sahiptir, bütün akvâma sultandır.

Fakat, efrâdı Allah korkusundan bî-haber millet,

Çeker, milletlerin menfûru, kıbtîler kadar zillet;

Mealî meyli hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar;

Ne hâkimlik tanır artık, ne mahkûm olmadan korkar.

Cenâb-ı Hakk’ın bunca nimetine rahmetine, merhametine rağmen günah işlemek; hayâ ve vefâ azlığındandır. Bir belde düşünelim; ne yazılı, ne yazısız kuralları olmasın, insanlar özgürce günah işlesin, o beldenin ve insanlarının âkıbeti ne olur? İnsanlar:

“-Oh olsun, hiçbir arzum kalmadı, gönlümce yaşadım!..” mı der; yoksa can, akıl, nâmus, ırz, nesil, mal güvenliğinin olmadığı bir ortamda, herkes kendisini ve neslini her türlü kötülükten korumak için kan mı döker? O belde de yıkılmadık, yakılmadık ev kalmaz!.. Böyle bir belde de hayatta kimse kalamaz. Her şeyden evvel birbirlerini öldürürler.

Lâkin nefis sahibiyiz, günah da işleyebiliriz. İşlediğimiz günahı, küstahça savunmadan, edeplice tevbe edildiği zaman affa mazhar olunuyor. Kendimizi günah işlemeye yetkili görüp de savunmaya geçince, ağır vicdan azapları ile bedel ödetiliyor. Ya da “çekirge bir sıçrar, iki sıçrar!” hesâbı, mutlaka o günah üzere yakalatıyor yüce Rabbimiz ve âleme rezil ediyor.

Sadece “günah işleme özgürlüğümüz var!” düşüncesi ile bu konular gözardı edilecek olursa şayet, kullarının niyetlerini pek iyi bilen Rabbimiz, “rab”liğini gösteriyor ve terbiye mekanizmasını devreye sokuyor. İlâhî adâlet tecellî ediyor; başkasının nâmusuna göz dikenin nâmusuna, başkasının malına göz dikenin malına, başkasının neslini helâk edenin, neslinden yana canı yanıyor.

Her şey, kişinin nefsini terbiye etmediği için:

“-Burada dur, haddini aşıyorsun!” diyememesi ile başlıyor.

Terbiye edilmeyen nefiste irade zayıf olacağı için rahatlıkla günah işler. Cenâb-ı Hak, kullarına bu esnada büyük bir kapı açar ve kuluna tevbe etme fırsatı verir. Bu fırsat vaktinde değerlendirilmeyip de günah işlemeye devam edilince, tevbe kapısı hâlâ açık olmakla birlikte insan günah işlemeye alışır ve zevk almaya başlar. Zevk almaya başlayan, harama önem vermez ve hâlâ açık olan tevbe kapısı aklına bile gelmez. Bu günah işleme durumu hiçbir zaman kişinin lehine bitmez. Gün gelir, ne güzellik, ne îtibar kalır ya da akıl başa gelir. Bu kez hâlâ açık olan o tevbe kapısından içeri girer, ama vicdan azabı da onu yer bitirir. İşte burada devreye güçlü bir îman girer. Tevbe eden kişi, Zümer Sûresi’nin 53. âyet-i kerîmesine hakkıyla îman eder:

“Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar, şüphesiz ki O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”

* * *

Öğrencilerden birisi bu ayete güvenerek günahı rahat işleyebildiklerini söyledi. Prof Dr. Orhan Çeker hocamın bir sözü bana hep tesir etmiştir:

“-Allah ile ilişkisinde âdil olmayan, fâsık ya da fâcir olur; insanlar ile ilişkisinde âdil olmayan ise zâlim olur.”

Bu âyetin nüzûl sebebi, tevbe ettiği halde aslâ affedilmeyeceğini zannedip, kendisini helâk eden Vahşî içindir. Nüzul sebebi, âyetin nasıl anlaşılması gerektiğine ışık tutar.

Bu âyetten, “Günah işle sen, ben nasılsa affederim!” mânâsı asla çıkmaz. Zira kişinin tevbe nîmeti ile nîmetlenip nimetlenmeyeceğine dair garantisi bile yoktur.

Şu iki günlük dünyada ve âhirette en çok muhtaç olduğumuz yegâne varlık, Cenâb-ı Allah’tır. İşlediğimiz ve tevbeyi geciktirdiğimiz her günah, Rabbimiz ile aramızın açılmasına sebep olur. Bu uzaklık, gönlün daralmasına, rûhun huzursuzluğuna ve rahatsızlığına sebep olur. Mutluluğumuz, ancak Rabbimize yakınlıktadır. O öyle bir Allah ki; O’ndan uzak düşen, dara düşer. O’ndan uzak düşen, zora düşer. O’ndan uzak düşen, acınacak hâle düşer. O’ndan uzak düşen, hasrete düşer. O’ndan uzak düşen kendisinden de uzağa düşer. İzzet Cenâb-ı Allah ile olmakta iken, zillet yadına düşmekle başlar. Necip Fâzıl merhum tecrübe etmiştir, öylesine söylemiyor:

“İnsana şah damarından daha yakın Allah;

 Günah mı dedin; O’ndan uzağa düşmek günah...”

* * *

Bir nefeste eyledik yüzbin günah.

Bir günaha etmedik hiçbir gün âh.” derken de kendi içimizdeki günâha bakış açımızı, hoyratlığımızı eleştiriyor.

* * *

“Allahümme eyyidnâ bi-rûhin min ındik; Allâh’ım! Kendi nezd-i ulûhiyetinden bir rûhla, bir mânâyla, bir güç kaynağıyla bizi te’yit buyur, destekle.” Âmin!

 

[1] Yûsuf, 53.

[2] Kâf, 50/16; en-Necm, 53/23.

[3] el-Bakara, 95-96.

[4] Bkz: el-Kıyâme, 2; el-Fecr, 27-28.

[5] en-Nisâ, 28.

[6] el-Bakara, 155; Âl-i İmrân, 14.

[7] bk. Yûnus, 23.

[8] el-En’âm, 116; el-Furkân, 27-29.

[9] Bkz. el-Hicr, 36-42.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle