Siyonist İsrail’e Giden Yol -2

Adım Adım İsrail Devleti

Bu büyük çöküşü hazırlayan arkadaki eli görmek şarttır. Siyonistler, kendi ideallerine büyük bir engel gördükleri siyasî dehâ Abdülhamid Hân’ın devreden çıkmasıyla, Filistin bölgesini çok kısa bir zamanda istilâ etmeye başladılar. Orada gerek kurdukları Haganah vb. terör örgütleriyle, gerekse işgalci diğer devletlerle işbirliği içinde yerli halkı katliâmdan geçirdiler. Göz korkutacak şekilde vahşet ve terör uygulayarak insanların kendi istekleriyle burayı terk etmesini sağlamaya çalıştılar. Israrla burada kalmayı tercih edenleri de işkence, hapis ve vahşice öldürerek yerli nüfusun sayısını azalttılar.

1948’de İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından yapılmış “Dueima Katliâmı” olarak tarihine geçen bu faciaya katılan bir asker, gördüklerini, Siyonist işçilerin yönettiği Histadrut Genel İşçi Federasyonu’nun resmî yayın organında şöyle anlatır:

“Araplardan 80 ile 100 arası erkek, kadın ve çocuk öldürdüler. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Bütün evler cesetlerle doluydu. Önce erkeklerle kadınlar aç, susuz evlere tıkıldı, sonra da kundakçılar tarafından üzerine dinamit atıldı. (…) Kaliteli çocuklar diye nitelenen iyi öğrenim görmüş, iyi hâl bilir komutanlar en aşağılık katillere dönüşmüşlerdi ve bu bir savaş çılgınlığı filan değildi; sürme ve yok etme yöntemi sonucu böyleydiler. Ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi onlar için…”[1]

Nüfus dengesini kendi lehlerine çevirmeleri için Filistin bölgesine yahudi nüfusunun yoğun yaşadığı bölgelerden göç gerekiyordu. Fakat türlü sıkıntılar çekmelerine rağmen ne Avrupa’dan, ne Rusya’dan, ne de başka bölgelerden “ateş hattı” demek olan Filistin’e kimse gelmiyordu. Bunun için Siyonistler, Avrupa’dan yahudileri silmek isteyen Hitler vb. zorbalarla da bir araya geldi, ortak plân ve projeler uyguladılar. Neticede, Siyonistlerin de Avrupa’daki zorbaların da hedefi birdi; yahudileri Avrupa’dan uzaklaştırmak… Ama burada da özellikle “genç ve sağlıklı kişilerin göç etmesini” istiyorlardı; yaşlı ve hasta kişilerin Filistin’de yapacağı bir şey yoktu!..[2]

Gerçi Siyonistler, bu göç edenlere adres olarak Filistin’i gösteriyordu, ama bunda istediği gibi başarılı olamadı. Avrupa’dan yola çıkan yahudilerin bir kısmı, daha güvenli bölgeler olan Arjantin ve Amerika’ya doğru yola çıktı. Bunun üzerine o bölgelere yahudi göçünü sınırlayacak girişimlerde bulundular; yahudi taşıyan gemileri batırdılar[3] ve o ülkelerde göçü sınırlayan/yasaklayan kanunlar çıkarttılar.

Siyonistler, kendi gayeleri uğruna o günün büyük devletleri olan Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika vb. devletlerle ikili temaslar kurdu. Kulisler oluşturdu, fonlar topladı. Kısacası, idealleri uğruna her türlü yolu meşrû görerek canla başla mücadele ettiler. Bu uğurda kamuoyu oluşturmak ve yönlendirmek için, topluca yahudileri öldürmeyi bile göze aldılar.

1840 tarihinde Filistin’de 5000 civarında bulunan yahudi nüfusu, oluşturulan büyük fonlar, siyasi manevralar ve baskılar neticesinde 1900’e kadar 35.000’e; 1914’te 85.000’e, 1931’de ise 174.616’ya yükselmişti. Aynı tarihte ise Filistinliler’in nüfusu 750.000 idi.

Bir taraftan siyâsî kanatta da aktif hamleler yapıyorlar; dönemin süper gücü İngiltere’yi Siyonist emellerine hizmet eder hâle getiriyorlardı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında 1917’de Filistin bölgesini ele geçiren İngiltere, burayı mandası altına alıyor ve 14 Mayıs 1948 tarihine kadar burayı yönetiyordu. Bir taraftan da İsrail Devleti’nin gerekli hazırlıkları yapması için nüfus, askerî teşkilât, devlet yapılanması, istihbarat vs. sahalarında lojistik destek vermeye devam ediyordu.

Osmanlı Devleti’nin devre dışı bırakıldığı bu dönemde, Irak, Ürdün, Filistin, Arabistan, Mısır gibi ülkeler, tamamen İngiliz yönetimine bağlı kukla isimler ve hükümetler tarafından yönetiliyordu. Bu yüzden kamuoyunu rahatlatan demeçler bir tarafa bırakılırsa, dişe dokunur hiçbir politika üretmeden Müslümanlar olup bitene seyirci hâle getirilmişti.

 

İsrail’in Îlânı

Nihayet İsrail’in kuruluşu 14 Mayıs 1948 tarihinde, saat 18:00’de îlan edilmiş, bundan 12 dakika sonra ABD yeni devleti tanımıştı. SSCB de İsrail’i tanıyan ikinci devletti. ABD, BM’de uyguladığı çeşitli ayak oyunları, şantaj ve baskılarla İsrail’in varlığını -her türlü kanunsuzluğa rağmen- çeşitli ülkelere tescil ettirdi. Böylece “vatansız” bir toplum, bir “vatana” (!) kavuşuyordu. Ama ne pahasına?!

“Kral Suud 30 Nisan 1943 tarihinde (dönemin ABD başkanı) Başkan Roosevelt’e yazdığı bir mektupta: «Allah korusun, yahudiler arzularına kavuşursa, Filistin ebediyen karışıklıkların ve güçlüklerin kaynağı olacaktır.» demişti.” (Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 107)

“Saldırganlık politikası, İsrail’in vazgeçemeyeceği bir politikadır. İsrail’in dış politikasında motor gücün güvenlik olduğu yalandır. İsrail, arz-ı mev’ud(vaat edilmiş topraklar)’a ulaşmak için savaşmak zorundadır. Komşularıyla savaşabilmek için de sorunları kendisi çıkarır. (İsrail eski başbakanı) David Gen Gurion, bu gerçeği, «Statükoya bağlı kalmak olmaz. Genişleme eğiliminde dinamik bir devlet kurduk.” ve “Bir savaş başlatmak için bir Arap’a 1 milyon sterlin bile verirdim.» diyerek itiraf ediyordu.” (Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 117-118)

 

Terör Devleti

 “İsrail dünyada işkenceyi resmî hâle getiren tek devlettir. 1967 yılından bu yana 300.000’den fazla genç, İsrail zindanlarında sistemli şekilde işkenceden geçirildi. Uluslararası Af Örgütü’nün vardığı sonuca göre, dünya üzerindeki hiçbir ülkede resmî ve sürekli işkence, İsrail’de olduğu kadar kurumsallaşıp belgelerle sabit hâle gelmemiştir.” (Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, sh: 116)

“2002 Şubat ayında İsrail Parlamentosu, istihbarat örgütü Şin Bet’e Filistinlilere işkence yapma imkânı tanıyan bir kanunu kabul etti.” (Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 116)

“İsrail’de toprakla ilgili her türlü ilişki, mülk sözleşmelerinde yazılı şu şart tarafından belirleniyordu: «Kiracı Yahudi olmak ve sadece Yahudi işçi çalıştırmayı kabul etmek zorundadır.» Bu iki satır bile İsrail’in nasıl bir demokrasiye sahip olduğunu göstermektedir.” (Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 116)

“İntifâda olayları Filistinlilerin cesaretini yükseltince, Şamir olayların «korku engelini yıktığını» söylüyor ve ekliyordu: «Yapmamız gereken, bu engeli tekrar inşa edip bölgedeki Araplar arasında ölüm korkusunu tekrar yerleştirmektir.»

Bu beyânat, aslında İsrail’in terörü nasıl resmîleştirdiğinin belgesidir.

Prof. Benjion Dinor, Haganah’ın tarihinde, «Ülkemizde yahudilerden başkasına yer yoktur. Araplara çekilin diyeceğiz. Eğer râzı olmaz ve direnirlerse, onları kuvvet kullanarak geri atacağız.» diyerek aynı mantığı sergilemektedir.

Filistin’e yahudi göçünden sorumlu Yahudi Ajansı Göçmen Dairesi Başkası J. Weitz, 1940 yılında şunu söylüyordu: «Şu nokta da her birimiz tarafından açıkça bilinmelidir ki, bu topraklar üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa, biz hedefimize hiçbir zaman varamayacağız demektir. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hepsini… Tek bir köy, tek bir aşîret kalmamacasına…»

Başbakan Moşe Şaret (1954-1955) günlüğüne şunları not etmiştir: «Kamuoyu, ordu ve polis serbestçe Arap kanı dökülebileceği konusunda görüş birliği içindeler.»” (Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 100-101)

“İsrail Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı Rafeel Eytan şöyle diyordu:

«Açıkça ilân ediyoruz ki, Arapların İsrail’in bir santimetresini dahî işgal etme hakları yoktur. Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar şunu bilin ki, Adolf Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır.»

Aynı kişi İsrail Parlamentosu Savunma Komitesi’nin önünde şunları söylemekteydi:

«Topraklara yerleşmeyi tamamladığımızda, bütün Arapların yapabilecekleri tek şey, şişenin içindeki ilaç yemiş hamamböcekleri gibi panik hâlinde bir oraya bir buraya koşturmak olacaktır.»”[4]

Daha pek çok misalinde görülebileceği gibi, kendilerinin “vatansız”, “mazlum ve mağdur olduğu” edebiyatıyla dünya kamuoyuna vicdanları sızlatacak şekilde propaganda yapanlar; türlü oyunlarla sonradan geldikleri bir bölgede, buranın yerli halkıyla “beraberce yaşamak” yerine, sadece ve sadece kendilerine ait olan bir vatan oluşturmaya çalışmakta ve bunun için her türlü gayr-i insanî yola başvurmaktan zerre kadar utanmamaktadırlar.

Onlara bu cesareti veren, dünya devletlerinin kendi lehlerine açtığı sınırsız kredidir. İnsanlık vicdanı kan ağlasa da siyasî, ekonomik ve askerî sahalardaki ağırlıklarına bir de medya gücünü ekleyerek istedikleri haberi gizlemek, istedikleri konuyu/şahsı da yüceltip yerin dibine sokmak hususundaki maharetleriyle gönüllerince at oynatmaktadırlar.

 

Arz-ı Mev’ud

Bugün Siyonizm’in hedefi, önce Filistin topraklarında, sonra da Ahd-i Atik’te yer alan “Büyük Fırat Nehri’nden Mısır Nil Nehri’ne kadar olan” bölgeye sahip olmaktır. Bunların kendilerine Ahd-i Atik’te vaad edilmiş topraklar olduğunu düşünürler:

“O zaman Rab bütün milletleri önünden kovacak ve sizden büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı yer sizin olacak. Sınırınız çölden ve Lübnan’dan, ırmaktan, Fırat ırmağından Garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak. Allâh’ınız, Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.” (Tevrat, Tesniye, Bab: 12/25)

Bu sınırları tarif eden Herzl, “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır, güneyde Süveyş Kanalı’na… Sloganımız, Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.” der.

“Bu vaad, Allah tarafından mı yapılmıştır?”, “Ne zaman ve hangi Yahudilere yapılmıştır?” soruları bir tarafa; değişmez ilâhî emirlerin ilki “mâsum insan hayatına kastedilemeyeceği” yani “Öldürmeyeceksin!” iken; bugün kendi kitaplarından yola çıkarak bir “savaş makinesi” hâline gelenler, ortalığı fitne-fesat ateşiyle tutuşturanlar, yeryüzünde ifsat hareketinin başını çekenler; nasıl olur da “ilâhî bir emre” riâyet ettiklerini savunabilirler?! Bu onların “dindarlığından” mıdır; yoksa bitmek bilmeyen dünya hırsının, menfaat, bencillik, ırkçılık ve insanlığa olan kin ve düşmanlığın yansıması mıdır?

Şüphe yok ki, Siyonistler, toprak olarak “arz-ı mev’ûd”a yerleşmenin yanı sıra, burada dünya hâkimiyet merkezini kurmak ve buradan dünyayı idare etmek maksadıyla ellerinden geleni yapacaklar ve bunun için her türlü yolu meşrû göreceklerdir.

Bu meş’um proje ve hak-hukuk tanımaz saldırı karşısında, insanlığın ve Müslümanların artık olup biteni görmesi, gözlerini açması ve birlik olması şarttır. Aksi hâlde insanlığın daha akacak çok kan ve gözyaşı vardır.

 

Daha geniş bilgi ve kaynaklar için bkz: Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler; Ahmet Deedat, Araplar ve İsrail; Roger Garaudy, İsrail, Mitler ve Terör; Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi; Kadir Mısıroğlu, Filistin Meselesi’nin Düşündürdükleri.

 

[1] Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013, sh: 100.

[2] Ralph Schoenman, Siyonizm’in Gizli Tarihi, sh: 54’den naklen Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 91.

[3] Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 112-113.

[4] Ralph Schoenman, Siyonizm’in Gizli Tarihi, sh: 35’den naklen Abit Yaşaroğlu, a.g.e., sh: 95.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle