Seni Görmeden Seni İzliyoruz

Bir Rebîülevvel ayında, Seni görmeden Seni izliyoruz yâ Rasûlâllah!.. Pazartesi gecesi, sabaha doğru… Rahmetler, bereketler artıyor; sözler, sohbetler derinleşiyor. Yetimlerin, öksüzlerin bükük boyunları doğruluyor. Zayıflar, kimsesizler heyecanla bekliyor, Âlemlere nûr, gönüllere safâ geliyor

Sen geliyorsun ey Habîb! Sen geliyorsun ey Halil!

Sen geliyorsun ey Mübârek, Mükerrem, Müctebâ Sultan…

Selam, Seninle birlikte geldi, yâ Rasûl… Sevmeyi Sen öğrettin, merhameti Sen gösterdin. Güveni Sen tanıttın. Babası seferden dönmediği için mahzun olan çocukları, en fazla Sen sevdin. En sıcak, Sen kucakladın. En güzel sen terbiye ettin. Okunan ezanlarla alay eden Ebû Mahzure’leri, en iyi Sen anlayıp terbiye ettin. En mûtenâ sözleri, Sen söyledin yâ Rasûlallah… “Îman etmeden cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden ise îman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îman, 93) buyurdun. Sesin, sözün, bakışların hep tebliğdi, ey Nebî!..

Mekke Seninle birlikte ihyâ oldu,

Medîne Seninle devlet buldu…

Seni görmeden, Seni izliyoruz yâ Rasûlallah!.. Mescidde, namazda bizler de saf tutuyor, hicrette emrini bekliyoruz. Memnuniyetinde cihan aydınlanırken, sükûtun gökleri deliyor, Şâh-ı Rusûl!..

“Öl!” de, “Ölelim.” “Kal!” de, “Kalalım.” Ama kırgın, ama kederlisin, Nazlı Sevgili... Hacerü’l-Esved’e son selâmında; “Eğer kavmim çıkarmasaydı, vallâhi seni terk etmezdim!” (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925) sözüne dayanamıyoruz. Canlarımız kurban Sana! Sen üzülme! Yeter ki mahzûn olma! Medîne Seni çok seviyor, ümmetin Sana meftûn… İnsanlık Sana müştâk… Mescid-i Nebî, Seni gözlüyor. Kuba, Seni bekliyor. Canlarından azîz bilerek, sözlerine; “Anamız-babamız Sana fedâ olsun!” diyerek başlıyor ashâbın... Kendi gözlerinden bile kıskanarak, doyasıya bakmaktan hâyâ ediyorlar. Seni bir daha görememenin, gül konunu alamamanın korkusuyla sararıp bîtap düşüyorlar.

Medîne… Kutlu şehir… Nasipli şehir…

Seni görmeden Seni izliyoruz yâ Rasûlallah!.. Seferlerle, gazâlarla geçen altmış üç yılını okuyoruz. Bi’r-i Maûne’nin acısını, namazlarınla dindirmene; Uhud’daki gaflet yangınını, gözyaşlarınla söndürmene dayanamıyoruz.

Ya Hudeybiye… Mekke’ye, Beytullâh’a hasretin doruklara çıkıp sabırla piştiği yerlerdi. On gün, tam on gün... Ümitle, hasretle, ihramla Mekke sıcağında beklemek… Sana da, ashabına da çok ağır gelmişti. Tâ ki, “Kalkın!” emrine rağmen kurbanlarını kesmeye, saçlarını kazıtmaya kalkamadılar.

Emrin; başımız, gözümüz üstüne Kutlu Nebî!

Varlığın devletimiz! Selâmın âb-ı hayat…

Seni görmeden Seni izliyoruz yâ Rasûlâllah!.. Torunlarınla oynadığın oyunlarını, ashabınla yaptığın muhabbetlerini, namaz sonrası ziyaretlerini özlüyoruz. Heyecandan elleri titreyen misafirine, “Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten Güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Hâkim, III, 50/4366) sözündeki samimiyetine hasret kalıyoruz. Kucağında taş taşıyan tevâzuuna, kılıcı keskin ucundan tutarak vermendeki nezâketine, her dâim tebessüm eden yumuşak selâmına müptelâyız, Ay Yüzlü Sevgili…

Hazret-i Ebû Bekir’ler, Hazret-i Ali’ler gibi, Hazret-i Hamza’lar Hazret-i Ömer’ler gibi, sevgili dostların olamasak da… Hazret-i Enes’ler Hazret-i Zeyd’ler gibi, Hazret-i Selman’lar, Hazret-i Bilâl’ler gibi hizmetinle şeref-yâb olmak istiyoruz. Kabul et, Rasûlü’s-Sekaleyn! Kabul et, Dürr-i Beyzâ! Kabul et, gökte “Ahmed”, yerde “Muhammed” olan Fahr-i Kâinât! Sallâllâhu aleyhi ve sellem!.. Kabul et, n’olur!..

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle