Sunuş

Muhterem Okuyucularımız;

Şebnem Dergisi olarak, ümmet-i Muhammed’in âcil ihtiyacı olan ve daima istifade edeceği konuları kapak ve gündem yapmayı tercih ettik. Bazen bu konular, konuşulması âdeta yasak hâline gelmiş, dokunulduğunda bin “Âh!” işitilecek konular da olsa… Bu sayıda da böyle bir konuyu ana gündem yaptık: “Gelin-Kayınvâlide Münâsebetleri”

Tarihin çok eski devirlerinden itibaren farklı kültür ve toplumlarda daima gündemde olan bir konu, bu konu… Ne desek, ne anlatsak eksik kalacak; yaşanan pek çok örneğiyle insanların hayatına derinden tesir eden bir konu…

Evlendikten sonra “kaynana”sından çok çeken gelinler, nasıl oluyor da oğulları olup onları evlendirdikten sonra aynı “kaynana” modeline dönüşüveriyorlar? Evlenmeden önce ve evlilik esnasında aldığı taktiklerle “kötü gelin”e dönüşen gelinler de az değil!.. Bu, nasıl bir kavgadır ki, damaklarda tat, evlerde huzur bırakmıyor? Ortada paylaşılamayan ne var? Herkes niye yerine, konumuna râzı değil? Neticede hepimiz, Allâh’ın huzurunda toplanıp hesap verecek bir hayat yaşamıyor muyuz?

İşte, Şebnem olarak biz, okuyucularımızı tam da bu noktada uyarmak istiyoruz. Büyük ve çetin bir hesaplaşma gününün arefesindeyiz. Hepimiz yaptıklarımızdan ve ihmal ettiklerimizden hesaba çekileceğiz. Büyük bir gün ve hiçbir şeyin gizli kalmayacağı dehşetli bir hesap günü… Yapılan iyiliklerin ve işlenen kötülüklerin, zerre kadar bile olsa, ortaya döküleceği, herkesin bir diğerinin yakasına yapışacağı ve herkesin birbirinden kaçacak delik arayacağı çetin gün…

Anneler, evlatlarını yetiştirmek için saçlarını süpürge ederler. Onların yediklerine, içtiklerine, giydiklerine dikkat eder; âdeta üzerine titrerler. Bu, Rabbimizin onların kalbine koyduğu muhabbet ve merhamet sâikıyladır. Tabiîdir, gereklidir. Onları her türlü kötülükten korumak için kendilerini ateşe atmaya bile hazırdırlar. Bir gün gelir, birisi çıkar ve evladını kendisinden çalıverir. Gerçekten tablo böyle midir? Böyle olmak zorunda mıdır?

Eğer anne-babalar, gelin ve damatlar, kız ve erkek evlatlar; Allâh’ın kendilerine koyduğu sınırlar içinde kalsa, herkes yaptığını “Allah için” yapsa, tek gâye “Allâh’ın rızâsına kavuşmak” ve “O’nun azâbından korunmak” olsa; o zaman yine bu kavgalar, bu kalp kırıklıkları ve kul hakları devam eder mi?

Meselâ anne-babalar, evlatlarını, kendileri için değil, Allah için yetiştirse… Gelinler, kayınvâlidelerine, beylerine ve çocuklarına; “Allâh’ın rızâsına kavuşmak için” sevgi-saygı gösterse, hizmet etse… Beyler de “Allâh’ı râzı etmek için” anne-babalarından veya eş ve çocuklarından gelen eziyetlere sabretse, onlara hizmeti şeref bilse…

Herkes, yaptığı iyilik ve fedakârlıkları “başa kakma sebebi” olarak görmese… Âhirette, Allâh’ın huzurundaki şaşmaz mîzanda karşısına çıkacağını bilse… Başına gelen kötülüklere karşı sabretse, affetse, unutsa… Bu, yaptığının da ilâhî huzurda “ne kadar makbul bir ibâdet” olduğunu bilse… Her âile, tekrar ve yeni bir sayfa açsa, bundan sonraki hayatına… Ve hep birlikte Allâh’ı memnun ederken, aramıza fitne-fesat sokmaya çalışan Şeytanı ağlatsak… Peygamber Efendimiz’in, “Allâh’ın huzuruna, hiç kimseye haksızlık yapmadan çıkmayı umuyorum.” (Ebû Dâvud, Büyû -İcâre-, 49) temennîsi içinde yaşasak bütün hayatı… Çok şey mi istemiş oluruz?!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle