Sözü Çoğaltmak

Sözün terbiyesi, gözün terbiyesi, gönlün terbiyesi…

Bu üç terbiye alanı, İslâm’ın bizden hassas davranmamızı istediği sahaların en önemlileridir. Kalbimizi ve rûhumuzu, menfî mânâda dış taarruzlardan koruyabilmek için sarsılmaz bir mânevî zırha bürünmeye ihtiyacımız var. Bugün modernleşme hastalığına tutulan bakış açımız, idrâklerimiz maalesef bizi içinden çıkamadığımız savrulmalara sürüklemektedir. Her geçen gün yeni gelişmelere muhatap olan topluma, İslâm’ın ana çizgisinden sapmayacak tespit ve değerlendirilmelerin getirilmesi de ayrıca bir gayret istemektedir.

Müslüman için en büyük tehlike, şekil açısından müslümanlığındaki eksikliklerden ziyâde zihniyetinin savrulmasıdır. Zihniyet savrulması, vücuttaki kanın her zerresine iflah olmaz bir virüsün bir daha çıkmamak üzere girmesi ve sahibini öldürmesi gibidir. Hele bir de bu savrulma, toplum olarak yaşanırsa, bu katlanmış ve daha fecî bir felakettir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfini ölçü alarak, bugün hepimizi sarıp sarmalayan toplumsal bir probleme temas etmek istiyoruz.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah olarak yeter.” (Müslim, Mukaddime, 5)

Gerek bu hadîs-i şerîften, gerekse insanı “dil terbiyesi hususunda eğiten” diğer hadîs-i şerîflerden Peygamber Efendimiz’in sükûta ne kadar ehemmiyet verdiğini görüyoruz. İnsanın ihtiyaç hâlinde konuşması ne kadar gerekliyse, boş yere konuşması da o kadar çirkin ve abestir. Diline hâkim olamadığı için konuşmalarında gıybet, iftira vb. günahların bolca işlenmesi de insanın vebâl ve sorumluluğunu kat kat artırır.

Söz, emanettir. Sır emanettir. Söylerken doğruyu söylemek şart olduğu gibi, her doğruyu her yerde söylememek de gerekir. Neyin, nerede, nasıl ve kime söylenmesi gerektiğini bilmek ise, başlı başına bir akıl ve firâset eseridir.

İnsanın kimden duyduğuna ehemmiyet vermeden, sözün nereye gideceğini düşünmeden, bir papağan gibi her duyduğunu tekrar etmesi; pek çok yalan ve iftiranın yayılmasına yol açtığı gibi, tamiri imkânsız kalp kırıklıklarına ve âhirette karşısına çıkacak büyük kul haklarına sebep olur.

Hayat kısadır. İnsan, hayata bir gâye için gönderilmiştir. İnsanın en büyük gâyesi, Allâh’ın rızâsını kazandıracak bir kulluk hayatıdır. İnsanı bu gayeye ulaştıran her türlü söz, davranış, düşünce ve duygu makbulken; insanı Allah’tan uzaklaştıran her türlü amel de kötüdür ve reddedilmiştir.

İnsanın kötülüğü tek başına yapmasının bir suçu ve vebâli vardır. Bir de bu suça alenîlik eklenirse, kötülüğü yaymak, teşvik etmek, özendirmek ve normalleştirmek gibi birçok ek vebal de gündeme gelir.

Bugün insanlar, her duyduklarını nakledip çoğaltabilecekleri, çok büyük imkânlara kavuşmuşlardır. Eskiden dedikoducular, ev ev, kapı kapı dolaşarak dedikodularına müşteri ararlardı. Bugün ise, “sosyal medya kanalları” dedikodunun başlayıp dünya çapında çoğaltıldığı, herkesin bilgisi olsun olmasın, doğru-yanlış ayırt etmeksizin her şeyi konuşup durduğu bir alan hâline gelmiştir.

İnsanın ağzından çıkan her kelime, kendisine nasıl bir sorumluluk yüklerse, sosyal medya kanallarında paylaşılan her yorum, her beğeni veya tavsiye de üzerine yüklenen bir başka sorumluluk şeklidir. İnsan neyi beğeniyor, neyi tavsiye edip neye yorumda bulunuyorsa, yarın hepsi toplanacak ve önüne konulacaktır. Bu mânâda bilmediğimiz bir konu veya şahıs hakkında yorumda bulunmak, duyduğumuz her şeyi -doğru bile olsa- yaymak; en azından âhiret vebâlidir ve bir kere daha üzerinde düşünmeyi gerektirir.

İletişim unsuru görünümünde, hattâ mâsum bir irtibat aracı olarak gördüğümüz sorunlu “sosyal medya araçlarını” zikrettiğimiz hadîs-i şerîf çerçevesinde düşündüğümüz zaman duyduğumuzu, gördüğümüzü, işittiğimizi paylaşma, aktarma işimizi hangi mantıklı zemine oturtacağız? Bu sorunun cevabı, bizim sosyal medya ile ilişkimizi de ortaya koyacaktır.

Mevzuyu biraz daha somutlaştıracak olursak, iyi niyetli olduğunu düşündüğümüz birçok paylaşımın aslında bir “kul hakkı ihlâli” olduğunu unutmamak gerekir. Bugün literatürümüze giren “sanal gerçeklik”; hayatımızın “gerçek” boyutunun önüne geçmiş durumdadır. Meselâ önceden “fotoğraf” diye tanımladığımız kâğıttan ve boyadan oluşan objenin yerini, ışıktan ve farklı kodlardan oluşan renkler almış durumda... Ve biz buna da “fotoğraf” diyoruz. Ama aslında ışıktan ve renklerden oluşan fotoğrafı sadece görebiliyoruz. Elimize alamıyoruz, dokunamıyoruz, bir nesne olarak bir başkasına gönderemiyoruz. Bunun gibi birçok alanda oluşan değişim, hayatımızdaki alışkanlıklarımızı ve ihtiyaçlarımızı görme şeklimize de tesir etti.

Sosyal medyada sözün çoğaltılması, görüntü ve sesli materyallerin çoğaltılmasının insanî ve İslâmî bir sorumluluğu var mıdır? Bu soruya fıkhî bir cevap verilebilir. Ancak konuyu yukarıda ifade edilen hadîs-i şerîf çerçevesinde düşündüğümüz zaman biraz dikkatli olmamız gerekiyor. Ortak sohbet grupları hâriç (sohbet gruplarına her ne kadar insan kendi isteği ile dâhil olmuş olsa bile, bu grupların kurulma maksadı, eğer mâlâyânî ise bunun da sorumluluğu vardır.) kişiye özel gönderilen mesajlardan tutun da sosyal medya sitelerinde kendisinin izni olmadan paylaşılan fotoğraflar, yine haberi olmadan etiketlenmeler veya izni olmadan telefonuna gönderilen farklı bildirimler, acaba hangi hukuk çerçevesinde değerlendirilmelidir?

Meselâ iyi niyetli bir şekilde gönderilen bir Cuma mesajı, bir kandil tebriği, alıntı yapılarak, hattâ muhtevasına bakmadan kendisine gelen bir mesajı telefon rehberinde olan herkese bir anda göndermek, acaba nasıl bir hizmet anlayışının ürünüdür?

Âyet-i kerîmeleri, hadîs-i şerîfleri anlık paylaşımlarımızda kullanmamız, acaba onların daha çok okunup hemen uygulanmasını mı sağlıyor yoksa insanlarda bir bezginlik ve mesajı açmadan silmeye mi sebep oluyor?

Ayrıca sosyal medyanın ne kadar kitleleri kışkırtan özelliği olduğu, yakın dönemde dünyada ve ülkemizde yaşadığımız olaylardan açıkça görüldü. Bir insanın söylemediği bir sözü söylemiş gibi veya yazmadığı bir yazıyı yazmış gibi sunan, sosyal medya maharetiyle bunu kendisine meslek edinen insanlar olduğu âşikârken bu mecrâları kullanarak “tebliğ” yapıldığı hatasına düşmemek gerekir.

Müslümanın haber kaynağını kullanma ölçüsü, âyet-i kerîmede belirlenmiştir: Kendisine bir haber ulaştığı zaman mutlaka o haberin kaynağını araştırmalı, doğruluğunu veya yanlışlığını te’yit etmelidir. Âyet-i kerîme şöyledir:

“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurât, 6)

Telefonumuza bir sosyal medya aracılığı ile düşen haberin kaynağının “fâsık” bir kaynak olduğu hususunda kesin bir hükme varmak her zaman mümkün olmasa da bilmediğimiz bir kaynaktan gelen her haberi yaymak da herhâlde doğru olmasa gerektir.

Meseleye iki taraflı bakmamız lâzım. Hem haberi çoğaltan, yani her duyduğunu bir başkasıyla paylaşan, yayılmasına sebep olan, hem de bu çoğalma ve paylaşıma mâruz kalan... Her iki durum da içinde birtakım problemler barındırıyor.

Müslüman, elinden, dilinden bir başkasının zarar görmediği kişi olduğuna göre, bir kimseyi telefonuna gönderdiği bir mesajla da rahatsız etmemeli, e-postasına gönderdiği “ortalık bilgisi” ile zamanını çalmamalıdır. Kişinin dikkat kesildiği bir işte, okurken, yazarken, düşünürken, çocuğuyla ilgilenirken, araba kullanırken vs. hayatın her ânında, olur olmaz mesajlarla dikkatini dağıtmak, gereksiz haberlerle gönlünü ve zihnini bulandırmak da ayrı bir kul hakkıdır. Kişi, bir dakikalık bir mesaj veya video gönderdiğinde, gönderdiği kadar kimsenin dakikalarını/saatlerini çaldığının farkında olmalıdır. Gönderdiği mesajın buna değip değmeyeceğine dikkat etmeli, herkesi, kendisi gibi boş olarak düşünmemelidir. Kaldı ki, bu işin problemli taraflarından birisi de mesaj ve iletilere mâruz kalan birinin, her gün belli bir zamanını ayırıp o mesajları silme ile meşgul olarak kıymetli zamanını kaybetmesidir. Burada da yine zamanı çalarak başka bir kul hakkı ihlâli söz konusudur. Ayrıca mesajların gönderildiği zamanlar da insanların genel olarak istirahatte olduğu zamanlar olmamalıdır.

Kısaca, bugün iletişim araçlarının insanı çektiği çukur, aşikâr ki, büyük bir günah çukurudur. Her tarafından fitne, fesat ve ahlâksızlık akan bu büyük çukurda, her ne kadar iyi niyetli bir şeyler yapma düşüncemiz olsa da içinde bulunduğumuz alan devâsâ problemleri barındıran bir alandır.

Girişte ifade ettiğimiz gibi, kendimizi dış faktörlerden koruyabilmek için mânevî zırhımızın kuvvetli olması gerekmektedir. Bu mânevî zırh ise, bizi, gönüllü olarak girdiğimiz günah çukurlarında yeteri kadar koruyamaz. Hele sosyal medyanın çukurlarında tebliğ yapma düşüncesi ise sanal bir yanılmadan öteye geçmez. Biz, kendi usulümüzle, kendi mevziimizi koruyarak, sözü sözün sahibinin ölçülerinde çoğaltarak, çoğaltırken de kimsenin hakkını ihlâl etmeden bu vazifemizi yerine getirmeliyiz.

Modern bakış açısı ile ya da modern hayatın nefislere sunduğu câzip tekliflerle doğruya ulaşamayız. Bizim tarafımız, çizgimiz ve duruşumuz net olmalıdır, vesselâm…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle