Büyük Lokma Ye, Büyük Konuşma!

“Büyük lokma ye, büyük konuşma!” der büyükler; çok da doğru söylerler. Bazı sözler vardır, söyleyiveririz, “Bir şey olmaz!” der, çok basit bir kelime zannederiz; bilakis o sözler bizim imtihanımız olur. Mâsum zannedilen bazı sözler, dikkatli düşününce hiç de mâsum değildir.

Sırr-ı Sakatî Hazretleri’nin Bağdat çarşısında bir eskici dükkânı vardı. Çıkan yangında bütün dükkânlar yandı, sadece Sırr-ı Sakatî Hazretleri’nin dükkânı yanmamıştı. Kendisine durum bildirilince bir “Elhamdülillah!” çekti. Çeketi çekmesine de boğazına da acı bir düğüm oturdu. Hemen tevbe-istiğfar getirdi, ama vicdanındaki ses hiç susmadı: “Ne yaptın sen? Onca insan ekmek kapısı yandığı için acı içinde iken senin bu şükrün yakıştı mı?” dedi vicdanı… Sırr-ı Sakatî Hazretleri:

“-Otuz yıldır tövbe ediyorum, yine de vicdanımdaki o sızıyı dindiremedim.” buyurmuşlardır.

İnsanların kalbini kıracak hususlarda, hele de Allah Teâlâ’nın tasarrufu dâhilinde olup kulun sözünün geçmediği, kulların sadece rızâ göstermesi gerektiği alanlarda büyük konuşmak, rûhumuzu harap eder. Bedenin harabiyeti nedir ki, dinleniriz geçer. Ruhun harab olması öyle bir şey ki, Cenâb-ı Hakk’ın affetmesi sonucunda ancak tamir olmaya başlar.

Hassas olup belki kırktan fazla düşünüp de öyle konuşmamız gereken, fikrimce ne kadar düşünürsek düşünelim, konuşmamanın daha isabetli olan hususlardan birisi de “kişilerin çok çocuk sahibi olmaları” ile ilgili konuşmaktır. Bu husus, hiç büyük konuşma götürmez. Bilmişlik taslayan, kaybeder. Bu konularda pervâsızca, mangalda kül bırakmayan sözcükler, Cenâb-ı Hakk’ın gayretullahına dokunur.

Nedir peki, üslupsuzca söylediğimiz sözler:

“Şimdiki kadınlar akıllı, tek çocuk yapıyorlar. Bizler, aklımız erer ermez çocuk yapmışız. Dertleri de bitmiyor, sıkıntıları da…”

“Bakabileceğin kadar çocuk yapacaksın!. Baktın ekonomik durumun kötü mü; çocuk doğurmayacaksın. O çocukların da günahına girmeyeceksin!.”

“Nedir o ayol! Hanım iki yıla bir çocuk doğuruyor. (Hattâ bu cümleyi hayvanlardan bir taifeye benzeterek söyleyenler bile var!.) Doğurmak marifet değil, yetiştirebilmek mesele…”

“Doğurup doğurup salıyorlar, devletin de, milletin de başına dert oluyorlar.”

“Evlendikten sonra, hele hele beş yıl, eşler birbirine zaman tanıyacak. Birbirini tanımadan çocuk yapmayacaklar. Ne olur ne olmaz, bakarsınız evlilik yürümez, hiç değilse çocuk arada kalmasın.”

Çocuk denince akla ilk gelen “rahim”ler mevzuudur. Kur’ân-ı Kerîm’in bütününe baktığımızda, kesinlikle şu mânâ çıkar:

“Rahimler, Allâh’ın tasarrufundadır ve kulun sözü orada geçmez. Hoyratça haram işleyerek hâmile kalmak da kabul edilmez, hoyratça bebek aldırmak da kabul edilmez!.. Çünkü izin ve ruhsatla hareket edilmesi gerekli bir yerde kendi malıymışçasına davranış göstermek, haddini bilmezlikten başka bir şey değildir!.”

Sanki beş yıl sonra çocuk olacağı garanti... Sanki çocuk sahibi olmak, eşlerin elinde… Şûrâ Sûresi 49-50. âyet-i kerimeler de Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Bütün göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır; dilediğini yaratır. Dilediği kimseye kız evlât verir, dilediği kimseye erkek evlât verir. Yahut da o evlâtları, erkekli dişili ikizler hâlinde verir. Dilediği kimseyi de kısır bırakır. Muhakkak ki O, Alîm’dir (her şeyi bilir), Kadîr’dir (her şeye gücü yeter.)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kıyamet gününe kadar yaratılacak her hayat sahibi, bu dünyada her halde vücut bulacaktır.” (Buhârî, X/1596) buyurmuşlardır.

 Âl-i İmran Sûresi, 47. âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(Meryem:) «Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?» dedi. Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona «Ol!» der, o da hemen oluverir.”

Az veya çok çocuk sahibi olmak, insanın elinde olan bir olay değildir. Allâh’ın dilemesi dâhilindedir. Bu hususta dil ya da kalem oynatmak, haddini bilmemektir. Doğum kontrolü olsun, benzeri tedbirler olsun, Allâh’ın yaratmak istediği bir varlığın yaratılmasını engelleyemez. Cenâb-ı Hakk’ın dilemesiyle, bizim aklımızca olması mümkün olmayan nice şeylerin oluverdiğini hayretler içinde görürüz. Hzzret-i Meryem’in kendisine kimsenin eli değmemişken çocuk sahibi olması, Hazret-i Zekeriya’nın kendisi çok yaşlı, eşi de hem yaşlı, hem kısır olduğu halde evlatları Hazret-i Yahya’nın dünyaya gelmesi bunun Kur’ânî misâllerindendir. Buna rağmen rahimlerdekilerin can güvenliğini tümden yok edici tedbir (tıbbî bir zaruret yokken tüpleri bağlatıp kadını kısırlaştırmak, kürtajla rahimdeki canın hayatına son vermek) hâriç, doğum kontrolüne dinimiz ruhsat verir, lâkin Cenâb-ı Hak dilediği takdirde, her halükarda çocukların olacağı da aslâ akıldan çıkarılmamalıdır. Ruhlar âleminde mevcut olan bir rûh, er ya da geç bedenine kavuşur.

Çocukların bilinçsizce öldürülmesi konusunda âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

“Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allâh’ın kendilerine verdiği rızkı, Allâh’a iftirâ ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar, gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir.” (el-En’âm, 140)

Çocuk öldürme sebebinin “rızık endişesi”, “geçim korkusu” olması da Kur’ân tarafından geçerli bir sebep sayılmamıştır:

“Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir günahtır.” (el-İsrâ, 31)

İstanbul’da Dâru’l-Acaze Kurumu’nda sokağa atılan bebeklerin bulunduğu bölüme ziyarete gitmiştik. Hiçbirimiz o çocukların hâline dayanamamıştık. Özellikle çocuk sahibi olmak isteyip de olamayan bir hanım, bu durumu görünce ağlamış:

“-Ey Allâh’ım! Biz evladımız olsun diye çırpınıp dururken, kıymet bilmeyenlerin çocuk doğurmasına ne demeli! Bu çocuklar mahvoluyor. Sen bizlere yardım et!..” demişti.

Hâşâ!.. Cenâb-ı Hak, bu kimsenin söylediklerine bakarak şöyle mi demeliydi:

“-Sen hem dindar, hem de iyi eğitimli, hem de varlık sahibisin; sana çocuk vereyim. Aklı ermez, kıymet bilmezlere de vermeyeyim!..”

Hâşâ!.. Biz, âciz varlıklar, kıt aklımızla Allâh’ın murâdında hata mı bulacağız?! Bütün bunlar, büyük bir imtihan sebebidir. Bizim aklımızın ermediği nice sırlar vardır.

Dindar bir insana düşen, “hayırlı evlat” istemektir. Furkan suresi 74. âyet-i kerîmeyi akıldan çıkarmadan, devamlı söylemek gerekir:

“Onlar ki: «Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl» derler.”

Bize düşen, yalnızca Cenâb-ı Allah’tan “hayırlı evlât” istemek ve İlâhî birer emanet olan evlâtlarımızı iyi yetiştirmeye gayret etmektir. Değilse çocuk sayısı ile uğraşmak bizim işimiz değildir.

Bu aralar pek bir moda oldu, insanlar bir hadis duymuş, ha bire soruyorlar:

“Âhir zamanda sizin en iyiniz, çoluk çocuğu olmayandır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V. 252; Tirmizî, Zühd, 35; İbni Mâce, Zühd, 4)

Hadiste geçen “hafifü’l-haz” kelimesinin mânâsı, “mal ve çoluk çocuk yükü az olan kimse” demektir. (İbnü’l- Esir, en Nihaye fi Garibi’l-Hadis) Bu rivâyetin, zayıf bir hadis olduğu belirtilmektedir.

 Avrupa’nın yaşlı nüfusu fazla olup genç nüfusu gittikçe azalmaktadır. Kadınlar çocuk yapmak istememekte, onları kendilerine “ayak bağı” olarak görmektedirler. Tehlike çanları çalıyor!... O kadar çok mal-mülk var, evlat yok!. Sosyal güvenlik kurumları son sürat çalışıyor, kaliteli huzur evleri var. Bu iyi bir şey gibi görünse de tehlikeli bir durum!.. Zamanla azalma artacak ve Avrupa, artık gerçek Avrupalı’nın değil, göçmenlerin olacak, bunu da çok iyi biliyorlar. Bu hadis-i şerîfe bakınca âhir zamanda toplumsal sıkıntıların çokluğundan, helâl ve haramın birbirine karışmasından, mahşerde hesabın zorluğundan çocuk istenmeyebilirse de sorgulanması gerekli başka hususlar da var ki; “Âhir zaman, ne zaman?” onu kimse bilmiyor.

Kuvvetli bir rivâyet olan: “Mahşerde ben sizlerin çokluğunuz ile övüneceğim.” hadîs-i şerîfi ise hiçbir zaman geçerliğini kaybetmez.

Gelelim, “bakacak kadar çocuk yapma” hususuna… Şu çok önemli bir mevzudur ki, “Gerçekten kendi evladımızı, biz mi eğiteceğiz, yoksa başka biri mi?” Bunu kesin olarak hiç birimiz bilmiyoruz!.. İki bebeğini dünyaya getirirken ani bir akciğer embolisi ile hayatını kaybeden yirmili yaşlardaki annenin bebeklerini, babaanne, anneanne ve dedeler kabul etmediği için Çocuk Esirgeme Kurumu’na verdiklerini gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Hiç hesapta olmayan nice şeylerle Cenâb-ı Hak bizleri imtihan ediverir.

“-Ahdettim büyük çocuğumu ben büyütemedim, kayınvâlidemler büyüttü, bu çocuğumu sadece ben büyüteceğim!” diyen hanımın çocuğunun arkadaş kurbanı olup, kötü ahlâk sahibi olduğunu gözlerimle gördüm. Hattâ böylesi büyük bir söz söyleyip “bakacak çocuk doğurmak gerektiğini” iddiâ eden bir hanımın vefat ettiğini, sekiz yaşında iken öksüz kalan kızını, üvey annenin büyüttüğüne de şahit oldum. Kimler doğurur, kimler büyütür bilinmiyor. Bugün hangi anne-baba:

“-Çocuğumu kesinlikle ben büyütüp eğitirim!” diyebilir ki?

Hazret-i Mûsa’yı öz annesi değil, Firavun’un eşi Asiye validemiz büyütüp, eğitmiştir. Hazret-i Yusuf, küçücükken kuyuya atılıp köle olarak satılmış, köle olarak büyümüştür. Hazret-i İbrahim’in babası, zâlim ve putperest olduğu için evlâdını çekinmeden Nemrut’a teslim etmiştir.

“-Eğitimli ana-babanın çocuğu da eğitimli olur.”

Bu öylesine boş bir söz ki!.. Eğitimden kasıt nedir? Üniversite eğitimi ise, insanlık mektebini bitirmemiş bir üniversiteli, gerçekten çocuk yetiştirebilir mi? Rabbini bilmeyen, kendi nefsini tanıyıp, âcizliklerini bilmeyen bir insanın yetiştirdiği evlat nasıl olur acaba?

Anne ve baba, çocuk eğitiminde çok önemli; lâkin hırslı, abartılı ana-babalık da evlâdı ziyan eden bir husustur. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık mezunu, psikolojik danışman bir kardeşimizden şunları işitmiştim:

“-Üniversitedeki stajımda olsun, çeşitli okullardaki rehberlik çalışmalarımda olsun, iddialı denecek kadar abartılı derecede çocuğunu eğitmek için kitaplar okuyan, çocuğunun her ânına şâhit olmak isteyip çocuğunu yalnız bırakmayan nice annelerin çocuklarının kifâyetsiz olduğunu gördüm. Bu hususu abartmayan, belki de biraz vurdumduymaz olan annelerin çocuklarının, kardeşlerine daha çok sahip çıktıklarını, daha çok sorumluluk üstlendiklerine şâhit oldum. Bunun hikmetini çözemedim.” demişti.

Acaba ebeveynliği abartıp, çocuğun bütün karakterini kendimizin inşâ edeceğini mi zannediyoruz? Bu çok büyük bir iddia olmaz mı?

Küçücükken Sıbyan mekteplerine Kur’ân eğitimi alsınlar diye gönderilen çocukların, büyüdüklerinde Kur’ân-ı Kerim’i okumak bile istemediklerini defaatle duydum. Çocuk konusu öylesine çetrefilli bir konudur ki çocuklarımızı kendimizin övünç kaynağı olarak gördüğümüz, niyetlerimizi bozduğumuz, enâniyetimizin yükseldiği anda, çocuklarımızın elimizden kayıp gittiğine acı ile şâhit oluyoruz. Çünkü çocuk terbiyesi, hırs ile olacak bir şey değildir. Ancak tevâzû ve tevekkülle yoğrulmuş, devamlı Allâh’ın yardımının istendiği duâlarla taçlanmış bir gayret ile mümkündür.

Mânevî yardımsız bu işler olmuyor. Dindar ana-babalar, hiç istemese de sosyal paylaşım sitelerinde at koşturan, çarşaf çarşaf fotoğraflarını yayınlayan, ilişki durumunu bile utanmadan ifşa eden ergen çocuk sahibi olabiliyorlar. Dindar olsun olmasın, hemen herkesin çocuğu, okul döneminde karşı cinsle arkadaşlık yaşamayı istiyor. Sevgilisi olmadığı için depresyona giren gençler bile gördüm. Sadece anne-baba faktörü değil, toplum faktörü, akran faktörü de çok önemli!.. Çocuklarımızın eğitimi, Allâh’ın yardımı olmadan, hele ki bu zamanda bizim tek başına başarabileceğimiz bir husus değildir. Toplumun kabulleri, dinin kabulleri ile çatışınca, samimi anne ve babaların çocukları hâriç, benlik sevdalısı ana-babaların çocukları kayıp gidiyor. Duâ, duâ!.. Ellerin karıncalanması şart…

Hazret-i Ebû Zerr’in rivayetine göre, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bu­yurmuştur:

“Kur’an’da bir âyet biliyorum ki, insanlar onu uygulasalar, o onlara yeterdi. Bu âyet, Mâide Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîmedir: «Kim Allah’tan sakınır, takva sahibi olursa, Allah ona mutlaka bir çıkış yolu gösterir.» (el-Mâide, 100)

“Allah’tan sakınanlara: takvâ sahiplerine” çok büyük ikramlar verildiğini biliyoruz. Bunlardan sadece birisi, basiretli bakış, ince anlayış, kararlarda Allâh’ın yardımı ile isabet etme olup, bu hâl, özellikle evlat yetiştirmede olmazsa olmaz bir ikramdır. Çok bilenler değil, hâl ehli olan, Allâh’ın sevdiği kullar hayırlı evlat yetiştirebiliyorlar. Çok kitap okumak tesirli gibi görünse de icraata geçirilemeyen hiç bir okuma, kişiye fayda sağlamıyor. Çünkü anne ve babaların zaafları var ve bazen okunan binlerce satır, minicik bir öfkenin bile önüne geçemiyor. Okuduklarımızla amel ettikçe, yeni bilgiler bize fayda sağlıyor. Değilse sırtında yük taşıyan hayvanlardan pek farkımız olmuyor.

Hazret-i Mevlânâ, asılmış bir gence toplumun lânet okuduğunu, “Öldü de kurtulduk!..” diye sevinç gösterisinde bulunduğunu görünce, gencin ayaklarına sarılıp öper ve:

“-Evlat, ben de senin kadar suçluyum, sana yetişemedim, beni affet!..” demişlerdir.

Bu çok önemli bir husus!.. Kendi çocuğumuz olmasa dahî bütün çocukların eğitim ve terbiyesinden bizler de sorumluyuz.

Çocuğu olan ya da olmayan hâl ehli, sevmeyi ve çocuklara güven duygusu vermeyi başarabilen herkes, Hazret-i Âişe misâli, kimsesiz ya da âilesi olup da ihmal edilmiş çocukların koruyucu anne-babası olmalı, onları vekâletimiz altına alarak evlat edinmeden güzelce terbiye edip evlendirmeye gayret etmeliyiz. Böylece çok büyük bir sevaba ve kapanmayan bir amel defterine nail oluruz, inşâallâh... Allah -celle celâlüh- bu samimi niyetimizde, bizlere yardımcı olsun. Âmin.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle