Allâh’ı Nasıl Biliriz?

Fetvâ nöbetlerinde soru soran insanlar, dînî hassasiyeti olan insanlardır. Durum öyle olduğu hâlde sorularda enteresan bir şey göze çarpar. Bu insanların, hâdiseleri yaşarken Allâh’ın hayatlarında nerede olduğuna, Allâh’ın kudretinin neleri kuşattığına dair uzun boylu tefekkür etmedikleri ortaya çıkar. Bir de kalplerin tasarrufunun kendi ellerinde olduğu hatasına kapıldıkları… Bir hanım anlatıyor:

Kayınpederim, beni iki yaşında oğlum ile birlikte baba evime bıraktı gitti. Giderken eşimin telefonunu atıp:

“-Arayıp da ulaşabileceğin hiç kimse yok, bu iş bitti.” dedi. Bu süreçte eşim, hiçbir şey söylemedi, ne git dedi, ne de gitme dedi, sadece:

“-Babamı kıramam. O istemiyor, böyle olmayacak, bitirelim bu evliliği!” dedi.

O günden beri eşime ulaşamıyorum. Bu adam beni boşatacak, iyice anladım. O kadar kötü ki, kimse ona engel olamaz. Beni sevemedi ve istemedi bir türlü…

“-İyi anlayalım, kayınpederin seni boşatacak öyle mi?”

“-Evet…”

“-Yani bu adamın seni eşinden ayırmaya gücü yeter, öyle mi?”

“-Kesinlikle evet. Kolumdan tuttu, evden attı. «Bu iş bitti!» dedi. O zâlim, yuvamı dağıtamasın diye duâ ediyorum.”

“-Allah’tan habersiz yuvanı dağıtabilir mi, ya da Allâh’a rağmen yuvanı dağıtabilir mi? Diyorsun ki, o kadar güçlü, evlâtları ve âilesi üzerinde o kadar tesirli ki, onlar her dediğini yaparlar, o da istediği her şeyi yapabilir. Yani -hâşâ- Allah kadar güçlü!.. O kadar güçlü ki, -hâşâ- Allah çaresiz ona izin verir. Sen başkalarına anlatırken, onun bu kadar güçlü olduğunu ve sizi ayıracağını mı söylüyorsun, peki bu işte Allah nerede?”

Kafası allak bullak olan hanım şaşırıyor:

“-Ay ben bu adamın gücünü anlatarak, Allâh’ı incitiyor, O’na şirk koşuyor olabilir miyim? Aman Allâh’ım! O kimmiş ki Allâh’ım, Senden korkar gibi ondan korkuyorum.” deyip ağlamaya başlıyor.

* * *

Cenâb-ı Hak, bizlere, yegâne kuvvet ve kudretin kendisinde olduğunu öğretmek için bu imtihanları veriyor olabilir mi? Neden olmasın, başımıza gelen her şeyi kullardan biliyor, kulları her işimizde çok güçlü yerlere koyuyor, onlardan ciddî ciddî sakınıyor, şerlerinden korkuyoruz. Sanki Allah’sız (!) bir dünyada, kendimizi kullara karşı savunmak için tek başımıza kalmış durumdayız.

Zümer Sûresi’nde, bu hâlimizi Cenâb-ı Hak, nasıl da güzel anlatıyor:

“Allah, kuluna kâfî değil midir? Durmuşlar da seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur. Her kime de Allah hidâyet verirse, artık onu da şaşırtacak yoktur. Allah azîz (çok güçlü) ve intikam sahibi değil midir? Andolsun ki onlara: «O gökleri ve yeri kim yarattı?» diye soracak olsan: «Elbette Allah!» diyeceklerdir. O hâlde gördünüz ya Allah’tan başka çağırdıklarınızı!.. Eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar O’nun zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun rahmetini tutabilirler mi? De ki: «Allah, bana yeter.» Tevekkül edenler, hep O’na dayanırlar.” (ez-Zümer, 36-38)

* * *

Genç kız nişanlanmış, dînî nikâh ve resmî nikâh ikisi birden yapılmış, düğün olmamış. Bu zaman aralığında araya bir şeyler girmiş, oğlan tarafı tuttukları evi boşaltıp irtibatı kesmişler. Genç kız:

“-Allâh’ım, bu evliliği kurtarabilmem için bana güç ver.” diye duâ edermiş.

Gücünü toplamış, eşi ile konuşmak için yanına gitmiş, ama hiçbir şeyi başaramadan geri dönmüş.

“-Her şey bitti.” diye ağlıyor.

“-Herkes kendince bir iş tutar; bir işe başlar, işler en sonunda döner dolaşır nereye gider?” diye soruyorum.

Burada düşünmeye başlıyor.

“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben yalnız O’na güvendim ve yalnız O’na yöneliyorum.” (eş-Şûrâ, 10)

Böyle desek… Böyle duâ etsek, ne güzel olur. Son sözü, Allah söyler. İşler kullara kalsaydı, taş üstünde taş bırakmazlardı. Firavun karar verdi; kendisini tahtından edecek o çocuğu doğar doğmaz öldürecekti. Yüzbinlerce erkek çocuğunu, daha annesini emmeden katletti. Tuttuğu iş bu idi. Lâkin Allah kendisini tahtından edecek o çocuğu, Firavun’un sarayında büyüttü. Hayatının kontrolünün elinde olduğunu zanneden Firavun, âciz kaldı. Firavun, aldığı kararla işleri değiştiremedi. Son sözü, yine Allah söyledi.

* * *

Bizde sihirli bir değnek olsa, eşimizin kalbini, eşimizin âilesinin kalbini, onlara karşı bizde oluşan olumsuz düşünceleri değiştirebilir miyiz?

“-Evliliğimi kurtarma gücü ver.” demek;

“-Sen o gücü ver, bak, ben neler yapabilirim!” demek değil mi?

Kendimizi ne kadar güçlü görüyoruz?! Neden şöyle demiyoruz:

“Allâh’ım ben âciz ve çaresizim, Sen güçlüsün, Sübhan’sın! Her şeye gücün yeter, bana yardım et. Elimi tut. Kalpler, Senin elinde… Kalplerimizi sevgi ile birleştir.”

Bizim gücümüz nedir ki; kuvvet ve kudret yalnızca âlî ve azîm olan Allah iledir.

“Göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allâh’ın yoluna götürüyorsun. İyi bilin ki, bütün işler sonunda yalnız Allâh’a dönecektir.” (eş-Şûrâ, 53)

* * *

Bir aylık hâmile olduğunu, eşinin çocuk istemediğini, bebeği aldırması için zorladığını, şiddet uyguladığını söyleyen hanım, ağlayarak anlatıyordu:

“-Eşim ya çocuk, ya ben… Onu aldıracaksın!” dedi.

Rabbimizin izni-keremi ile deyiversek:

“-Hayır ikiniz de değil, sadece Allah ve O’nun rızâsı...”

Bu hayat; ne eş için, ne çocuk için yaşanır! Bu hayat, sadece Allah rızâsı için yaşanır ve sıkıntılara Allah ile birlikte dayanılır, katlanılır. Allah ile kuvvet bulunur, O’nunla sıkıntılar, zorluklar aşılır. O’na yönelip sadece O’ndan yardım istenir… Tek çıkar yol, budur.

Çağımızın insanı, bütün problemleri kendisinin çözebileceğine inanıyor. O kadar çok kendine güveniyor ki, dualarında bile “Güç ver yapayım, güç ver edeyim!” diyor. Gücümüz olsa bile, kullanma yetkisi verilmezse, nasıl kullanacağız?

Aynı Mesnevî’de geçen “Padişah ve Câriye” hikâyesinde olduğu gibi… Padişah hastalanan câriyeyi iyileştirmeleri için kendilerini çağın Îsâ’sı zanneden, en ünlü doktorları toplar:

“-Câriyemi iyileştirin, ne isterseniz sizindir.” diye de vaadde bulunur. Doktorlar kendilerine o kadar çok güvenirler ki:

“-Bugüne dek iyileştiremediğimiz hasta olmadı. Güçlerimizi birleştirir, bu hastayı iyileştiririz.” derler.

Verdikleri ilaçlar da iddialı ilaçlardır. Lâkin işler hiç yolunda gitmez. İshal yapması beklenen ilaç kabız eder, safrayı kurutması beklenen ilaç safrayı artırır, câriye iğne-ipliğe döner. Beklenen şifâ gelmemiştir. Padişah, kendisini saraydan mescide atar ve mihrapta gözyaşları içinde ağlar:

“-Yâ Rabbi!” der. “Yine adresi şaşırdık. Gerçek şifâ veren Sen iken, bâkî olup kuvvet ve kudret elinde olan sadece Sen iken, kullar sadece sebep iken, biz yine kullara başvurduk da Seni unuttuk. Anladık ki, Senin dahlinin olmadığı hiçbir tedavi şifâ vermez.”

Gözyaşları ile secdeyi ıslatır, başlar:

“-Sen Sübhan’sın Allâh’ım, Seni tenzih ederim, Senin şanın yücedir!” demeye, Allâh’ı övdükçe övmeye…

Câriyenin iyileşme süreci, padişahın Allah ile arasını düzeltmesi, gerçek şifâ verenin Allah olduğunu hatırlayıp, O’ndan yardım istemesi ile başlar.

* * *

Evlât, anne ve baba için çok kıymetlidir. Ellerine diken batmasına râzı olmayız. Her şeyini kontrol etmeye, sağlıklı gıdaları yedirip, gözümüzden ayırmadan yakın takibe almaya, arada çıkan engelleri ortadan kaldırmaya, ağlatanı ağlatıp, inciteni incitip, gerekirse okulunu değiştirip hayatı onun için gül bahçesine çevirmeye çalışırız. Her şey bizim elimizdedir. Öyle zannederken, bir de bakarız ki evlâdımız, ciddî bir hastalığa yakalanmış; biz o kadar titiz davranıp üzerine titrerken hem de…

Durumumuz da iyidir ve veririz parayı en iyi profesörleri ayarlarız:

“-İyileştirin evlâdımı, servetim sizin olsun.” deriz.

İyileştirme gücü profesörlere bırakılsa idi, ne iyiydi de; onlar da kul, onlar da âciz… İşte burada ip kopuyor. Anlıyoruz ki, aslında hiçbir şey bizim elimizde değilmiş… Bu o kadar ağır bir gerçektir ki, kabullenmek çok güçtür. Âcizliğimizi hissetmek, hiçbir şeye gücümüzün yetmediğini hissetmek, korkunç bir şeydir. Artık kontrol bizim elimizden çıkmıştır.

Kontrolün elimizde olduğunu düşünerek, kendimizi bu kadar yormuşken, şimdiden sonra da esasında kontrolün hiçbir zaman elimizde olmadığını anlayarak hayal kırıklığı ve ağır depresyon yaşarız. Âciz olduğumuzu bilmek kadar, Allâh’ın kapısından ayrılmaması gereken bir muhtaç olduğumuzu bilmek kadar kıymetli bir şey var mıdır, şu dünyada?

En kıymetli şeylerden birisi de Allah Teâlâ karşısında haddimizi bilmektir. “Ne verdinse odur, dahî nemiz var!” diyebilmektir.

“-Güç ver, yuvamı kurtarayım!” değil, “Rabbim, Sen güçlüsün, yuvamı birleştir, bu hususta bana yardım et!..” Hele ki işler dönüp dolaşıp Allah’ta bitiyorsa, son sözü dâimâ Allah söylüyorsa…

Günümüz insanı, mikropları bulup, ilaçları keşfederek hastalıkları iyileştirdikçe, parası cebinde olup, keyfince işleri çevirdikçe kendisini dünyanın sultanı zannetti ve:

“-Kontrol bende, güç bende…” demeye başladı. “En iyi doktor kimse parayı verir, çocuğumu iyileştiririm!” diyor,

“-Rabbim lütfen şâfî Sen’sin, hastalandığımda şifa veren Sen’sin, bütün sıkıntılarımıza şifa ve rahmet ver.” diyemiyoruz.

“-Biz sebepleri işleyelim, sonra tevekkül ederiz.” diyene de deriz ki;

“-Önce Cenâb-ı Hak râzı edilecek ki, rızâsı olmayınca şifâ ve rahmet nereden gelsin? Önce ağlayıp sızlayacak, tevbeler edip pişman olacak, Allâh’a yönelip namazlar kılarak, duâlar okuyup Hakk’ın kapısına gidilecek… Sonra hemen Allâh’a sığınıp O’nun yardımını umarak sebepler âlemine baş vurulacak!.. Bu süreçte ve sonrasında da Allâh’ın kapısından aslâ ayrılmayacağız.”

“Kötülükten sakınan müttakîleri ise, Allah başarılarından dolayı kurtuluşa çıkarır. Onlara fenalık dokunmaz ve onlar üzülecek de değillerdir. Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O’dur. Bütün göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Allâh’ın âyetlerini inkâr edenlere gelince, işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir.” (ez-Zümer, 61-63)

Dünyevîleşen müslümanlar, gücü kendilerinde zannederek, Hakk’ın kapısından başka yerlerde dolaştığı için kendilerine çok yazık etmektedirler. Dünyevîleşmek, acziyete, haddini bilmeye muhaliftir. Her şeyin çaresini dünyada zanneden, acılar içinde kıvranır durur.

“Allâh’ın izni olmayınca hiçbir musîbet isabet etmez. Kim Allâh’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (et-Teğâbün, 11) buyurulduğu gibi, Allâh’ın izni ile gelen musibet, belli ki bizlere acziyetimizi öğretmek için gelmiştir. O musibet, Allâh’ın izni olmadan da gitmeyecektir. O zaman şu soru sorulmalı:

“-Benim hayatımda, benim düşüncelerimde Allah nerede? O’nsuz ne yapabilirim, ne yapamam?”

Cevap;

“-Rabbim olmadan hiçbir şeyi başaramam!” ise, doğru yoldayız demektir.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle