Kur'an-I Kerim Ve Nüzulü

Allah Teâlâ, kâinâtı kendisinin varlığını îlân etmek ve bilinmesini murad etmek için yaratmıştır. Kâinât, sonsuz ilâhî tecellîlerin aksettiği, Allâh’ın ilim, kudret, sanat ve azametinin sergilendiği büyük bir tablodur. Bu büyük tablo içinde akıl, idrâk ve irâde sahibi olan insan da yaratılış mükemmellikleri itibariyle baş köşede oturmaktadır.

Rabbimiz, insana da kendisini tanıtmayı murâd etmiş ve yaratılışına (fıtratına) ve kâinâta gizlediği hakikati gösteren binbir işaret ve âyete (pusulalara) ilâveten bir de vahiy ve nübüvvetle onu te’yid etmiştir.

Vahiy, Allâh’ın kelâmının söze ve yazıya dökülmüş şeklidir. Nübüvvet ve risâletle vazifelendirilmiş peygamberler de bu vahyin hayata nasıl tatbik edileceği hususunda örnek olmuşlardır.

İlk insan ve ilk peygambere sayfalar (suhuf) göndererek vahyini bildiren Rabbimiz, son peygambere de kıyâmete kadar korunacak bir ilâhî kitab olan Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiştir. Bu ikisi arasında da insanlığa, gâh suhuf olarak, gâh kitap olarak birçok vahiy mecmuâsı ulaştırılmıştır. Fakat bu vahiyler, belli bir zaman ve belli bir mekânın ihtiyaçlarını karşılamak üzere gönderildiği için; tarihin tozlu sayfaları arasında kalmaya mahkûm olmuştur. Bugün onlardan geriye kalan, sadece varlığına işaret eden parçacıklardır. Şu an elde bulunan ilâhî kitaplar (Kur’ân-ı Kerim istisnâ edilirse), aslını muhafaza edemediğini gösteren pek çok tahribât ve tutarsızlık içindedir. Bizim gâyemiz, bu ilâhî kitapların başına gelenler değil; Allâh’ın husûsî muhafazası lâyık olan ve kıyamete kadar bütün insanlığın dertlerine ilâç barındıran son ilâhî kitaptır.

 

Kur’ân-ı Kerîm’in İndirilişi

Kur’ân-ı Kerîm, “Allah tarafından Cebrâil -aleyhisselâm- vasıtasıyla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indirilmiş, tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış, mushaflarda yazılı, okunuşuyla ibâdet edilen mûcize bir ilâhî kelâmdır.” Bu târif, hem Kur’ân-ı Kerim’in ne olduğunu, hem de hangi özellikleri taşıdığını bildirmektedir.

Mâlum olduğu üzere, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 40 yaşına kadar güzel ahlâkı ve güvenilirliği ile içinde yaşadığı toplum tarafından “Muhammedü’l-Emîn” ismiyle anılmaktaydı. O güne kadar yalan söylediği görülmediği gibi, peygamberlik iddiasında bulunduğu da duyulmamıştı.

Ancak 40 yaşına geldiğinde, Mekke yakınlarındaki Nur Dağı’nda inzivaya çekildiği bir esnada, içerisinin nûrla dolduğunu gördü ve bir melek tarafından “Okuması” emredildi. O güne kadar eline kalem alıp bir şeyler yazmamış ve hiçbir kitap okumamış olan o “ümmî” peygamber, “Ben okuma bilmem!” diye karşılık verdi, bu emre… Çaresizdi. Beklemediği bir yerde, hiç ummadığı bir anda, daha önce hiç görmediği birisiyle karşılaşmıştı. Heyecan, korku, endişe içerisinde ilk vahye muhatap olduktan sonra Hira Mağarası’ndan bir koşuda evine geldi. Titriyordu. Evdekilerden üzerini örtmelerini istedi. Sâkinleşene kadar bekledi. Ardından başından geçen bu hârikulâde hâlleri, vefâkâr zevcesine anlattı. Onun da delâletiyle Varaka bin Nevfel’e gittiler.

Varaka bin Nevfel, Tevrat ve İncil’i bilen yaşlı bir akrabalarıydı. Olan biteni ona da anlattıklarında, okuduğu kitaplarda zikredilen “Nâmus-u Ekber”in, yani Cebrâil’in geldiğini, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in beklenen son peygamber olduğunu hemen anladı. Ve o ilk görüşmede, Peygamber Efendimizin bundan sonra başına gelecekleri özetleyiverdi: “Kavmin sana karşı gelecek, seni bu şehrinden çıkartacaklar!.. Keşke ben de biraz genç olsaydım da o esnada sana yardımcı olabilseydim!” dedi.

Bu sözler, hiç inandırıcı değildi. O güne kadar Mekke’de “Muhammedü’l-Emin” aleyhinde tek kötü söz söylenmediği gibi, âilesi ve soyu da en şerefli soylardan birisiydi. Ancak vahiy devam ettikçe, Varaka bin Nevfel’in söyledikleri tek tek ortaya çıktı.

O güne kadar hürmet ve tazimle yanına yaklaşan Mekkeliler, gün geldi, dalga geçtiler, hakaret ettiler. O’nun mübârek omuzlarına, secde hâlindeyken deve işkembesi koydular. Aç bıraktılar, boykot uyguladılar, tehdit ettiler. Nihayet öldürmeye kalktılar. İşte bu aşamada Rabbimiz, Habîb-i Edîbi’ni zâlimlerin elinden kurtardı ve O’nu muhabbetle bağrına basan Medîne’ye ulaştırdı.

 

Kur’ân Meydan Okuyor

Bütün bu zorlu günlerde, Kur’ân-ı Kerîm inmeye devam etti. Bazen müşriklerin sözlerine cevap olarak, bazen onların taptığı ve “atalarımızdan böyle gördük” dedikleri putları inkâr eder şekilde âyetler indi, indi…

Kur’ân-ı Kerîm’in öyle bir efsûnu vardı ki, gece gündüz onunla harb eden, onu düşman îlân eden azılı kâfirler bile, arada Peygamberimizin evini dinler, oradan gelen Kur’ân sadâsına kendilerini kaptırırdı.

Bu, onların gücünü aşan bir sır deryasıydı. Yoksa Kur’ân’ın, “Eğer bunun Allah katından olmadığını iddiâ ediyorlarsa bir benzerini getirsinler!”, “Şayet bunu yapamıyorlarsa, onun sûreleri gibi on sûre getirsinler!..”, “Bunu da yapamıyorlarsa benzeri bir sûre getirsinler; hatta Allah dışındaki bütün güçlerini seferber etsinler!” meâlindeki meydan okumalarına çoktan cevap verirlerdi. Onlar, edebiyatın, belâğatin ustalarıydı. Zülmecaz’ın, Ukaz’ın hatipleriydi. Sözleri, savaş başlatır; kanlı bıçaklı insanları birbirine dost ediverirdi. Ancak Kur’ân’ın âyetleri karşısında nutukları tutulmuş, âciz kalmışlardı. Çünkü o, “mu’cizu’l-beyân” idi.

Kur’ân; Mekke’nin evlerini dolaştıktan sonra Medîne’nin sokaklarında da yankılandı. Gönlünü Kur’ân’a açan kimseler, bütün dünyayı karşısına alma pahasına, her şeylerini Kur’ân’a teslim ettiler. Müslüman oldular. İslâm’a ve Allâh’ın emirlerine boyun eğdiler. Allah Teâlâ da onlara, bütün dünyayı boyun eğdirdi.

Tek bir kişi ile başlayan dâvet, 23 yıl içinde, yüzbinlere ulaştı.

 

Kur’ân-ı Kerim’in Zabtı

Peygamber Efendimiz, ilk günkü gibi “ümmî”ydi. Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i O’nun kalbine indirmişti. Vahiy esnasında, Peygamber Efendimizin unutmamak için tekrar etmesine, dilini kıpırdatmasına gerek yoktu. Kur’ân’ı toplamak, kıraatini sâbit kılmak; Allâh’a âitti.

Bu şekilde vahye muhatap olan Peygamber Efendimiz, onun insanlar tarafından muhafaza edilmesi için de elinden geleni yapmıştır. İndirilen âyetleri, “vahiy kâtiplerine” yazdırmış; namazlarda, tebliğ ve dâvet faaliyetlerinde, sohbetlerinde her vesileyle bu âyet ve sûreleri okumuştur. Bilhassa Medîne yılları boyunca, her Ramazan ayında o zamana kadar indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerim sûrelerini, Cebrâil -aleyhisselâm- ile karşılıklı okumuşlar, son Ramazan’da da bunu iki kere yapmışlardı.

Ashâb-ı kiram arasında, daha Peygamber Efendimiz hayattayken onlarca hâfız yetişmişti. Ve pek çok sahabînin elinde, kendilerinin derlediği kitapçıklar hâlinde Kur’ân-ı Kerîmler bulunmaktaydı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ebedî âleme irtihaliyle birlikte vahyin indirilmesi tamamlanmıştı. Artık yeni bir vahiy gelmeyeceği için, bütün vahyedilenleri bir araya getirmek ve onu kaybolmaktan korumak mümkün olacaktı.

Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın hilâfetinin ilk yılında, o zamana kadar indirilmiş bulunan bütün âyet ve sûreleri bir araya getirmek için seferber oldu. Kimin yanında veya ezberinde bir âyet veya sûre varsa, şâhitlerle beraber komisyona getirmiş, Zeyd bin Sâbit başkanlığındaki bu komisyon da, kendilerine ulaştırılan bütün vahiy parçalarını iki kapak (deffeteyn) arasında toplamıştır. Bu nüshaya, “el-Mushafu’l-İmâm” veya sadece “İmam” adı verilir.

Bu “İmam” nüsha, Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti boyunca onun nezdinde muhafaza edilmiş, daha sonra halife Hazret-i Ömer ve onun kızı, Peygamber Efendimizin muhtereme zevcesi Hazret-i Hafsa bu nüshayı korumaya devam etmiştir.

Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında, yine Zeyd bin Sâbit başkanlığındaki bir komisyon, bu İmam nüsha rehberliğinde istinsah (kopya) faaliyeti yapmış ve İslâm dünyasında herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için Şam, Kûfe, Basra, Mekke, Bahreyn ve Yemen gibi önemli beldelere bu çoğaltılmış nüshalar gönderilmiştir. Medine’de de bir nüshası bırakılmıştır.

Resmî nüshalar bu şekilde tesbit edildikten sonra, herkesin şahsî nüshalarını imhâ etmeleri istenmiştir. Böylece bütün ashâb-ı kirâmın ittifakıyla, “tevâtür” yoluyla nakledilen Kur’ân-ı Kerim, bize kadar ulaşmıştır.

 

Tarihe Düşülen Notlar

İşte o gün bugündür, selef-i sâlihînin bu büyük fedâkârlıkları neticesinde, İslâm coğrafyasında bulunan bütün Kur’ân-ı Kerim nüshaları, noktasına, virgülüne kadar birbirinin aynıdır. Gerek art niyetli pek çok insanın gayretleri, gerekse zaman içerisinde meydana gelmiş büyük katliâm ve yıkımlar; Kur’ân-ı Kerîm’i değiştirememiş, bozamamış ve ona insan eli değmemiştir. Bu hâliyle o, Cenâb-ı Hakk’ın:

“Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9) vaadinin en açık tezâhürlerinden biri olmuştur.

Bugün Allâh’ın kelâmına ulaşmak, Allah Teâlâ ile konuşmak isteyen kimse için hiçbir mâni yoktur. Vahiy ilk gün nasıl indirilmişse, aynı tazelik ve berraklıkla durmaktadır. Vahyin anlam berraklığını korumak için, Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği dönemin câhiliye edebiyat ve şiiri de muhafaza edilmiş ve kelimelerin “o gün ne mânâya geldiği”, Kur’ân’ın indirildiği dönemde mü’min ve kâfirlerin bundan “neyi anladıkları” çok net ortaya konup zabta alınmıştır. Hattâ müslüman âlimler, bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki, kîl u kâl türünden veya kırıntı kabîlinden her türlü bilgiyi, olduğu gibi, kendisinden sonraki nesillere aktarabilmek için tefsir, tarih vb. kitaplara bu nakilleri de ilâve etmişlerdir. Böylece ciddi bir araştırmacı, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsı bir tarafa, o dönemde kimin Kur’ân hakkında ne dediğini, hangi itirazlarla karşı çıktığını, başına ne gibi hâller geldiğini satır satır bu kitaplardan okuyabilir.

Dolayısıyla bugün biz Müslümanlar, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirildiği şekliyle muhafaza edildiğine, bu vahyin bütününe sahip olmakla iftihar etmemeliyiz. Bunun da ötesinde, Kur’ân-ı Kerim’in indirildiği, Peygamber Efendimizin yaşadığı ve İslâm’ın bütün farklı görüş ve mezhepleriyle târihî gelişmesini tamamladığı dönemlere âit en küçük bir bilgi kırıntısının bile hebâ edilmemesiyle ayrıca iftihar etmeliyiz. Selefimiz, bu ilmî hassasiyeti gözetmiş ve kendisinden sonraki asırlara, her konuda fotoğrafı, hatta videosu çekilmiş büyük bir tarihî ve kültürel mîras bırakmışlardır.

 Şimdi bize düşen, bu büyük ve engin mîras içinde, İslâm’ın özünü yakalamak ve günümüzün ihtiyaçlarına buradan derman üretmektir. Bu, zor olduğu kadar elzem ve hayatî bir vazifedir. Ama en büyük bahtiyarlığımız, İslâm’ın omurgası konumunda olan Kur’ân-ı Kerim’in ilk şekliyle elimizde olmasıdır. Rabbimiz, bu büyük ve şerefli vazifenin hakkını veren ve huzuruna yüz akıyla çıkan mesut insanlar kervanında bizleri de pay sahibi kılsın. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle