Ah Kalbim!

Yaşadığımız toplumda sû-i zannın gitgide bir âdet hâlini aldığını görüyoruz. Kötü zan, kalbî bir hastalıktır. Rabbimiz; insanlar hakkında kötü zanda bulunmayı Müslümanlara yakıştıramaz:

“Ey îman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (el-Hucurât, 12)

 Başkasının hakkında dedikodu (gıybet) yapmak, İslâm’ın en kerih gördüğü mânevî hastalıklardandır. Bir virüs gibi kalbimize bulaştığında mânevî hayatımızı ifsâd eder. İnsanların gizli hâllerini araştırmak, onlar hakkında dedikodu yapmak bir tarafa, bir müslümanın başka bir müslüman hakkında sû-i zanda bulunması bile yasaklanmıştır. Müslüman, kardeşi hakkında öncelikle hüsn-i zan beslemek zorundadır. Bu da insanın gönlünden geçirdiği şeyleri, önce hüsn-i zan filtresinden süzmeyi gerekli kılar.

Kalp, yaratılış itibariyle insanın en hassas ve en çok tesir altında kalan uzvudur. Bizim kalp olarak kasdettiğimiz, sadece et ve kandan ibaret olan maddî yapı değildir. Aksine insanın hayatına yön veren karar alma mekanizmasının merkezidir, kalp dediğimiz… “Fuâd” ismi de verilen bu uzuv (organ), insanın şahsiyet ve karakterinin merkezidir. İşte insanın bütün özelliklerini, hayatı boyunca yöneleceği istikametini, amellerini, nasıl bir insan olduğunu ve başkalarıyla münâsebetlerini belirleyen merkez hep kalptir.

Kur’ân-ı Kerîm, birçok âyet-i kerîme ile kalbin insan hayatındaki ehemmiyetini vurgulamıştır. Günah ve isyandaki aşırılıkları sebebiyle “mühürlenen kalpler”[1] bulunduğu gibi, o derece bozulmamış “hastalıklı kalpler”[2] de vardır. Hissetmeyen “katılaşmış kalpler”[3] bulunurken “Allah korkusundan titreyen” [4] “takvâ sahibi” [5] kalpler de vardır.

Kalpte olanlar, Allâh’a gizli değildir.[6] O hâlde mü’min her an kalbine nazar etmeli, orayı “nazargâh-ı ilâhî” olarak görüp temiz tutmaya çalışmalıdır.

İnsan hayatında bu kadar önemli bir yeri olan kalp hususunda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de pek çok ikazda bulunmuştur. Kalbin hastalıkları, nasıl katılaşacağı, bu katılığın nasıl yumuşatılacağı; duyguların takvâ şeklinde nasıl kalbe yerleştirileceği uzun uzun anlatılmıştır.

Temiz kalpli olmak, sadece kuru bir temenni değildir. Ciddi bir emek ve ömür boyu devam eden gayret gerektirir. Kalbin temizliği, îmanın sahih olması ve ibadetlerle takviye edilmesiyle mümkündür. Çünkü küfür, isyan ve günahlar kalbi kirletir, karartır, katılaştırır.

Aslında ayarı düzgün kalbin nasıl olacağını, Rabbimiz kitabındaki reçetelerle şöyle ortaya koymuştur.

Rabbimizi zikretmek, bu reçetelerin en başında gelir. Sabah-akşam, yürürken, dururken, yatarken, uyanıkken, kısaca her dâim Allâh’ın zikri ile meşgul olmak, Allâh’ı hatırlamak, O’nun kudret ve sanat eserlerine ibret nazarıyla bakıp tefekkür etmek; kalbin en güzel tedavilerinin başında gelir.

Rabbimizin “…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emri gereği, sâdıklarla ünsiyet içerisinde olmak, Allâh’ın seçtiği kullarının meclislerinde bulunmaya gayret göstermek çok önemlidir. Allâh’ın anıldığı, O’nun dîninin konuşulduğu “zikir ve sohbet meclisleri” kalplerin mânevî hayatının şenlendiği ortamlardır. Böylece dünyanın kiri, pası gönüllerden temizlenir. Oraya Allâh’a ve Rasûlü’ne olan sevgi gelip yerleşir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını hep sohbet meclislerinde yetiştirmiştir.

Günahların tedâvi yolu hakkında, Bâyezid-i Bistâmi Hazretleri’nden nakledilen şu kıssa ne kadar güzeldir:

Bâyezid-i Bistâmî’nin yolu bir gün bir akıl hastanesine düşer. Doktorlardan birisi, hastalıklar, çareleri ve hangi hastalığa hangi ilâcın iyi geldiği hakkında bilgi verirken, ona:

“-Peki, günah hastalığının ilacı nedir?” diye sorar.

Kısa bir sessizlik olur. O esnada orada bulunan, zâhiren akıl hastası, gerçekte velî olan birisi:

“-Müsaade ederseniz bunun ilacını ben söyleyeyim.” diyerek söze başlar ve şöyle devam eder:

“-Günah hastalığının ilâcı şudur ki; tevbe kökünü, istiğfar yaprağı ile karıştırıp, gönül havanına koyduktan sonra, tevhid tokmağı ile döveceksin. İnsaf eleğinden eledikten sonra, gözyaşı ile hamur edip, aşk ateşinde pişireceksin. Muhabbet balından da birazcık karıştırıp, sabah-akşam kanaat kaşığı ile azar azar yiyeceksin!..”

Bu hakîmâne sözleri duyan Bâyezid-i Bistâmî:

“-Ben dersimi aldım!” diyerek yoluna devam eder.

İmam Gazâlî Hazretleri de kalbî hastalıkların çaresini şu şekilde izah etmektedir: 

“Kalbin kusurlarını bilen, gizli âfetlere muttalî olan bir mürşide teslim olup huzurunda diz çökmek, bu mürşidi kendisine rehber bilmek ve mücâhedesinde onun işaretlerine uymaktır.

Sâdık ve doğru sözlülerden dinî hassasiyet ve basîret sahibi bir kişi bulmak ve gidişâtını izlemesi için onu kendisine gözetleyici tayin etmek… Bu zât, o kişinin bâtınî ve zâhirî olarak hoşa gitmeyen hâllerini ve çirkin davranışlarını düzeltir ve kendisine gerekli tembihlerde bulunur.

Düşmanlarının dilinden kusurlarını duyup kendini buna göre ıslah etmek... Zira düşmanlık ve kin gözlüğünden bakan gözler, dâimâ kötülüğü ve kusurları görüp ortaya çıkarır. İnsan, kendi kusurlarını öğrenmede, yapmacık öğütlerle kusurları gizlemeye çalışan dalkavuk dosttan ziyade, kusurları ortaya koyup teşhir eden hain düşmandan daha fazla istifade eder.

İnsanların arasına karışmak ve onlarda gördüğü her kötülük konusunda kendisini hesaba çekip ayarlamak... Zira mü’min, mü’minin aynasıdır.”

Herkes, kendi durumuna göre bu yollardan birini tercih ederek kalbindeki hastalıkları tedavi yoluna gidebilir. Ancak öteden beri âlimlerin tavsiyesi, birinci yolun tutulmasıdır.

Rabbimiz bizlerin kalplerini İslâm üzere sabit eylesin… Âmin.

 

[1] el-Bakara, 7.

[2] el-Bakara, 10.

[3] el-Bakara, 74.

[4] el-Hac, 35.

[5] el-Hac, 32.

[6] Hud, 5.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle