Zor Zamanlarda Sağlam Dayanak

Zor dönemlerden geçiyoruz. Asırlar öncesinden anlatılan, şerlerinden emin olmak için duâlar yapılan, sağlam kulplara sarılıp evlerimize çekilmemiz tavsiye edilen “şedîd” zamanlardayız…

Îmânın ellerimizde kor gibi tutulduğu fitne zamanlarında…

Gün geçmiyor ki, savaşlar, zulümler, saldırılar olmasın; mâsumların gözyaşları çağlamasın… Mazlumların “âhh”ları kulakları sağır etti artık... İnsanlık dahî kanıksadı, bütün bunları… Birçok zaman yanıbaşımızdaki mültecileri göremiyor veya gördüğümüz halde türlü bahanelerle yoklarmış gibi davranabiliyoruz.

* * *

“Fe-te-ne” kökünden türeyen “fitne” kelimesi… Bu kelime, “Altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin saflaştırılması, iyinin kötüden ayırt edilmesi amacıyla ateşte eritilmesi” mânâlarına gelmektedir.

Hattâ halk arasında alışık olduğumuz “fettân” kelimesi de bu kökten gelmekte ve “haktan saptıran çok fitneci şeytan” mânâsında mübâlağalı ism-i fâil olarak kullanılmaktadır. Ayrıca fitne, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ, felâket, günah, yoldan çıkma, küfür, baskı, azap ve işkence gibi farklı mânâlar da içermektedir.

Genel itibariyle fitne; kişi ve toplumların îtikâdî, amelî, ahlâkî, hukukî, iktisâdî ve içtimâî süreçte rûhî yapılarının üzerinde bulunduğu hâli değiştirmeye yönelik söz fiil, davranış ve hâdiseler karşısında onlarda var olan yapının ortaya çıkmasını, teşhir edilmesini sağlayan bir süreçtir.[1]

İçerisinde bulunduğumuz âhir zaman, tam da bu süreçlerin yaşandığı demlerdir. Nitekim özellikle savaş ve ölümlerin arttığı, mazlum kadın ve çocukların haksız olarak katledildiği ve ağladığı zamanlar fitnenin hâkim olduğu zamanlardır. Bu zamanları Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle tasvir etmektedir:

“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitnede, oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen, koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse, Hazret-i Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun, (ölen olsun, öldüren değil)!..” (Ebû Dâvûd, Fiten, 2)

Bu döneme erişen ümmetine ise şunları tavsiye etmektedir Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Mârufa (iyilik ve güzelliklere) sarılın, münkerden (kötü ve çirkin şeylerden) kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir hevâ, dine/âhirete tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin selefi dinlemeden kendi reylerini beğendiklerini müşâhede edersen, o zaman kendine bak!.. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira bu safhaya gelince arkanızda sabır günleri var demektir. O günler avuçta ateş tutmak gibi sıkıntılıdır. O günlerde sizin kadar amel yapabilen bir kimseye, elli kişinin ecri verilecektir.” (Ebû Dâvud, Melâhim,17)

Bu zor günlerde kişiyi ayakta tutan en önemli dayanak, Rabbiyle kurmuş olduğu kalbî münâsebet ve yapmış olduğu taatlerdir. İbadetler, kişiyi merkezde sağlam tutan dayanaklardır. Nitekim ortaya çıkan fitnenin, sosyal hayatta herkesi bir şekilde etkilemesi ve proveke etmesi muhtemeldir. Kişiler böyle anlarda fitnenin esaretinden kurtulmak için ibadetlerine sarılmalı ve zühd kalesi içinde muhafaza olmalıdır.

Nitekim zühd; dünyayı ve âhireti hakkıyla tanımak ve her türlü tehlikeden selâmette kalmaktır. Zühd; bozulmuş iğrenç kokulu bir leşten sakınıldığı gibi haram ve şer işlerden sakınmak, demektir. Zühd; Allâh’ın sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemektir. Tâbiri câizse, Rabbin insanlığa uzattığı kulpa sıkı sıkıya tutunup bırakmamaktır. Bu vesîle ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, özellikle bu dönemlerde yapılan ibadetlerin ehemmiyetini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Herc (fitne) zamanında ibadet, tıpkı bana hicret etmek gibidir.” (Müslim, Fiten, 130)

Ebû Zer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (bana şöyle) seslendiler:

«Ey Ebû Zer! İnsanlara kitle hâlinde ölüm isabet edip kabirlerin, ücretli hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın?» Ben:

«Benim için Allah ve Rasûlü neyi ihtiyar buyurursa (seçerse) onu yaparım!» dedim. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Sabret ve sabrı tavsiye et!» buyurdular. Sonra bana tekrar seslenerek:

«Ey Ebû Zer! Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın?» diye sordular. Ben, tekrar:

«Benim için Allah ve Rasûlü neyi ihtiyar buyurursa (seçerse) onu yaparım!» dedim. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!» dedi. Ben sordum:

«Ey Allâh’ın Rasulü! O zaman kılıcımı alıp omzuma koymayayım mı?»

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Böyle yaparsan fitneci kavme ortak olursun.» buyurdular.

«Bana ne emredersiniz!» dedim.

«Evine çekil!» buyurdular.

«Evime girilirse?» dedim.

«Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!» buyurdular. (İbn-i Mâce, Fiten, 10)

Bu hadîs-i şerifteki, kılıcın parıltısının galebe çalması, kılıcı kullanmaktan kinâyedir. Elbisenin kenarıyla yüzünü örtmek ise, düşmanı görüp korkmamak içindir. Bundan maksat, “Onlar seninle savaşsa da onlarla savaşma, ölmeyi tercih et!” demektir. Bu takdirde hadîs-i şeriften “gelenler, seni öldürmüş olmanın günahı ve diğer günahlarıyla dönerler.” mânâsı anlaşılmaktadır.

Burada ince husus, kapıya kadar gelen fitneye dahî, öldürülmeyi tercih edecek kadar bulaşmama emri vardır. Nitekim bu öyle bir fitnedir ki, nefsi müdafaa yaparken dahî fitnenin şerriyle hataya düşmemek mümkün değildir. Bu vesile ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bahtiyar kimseyi, fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca sabreden kimse olarak tasvir eder ve:

“-Ne mutlu ona.” buyurur. (Ebû Dâvud, Fiten, 2)

Hak ile bâtılın birbirine karıştığı, doğrunun yanlışın tam olarak anlaşılamadığı fitne zamanlarında, Rabbim, hepimizin yüzünü ak eylesin. Âmin.

 

[1] Ahmet Küçük, Kur’ân’da Toplumsal Sınanma, sh: 125

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle