Bir Türkiye Manzarası -1

“Ey mü’minler! Bir topluluk, diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık, ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (el-Hucurât, 11)

 

 

Belli Başlı Kavramlar

Sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hâl ve gidiş” anlamındaki “tarîkat” (çoğulu tarâik) terim olarak, “Allâh’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hâl ve davranış” demektir.[1]

Sözlükte “ayırma, ayırt etme, parçalama; dağılma, parçalanmışlık” anlamlarındaki “tefrika”, terim olarak “belirli bir dînî, fikrî veya siyasî birliğe sahip insan topluluklarının bölünüp parçalanmasını, fırkalara ayrılmasını” ifade eder. Tefrikanın zıddı, vahdet ve cemaattir. Tefrika, “görüş ayrılığına düşme” mânâsına gelen “ihtilâf”la yakından ilişkilidir.[2]

“Cemaat” ise, “toplamak, bir araya getirmek” mânâsındaki cem‘ masdarından türeyen Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” demektir. Fıkıh terimi olarak namazı imamla birlikte kılan topluluğu ifade etmek için de kullanılır. Cemaat kelimesi, zamanla sûfî temelli gruplar için kullanılır olmuştur.

 

Vaziyetler

Fakülteden mezun olduktan sonra hayat yolculuğum İstanbul’da devam etti. İstanbul’un kadîm bir semtine geldiğimizde bize mihmandarlık yapan hanımefendi:

“-Burada çarşaf giyen bazı kişiler, pardösü giyenlere selâm vermezler!” dedi.

Şaşkın ve meraklı bakışlarla bir cevap bekledim. Yürümeye devam ettik. Cevabı bulmam için o semtte biraz kalıp gözlem yapmam yeterliydi. Bu, zanna dayalı bakış, bir Türkiye gerçeğiydi aslında…

Fakülte yıllarında derse gelen hocaların, kızların pantolon giyip giymediğine baktıklarına, sakal-bıyık tarzlarından erkek öğrencilerin tarîkat/cemaat bağlantılarına laf dokundurduklarına, bazı erkek öğrencilerin kızların başörtüsünü nasıl örttüklerine dair “tebliğ” mesajları içeren notlar bıraktıklarına, kızların şalvarlı erkek öğrencileri “molla” diye çağırdıklarına şâhit oldum. Herkes, az-çok bir yere bağlıydı, herkesin doğrusu kendineydi, ama ortalık tebliğ yapanlarla doluydu. Bunları da Türkiye gerçekleri listeme ekledim.

Tayinim yapılıp resmî vazifeye başladığımda, her yerde ot gibi biten yapının “ablalarından” olup olmadığımı sorgulayanlar, o karanlık yapının parsellediği şehirde üniversite mezunu, atanamamış gencecik kızlardı. Öyle ya, tayin olduğum bu şehirde ya o yapıdandı insanlar, ya da diğer yapıdan… “Baş örtme şeklim” diğer yapıya benzemediği için belki bu karanlık yapı beni çantada keklik olarak görebilirdi. Türkiye’nin güney illeri bu iki yapının “yetiştirdiği” insanlarla doluydu.

Vazife yaptığım Kur’ân kursuna gelip özel Kur’ân-ı Kerîm dersi istediler. Zamanla birkaç ders yaptık. Aralarından bazı mâsum düşünceli kızlar, tamamen isim benzerliği sebebiyle bana şu soruyu sordular:

“-Abla, Peygamber Efendimiz’i rüyasında gören o «abla» siz misiniz?”

Kaldıkları yurtta ya da evlerde bir esâtîr-i evvelîn masalı gibi anlatılıp duruyordu. “Abla”lar sürekli rüya görüyorlar, Peygamber Efendimiz onların rüyasına geliyordu. Rüyalarında onlara yol gösteriyor, ışık tutuyordu. TV dizilerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kamyonete bindiren zihniyet, yalana dayalı rivayet üretmekte ustaydı. İsmimin bahsettikleri şahsa benzediğini, ama benim o rüyalarla hiç ama hiç alâkam olmadığını anlattım kendilerine… Kolay mıydı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyada görmek… Bu nîmeti kim kaybetmişti ki, ben bulayım?

Sonra bir dönem, memleketimde, yetişkin hanımlardan oluşan bir sınıfı okuttum. Geçici bir süre burada vazifeliydim. Burası bir ova kasabasıydı. Kasabalının hâli-vakti yerindeydi. Diyanet, Kur’ân kursu açmadan evvel, gittikleri talebe yurdunda onlara dîne dâir bazı şeyler öğretilmiş; kasabanın erkek çocukları o yurttan mezun olmuş ya da orada okumaktaydı. Hanımların dine dair hemen hemen bütün mâlumatları, o yurda gidip gelen hanım hocaların “kendi kaynaklarından anlattıkları” bilgilere dayalıydı. Bu bilgiler, kimilerinde yerleşip alışkanlığa ve inanca dönüşmüştü.

Bir gün yaşlı bir hanım teyze, cebinden bir kâğıt çıkardı. Okuma-yazması yoktu.

“-Hocam, bu bizim silsilemizmiş!” diyerek uzattı.

Silsileden, tarîkattan, râbıtadan haberi yoktu belli ki… “Silsile” dediği şeyde Peygamber Efendimiz ile birlikte beş kişinin adı yazmaktaydı. Tasavvufî yollarda silsile, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaşırdı, ama tarih boyu her yüzyılda gelen bir ya da birkaç mürşid de olurdu. Bu beş isim, nereden ve nasıl gelmişti? Bu teyzeyi nasıl inandırmışlardı?

Anadolu’nun bu ücrâ kasabasına yurt açmışlar, talebe yetiştirmek için canla başla çalışıyorlardı. Fakat kaşıkla verdiklerini kepçe ile almayı çok iyi biliyorlardı. Uçsuz bucaksız ovanın verimli topraklarına halk, sanayi bitkileri ekiyordu. Mahsül kalkar kalkmaz yurdun yetkilileri “öşür” almak için güneşin altında ter içinde çalışan çiftçinin yanında yerini alıyordu. Vazife beklemezdi. Bu alışverişten bezmiş olanlar da vardı elbet. “Dilencilik yapmak” deyimini yakıştırmışlardı onlara…

Yakın zamanda bir komşusunu kaybeden arkadaşım, cenazenin ardından tâziye evinde gördüğü manzarayı anlattı. Anlatırken bana sorular soruyor:

 “-Ben hiç böylesini görmedim, Peygamber Efendimiz böyle mi yapmış?” diyerek şaşkınlığını ifade ediyordu.

Son derece lüks bir otomobilden inerken görmüştü hocahanımı… Tepeden tırnağa marka olan giyim tarzını ve tâziye evinde ev ayakkabısı giymesini pek bir yadırgamıştı.

Hadislerde ve Sünnet’te yer almayan, daha önce duymadığımız ve pek de duyacak gibi görünmediğimiz “rivâyetler”den bahsetti. “Ölüye Yapılacak Şeyler” başlığı altında, bir yığın “hurâfe” sıraladı. Hocahanım, oradaki cemaatin tepki vermesinin ardından, dersini çalıştığı kaynağın adını da vermişti. Kaynak da anlatan da aynı fabrikadan çıkmıştı. Sürekli konuşmuş, anlatmış, bir Yâsîn bile okumamış, bol bol propaganda yapmıştı.

Arkadaşımın cenaze ile ilgili sorularını cevapladıktan sonra, “Keşke Müftülükten vâize ya da hocahanım isteselerdi!” diyebildim. Bizim olmadığımız yeri, başkaları doldurmuştu. Üstelik bir sürü asılsız bilgi, rivâyet ve soru işaretleriyle… (Devam edecek)

 

[1] Bkz: TDV İslâm Ansiklopedisi, “Tarikat” maddesi, c: 40, sh. 95-105.

[2] Bkz: TDV İslâm Ansiklopedisi, “Tefrika” maddesi, c: 40, sh. 279-281,

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle