Röportaj

  1. Yüzyıldaki

RASÛLULLÂH’IN GELİNİ

 

  1. yüzyılda yaşamak ve Peygamber Efendimiz’in sevdiği, seçtiği bir “gelin” olmak… Sanki bir araya gelmeleri çok zor olan iki vasıf gibi… Ancak bu sayımızda kendisiyle tanıştırmak istediğimiz Fatma Çalıkavak Kutbî hanım bunun canlı bir misâli… Türkiye’de, Fâtih’te başlayan bir hayatın Mekke ve Medine’ye yönelişi… İbretlerle dolu bir kader sayfasını daha gelin birlikte çevirelim.

 

Zât-ı âlînizi bize kısaca tanıtır mısınız?

İsmim Fatma Çalıkavak Kutbî. 1965 senesinden beri dikiş ve moda öğretmenliği yapıyorum. Aslında “Vazifeniz nedir?” diyenlere, “Vazifem paçavra hocalığı!..” diyorum.

1973 senesinde Gülsen Ataseven hanımla tanışmak nasip oldu. Bu arkadaşlık, benim dinimi yaşamama ve hizmet etmeme vesile oldu, elhamdülillah… 1975 senesinde de örtündüm. Muhtelif yerlerde, hem vazifemi, hem de hizmetimi yapmayı nasip etti Rabbim. Arkadaşlarımla Hanımlar İlim Kültür Derneği’ni kurduk. O sırada ben bir taraftan da Şişli’de Türk Amerikan Üniversitesi Derneği’nde ders veriyordum. Orada hemen hemen her milletten; İtalyan, Amerikan, Fransız çeşit çeşit insana ders verdim.

1984 senesinde evlendim, Suudî Arabistan’a gittim. Çok ilginç olan evlilik hikâyemi biraz sonra tafsîlâtlı olarak anlatırım. Beyim, İslâm ahlâkını yaşayan, Osmanlı hayranı ve Türk dostu bir seyyid… Yani Peygamber Efendimiz’in torunlarından… Suudî Arabistan Hac ve Evkaf Bakanlığı yapmış. Mükemmel bir insanla evliyim, elhamdülillâh.

 

Çocukluk devreniz İstanbul’da geçti, değil mi ?

İstanbul’da, Fâtih semtinde geçti çocukluğum… Ben yaklaşık sekiz-dokuz yaşlarındayken, yaşıtlarım top oynayıp ip atlardı. Ben de mahallenin gelinlerinin yanına gider, onlarla dertleşirdim. O zamanlar gelin olmak çok zor tabii… Görüştüğüm gelinler de o zamanların mânevî yönden ileri gelen kimselerin gelinleri, Fâtih müftüsünün gelini vs…

O zaman gelinlerle kayınvâlideler aynı konaklarda, hep beraber yaşarlardı. Kıtlık zamanları olduğu için tel dolaplara kilit vurulur, kilitleri de kayınvâlidelerin elinde olurdu. Her şey düzenli tabiî... Yemek saatli, aralarda bir şeyler atıştırmak fuzûlî görülürdü. İş-güç saatli, yemek vaktine yakın tel dolaplar açılır ve sofra hazırlanırdı.

Gelinler de büyüklerine saygı gösterir ve âilede dâimî bir huzur olurdu. Bir komşumuzun gelini vardı, hiç unutmam. Beyi, Eskişehir’de Tayyâre Subayı... Gelin hanım, İstanbul’da kayınvâlidesinin yanında… Beyi arada bir gelir-giderdi. Bu böyle olmaz, demezlerdi. Eski insanlarda ayrı bir sabır ve teslîmiyet vardı. Tabiî sabır ve teslîmiyet olunca da huzur oluyordu. Onlar pek muhafazakâr kimseler değildi, orta halliydiler. Komşumuzun gelininin yanına okuldan sonra gider:

“–Semahat yenge, ne var, ne yok?” derdim. Birgün:

“–Ah Fatmacığım, sorma!..” dedi.

O zamanlar her evde elektrik yoktu. Aydınlatma lambalarla sağlanıyordu; biri “beş numara”, diğeri de “idareli lamba” diye isimlendirilirdi.

Gelin hanım, onları kırmış, kayınvâlidesine söyleyememiş. Bana:

“–Ah Fatmacığım, beş numarayı da kırdım, idareli lambayı da… Ben şimdi ne yapacağım? Hanımanneme nasıl söyleyeceğim?” diye kıvranıyordu. Elinde parası da yok ki, gidip yenisini alsın!

Benim de 25 kuruş haftalığım vardı. Koşa koşa bakkala gidip haftalığımla bir lamba alıp ona götürüp verdim. Çok teşekkür etti. Ardından:

“–Fatmacığım, senden bir şey daha isteyeceğim!..” dedi.

“–Nedir?” diye sorunca:

“–Benim canım damla sakızı çekiyor.” dedi.

Şaşırdım. Ben çocuk olduğum hâlde canım damla sakızı çekmiyor, onun neden istiyor diye… Sonra anladım, meğer hâmileymiş, aşeriyormuş. Ama kimseye söyleyememiş. Böyle sabırlıydı eski insanlar…

Arkadaşlarım oyun ve eğlencelerden hoşlanırken, ben çocuk ruhumla, böyle insanların hâcetlerini görmekten hoşlanırdım. Bu yaşadığım çocukluk yıllarımı, derste talebelerime de anlatırım. İşte gençler, biz böyle büyüdük, diye…

Babam derdi ki:

“–Kızım, bir namaza başlattığın arkadaşın olursa, ona yarım kilo kuru üzüm, bir de defter-kalem alalım, hediye olarak götür!..” derdi.

“–Niçin kuru üzüm?” derdim. Babacığım da:

“–Sabahları 21 tane yerse, zihni açılır.” derdi.

Bu güzel hâtıraların yanında, yanlış tavırlar sergileyip bizi kendisinden uzaklaştıran kimseler de vardı. Onlardan da bahsetmek isterim ki, aynı hatayı biz, çocuklarımıza karşı yapmayalım. Daha çocuktum, annemle bir mevlide gittik. Tâbiî başım açık… Daha odadan içeri girecekken hocahanım bana hışımlıkla baktı ve bir taraftan da:

“–Estağfirullah, tövbe tövbe!..” demeye başladı.

Ben de çok şaşırdım.

“–Hocam, kusura bakmayın!.. Sizi kızdıracak bir şey mi yaptım?! Babam kızınca tövbe getirir de!..” dedim.

O hocahanım da:

“–Kızım, buraya başı açık girilmez!” dedi. Ben de:

“–Hocam, bizim Peygamber Efendimiz kimi kapısından kovdu?!” diyerek oradan üzülerek çıktım. Böyle anlayışsız ve kaba tavırlar, çocuklarımızı güzel dînimizden soğutur. Onun için firâsetli olmamız gerekir. Çocuklarımıza her şeyi tatlı dille, rencide etmeden de anlatabiliriz hâlbuki…

 

Gençlik döneminizde sizde iz bırakan, sizin mânen yetişmenize vesîle olan, bizim de istifade edeceğimiz hanımefendilerden biraz bahsedebilir misiniz?

Gençliğimde kursta çalışırdım. Talebelerimle meşgul olurdum. Hâliyle çok yorulurdum. Ama bazı kıymetli anneler vardı; onları ziyaret edip, duâlarını alınca, insanlığa faydalı olmak için nasıl gayret ettiklerini görünce, âdeta kuş gibi hafifler, dinlenirdik.

O zamanlar Râbia Anne, Sâime Anne, bir de Zehra Anne vardı. Önce Râbia Anne’den başlamak istiyorum. Râbia Anne; gönlü açık, çok cömert bir hanımefendiydi. Zengin-fakir, herkes ziyaretine gelir, o da hepsinin gönlünü hoş ederdi. Evi, âdeta küçük bir tekke gibiydi. Zengin gelir, sadaka verirdi, fakirlere ulaştırması için… O da:

“–Biraz bekle, şimdi gelirler. Kendin ver!..” diyerek herkesi vermeye alıştırırdı. Beyi kendisine ayakkabı alması için para bırakırdı. Fakat o kendisine lastik ayakkabı satın alır, geri kalan parayı, fakir-fukaraya infak ederdi. Rasûlullâh’a, onun kadar âşık birisini daha görmedim.

Hacı Zehra Anne; 40 sene hafız yetiştirmiş bir hanımefendi idi. Müftüler, hâfızlık imtihanı yaparken hemen yetiştirdiği hâfızları tanır:

“–Zehra Anne’nin hâfızı mısın?” diye sorarlardı.

40 sene evinde talebe yetiştirdi. Hâfızlarına özel ilgi gösterir, onlara hediyeler alıp verirdi. Evi tertemizdi. Her yer pırıl pırıl, örtüleri bembeyaz kolalı idi. Kendisi de çok temiz ve zarîf giyinirdi. Beyaz uzun elbise üzerine, mavi bir başörtü, onun üzerine de bembeyaz dantel bir örtü takardı. Bir çocuk kendisini görse, gayr-ı irâdî ayağa kalkıp elini öpmekten kendini alamazdı.

Birgün ziyaretine gittik, kapıyı çaldık; içerden:

“–Kim o?” diye bir ses geldi. Biz de:

“–Biz geldik, Zehra Anne!.. Edebimiz bitti, edep almaya geldik!..” diye karşılık verdik. Gerçekten her gelişimizde ondan yeni yeni şeyler öğrenirdik. Âyet ve hadislerden örnekler vererek konuşur, ağzında devamlı karanfil olurdu. Gelen misafirlere tabak içinde nâne ikram edilir, herkes ağzına nâne alır ferahlardı.

Bir de Gönenli Mehmed Efendi’nin hanımı, Fatma Hanım vardı. Onu arabamla evinden alıp, Râbia Anne’yi ziyaret götürürdüm. Gönenli Mehmed Efendi, benden başka kimseyle gitmesine izin vermezdi.

Fatma Hanım da, Gönenli Mehmed Efendi’ye pek hürmet eder, Efendi’nin imam olması hasebiyle kıyafetlerini ayrı ayrı kaplarda yıkardı. Temizliğe çok dikkat ederdi. Ölen kimselerin kıyafetlerini yıkayıp, söküklerini diker, muhtaçlara dağıtırdı. Yıllar sonra Gönenli Mehmed Efendi’yle Medîne’de karşılaştık. Bana,

“–Sen Fatma teyzeni taşıdın, duâsını aldın. Rasûlullâh da seni yanına aldı.” demişlerdi.

 

Gençlik devrenizde dikiş-moda öğretmenliği yaparken, bir taraftan da Allâh’ın dini için gayretleriniz vardı, değil mi? Bize hizmette ufuk olması için, bu hizmetlerinizden de bahseder misiniz?

Bundan 35 yıl önce, talebe kaydı yapıyordum. Bulunduğum muhitte İslâm’ı yaşayan bir veya iki kişi vardı. Bunlar iki kardeşti. İslâmî yaşantıları da sadece namaz kılmak ve beylerinden gizli başörtüsü takmaktan ibaretti. Akşamları da eşleriyle gazinoya gidiyorlar, ellerinde tesbih, gazinoda hırkalarının içinden tesbih çekiyorlardı. Herkes eğleniyor, onlar ise içten içe kahroluyorlardı. Zamanla her şey düzeldi. Beyleri, başörtüsü takmalarına izin verdi. İbâdetlerini de huzurla yapmaya başladılar. Bu anneler, daha sonra kızlarını bana gönderdiler. Tabiî din öğrenmeye gönderiyoruz deseler, o kızlar gelmezler. Onlar dikişe gönderiyorlardı. Ellerindeki işleri işlerken, ben de kalplerini Allah sevgisiyle işliyordum. Bu gelen kızlar, Florya’da annesinin başından başörtüsünü alacak tipte kimselerdi.

Bunlardan bir tanesini, annesi bana “yaz kursunda dikiş öğrensin!” diye getirdi. Baktım surat bir karış, beni de örtülü görünce iyice morali bozuldu. Assolist okulunda okuyormuş, “Bir yıl sonra assolist olacak.” dediler. Ben kızcağıza döndüm:

“–Yavrum niye üzgünsünüz?” dedim.

İstemeyerek geldiğini söyledi. Ben de:

“–Hele bir başla!.. Beğenmezsen bırakırsın.” dedim. “Hem assolist olacaksın, modadan, dikişten anlamalısın!..” diye ekledim.

Gülümsedi. Ertesi gün kursumuz başladı. Ben onlara dikiş öğretirken, bir taraftan da Türk Sanat Müziği’nden, Mehter takımından, Yûnus’tan, Mevlânâ’dan anlatıyordum. Espiriler yapıyordum. İslâm ahlâkından, modadan, modanın nereden çıktığından, yırtmaçın niçin moda olduğundan filan bahsediyordum. Kısacası ilgilenecekleri her şeyden bahsedip sonucu Allâh’a bağlıyordum. Bu kızlar, Şişli’de, Florya’da büyüyen kızlardı. Yazın yüzmek istiyorlar, pikniğe gitmek istiyorlardı. Ben de onları tanıdık arkadaşların deniz kenarındaki villalarına misafirliğe götürüyordum. Etrafta kimse olmadığı için onlar hemen yüzmeye başlıyorlardı. Ben ise:

“–Siz yüzmeye devam edin, ben öğle namazımı kılayım!..” diyerek ayrılıyordum. Sonra ikindi vakti girince aynı şeyi yapıyordum. Bir kaç defa beni namaza giderken veya namaz kılarken görünce, hemen namazla alâkalı sorular sormaya başlıyorlardı. Ben de onların anlayacakları şekilde anlatınca birkaçı hemen namaza başlıyordu, zaman içinde de diğerleri…

Birgün dikişle uğraşıyoruz. Selçuk Kız Enstitüsü mezunu bir kızımız:

“–Bu gece Mîraç gecesi!..” dedi. Diğeri de:

“–Mîraç da ne demekmiş?” diye sordu.

Ben araya girdim ve onlara:

“–İlk astronot kimdir?” diye sordum. Onlar hemen bildikleri isimleri saymaya başladılar.

“–Hayır, ilk astronot, bizim Peygamber Efendimiz!..” dedim. (Böyle derken Peygamber Efendimiz’e astronot dediğim için hâlâ içim sızlıyor. Çünkü astronotlarla bizim güzel Peygamber Efendimiz’i kıyas etmek bile hata… Ama onların ilgisini çekmek için biraz da çaresizdim.) Hepsi pür dikkat kesildiler:

“–Aaa!.. hiç duymamıştık.” dediler. Ve Mîraç hâdisesini anlatmaya başladım:

Peygamberimiz, cennette çok güzel bir makam görüp:

«-Bu makam kimindir ey Cebrâil?»  diye sormuş.

Cebrâil -aleyhisselâm- da:

«–Bu makam, Allah rızası için birbirlerini seven Muhammed ümmetinin makamıdır.» demiş.

İşte hanım kızlar, biz Rabbimizin çok sevdiği, huzûruna dâvet edip O’na namazı hediye ettiği, «Habîbim» deyip övdüğü ve O’nun hürmetine inşallâh bizi de affedeceği bir Peygamberin ümmetiyiz!..” dedim.

Namazlarda okuduğumuz tahiyyat duâsı da, o gece Peygamber Efendimiz’le Rabbimiz arasında geçen mukâlemedir, yani karşılıklı konuşmadır. O duâyı okudukça, bizler de âdeta bir mîraç hissetmeliyiz.

Baktım hepsi hüngür hüngür ağlıyor.

“–Hocam, biz bu gece ne yapabiliriz?” dediler. Ben de:

“–Bu gece yataklarınızda yatmayıp, kanepede yatın. Elinizde tesbih, sadece «Allah» deyin! İstediğiniz duâyı edin!..” dedim.

Tabiî rahat yataklarda yatmaya alışmış bu kızlar, kanepede uyuyamamışlar ve sabaha kadar tesbih çekip namaz kılmışlar.

Ertesi gün talebelerimden Nuray’ın (assolist olacak kızım) annesi ağlayarak geldi. Namaza başlamış. Sonra yanıma geldiler. Başörtüsü takmışlar.

“–Niye örtündünüz, ben size «Örtünün!» demedim.” dedim. Onlar:

“–Biz, sizi sevdiğimiz için örtündük.” dediler.

Ertesi yaz Florya’da bir villanın altına kurs açtık. Kızlar durmadan arkadaşlarını toplayıp getiriyorlardı. Babaları geceleri gazinolarda, kızlar kursta… Bu talebelerim, sonra ağabeylerini ve akrabalarını namaza başlattılar. Babalarını döndürdüler, sonra da hepsi hacca gittiler. Bütün bunları, talebelerimden, assolistlikte okuyan Nuray yaptı. Birgün geldi, bir rüya görmüş. Rüyasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona gümüş bir tepsi içinde, iki kılıç emanet etmiş. Birisi Hazret-i Ömer’in, diğeri de Hazret-i Ebûbekir’in kılıcı imiş. Sonra onları Sâmi Efendimiz’in kızına götürdüm. Rüyayı anlattılar. O da kendilerine tesbih hediye etti. Sonra bu kızım, güzel bir evlilik yaptı. Evlenmeden önce hep:

“–Allâh’ım! Bana dînini yaşayan bir eş nasip et!..” diye dua ederdi.

Gerçekten de öyle birisiyle evlendi. Tam bir Allah aşkıyla yanıyordu. Birgün:

“–Yâ Rabbi!.. Beni kendine yaklaştır, istediğin derdi ver!” diye duâ etmiş.

Bu duâ ne kadar ağır bir duâ.. Sonra çok ağır hasta olmuş.

“–Nuray, ateşler içinde yanıyor.” dediler.

O zaman o hastalıktan Türkiye’de 25 kişide varmış. Emes hastalığı… Türkiye’ye her geldiğimde Nuray’ın bir tarafı daha tutmuyordu. Önce eli, sonra gözü, böyle böyle yatalak oldu. Kullandığı ilaçlardan dolayı 60 kilo olan Nuray 100 kilo oldu. Talebelerimi de ibret olsun diye ziyaretine götürüyordum. Birgün yanına gittik. Nuray oturmuş gözleri görmüyor.

“–Arkadaşlar! Kat’iyyen hâlime üzülmeyin!” dedi. “Duâm sebebiyle bunlar başıma geldi. Ama siz böyle duâ etmeyin. Gözüm kapalı, ama Rabbim bana neler neler gösteriyor bir bilseniz. Ben çok mutluyum... Benim öldüğümü duyduğunuzda da sakın üzülmeyin! Nuray’ın düğünü oldu diye sevinin. Ayrıca ölüm rahatlıktır. Ruh, cesetten çıkınca rahatlar!..” dedi.

15 gün sonrada Nuray vefat etti. Ardından sayısız hatimler indirildi. Onun kadar mutlu ölen birisini tanımadım. O bir velî gibi rahmet-i Rahmân’a kavuştu.

 

Talebelerinizle güzel iletişim kurabilmeyi nasıl başardınız?

Bir hocanın talebesini velînîmet olarak görmesi lâzım. Talebelerime:

“–Canlarım; hayatım sizlerle geçti. Siz benim hayat iksirimsiniz. Sizlerin sayesinde genç kaldım!..” diye iltifat ederdim.

Bunu duyan talebe, sizden kopabilir mi? Gerçekten çok talebem oldu, sayısını bile bilemiyorum. Ama onları çok seviyorum. Onların sadece doğumları bana âit değil, gerisi öz anneleri gibiyim. Onlar da benim öz evlâtlarım gibi…

 

Evlilik hikâyeniz de çok ibretli… Biraz da nasıl evlendiğinizden bahsedebilir misiniz?

Beyim, beni önce Mekke’de bir zâttan duymuş:

“–İstanbul’da Fatma Çalıkavak diye bir hanım var, onunla evlen!..” diye tavsiye etmişler. O’da İstanbul’a gelmiş. Bir ay boyunca aramış, İstanbul Vâliliği’ne gitmiş, ama bir türlü bulamamış. Bunun üzerine tekrar Mekke’ye geri dönmüş.

Aradan bir ay geçmemiş ki, gördüğü bir rüya üzerine tekrar İstanbul yollarına düşmüş. Arkadaşları vasıtasıyla Gülsen Hanım’ın beyi Doktor Âsaf Ataseven Bey’e ulaşmış. O da:

“–Fatma Çalıkavak, benim hanımımın çok samimi arkadaşıdır. Siz onu ne yapacaksınız?” diye sormuş. Beyim de:

“–İzdivaç niyetimiz var.” demiş.

Tâbiî o zamanlar ben 40 yaşındayım. Evliliği kitabımdan çıkarmışım. Gençlik yetiştiriyorum. İslâmî hizmetlerim, ideallerim var. Evliliği hiç düşünmüyorum. Sonra bana haber geldi, Arabistan’dan bir beyefendi geldi, seni görmek istiyor, dediler. Ben de talebelerime burs verecek zannederek, burs buldum diye seviniyorum. Sonra:

“–Bana vermesine gerek yok, ben birisini göndereyim, bursları ona versin!..” diyorum.

O ısrarla beni görmek istediğini söylüyor. Ama ben hâlâ anlamıyorum. Nihayet:

“–Neden illâ benimle görüşmek istiyor?” diye sorunca:

“–Bu beyefendi burs için değil, sana tâlip olmak için gelmiş!..” dediklerinde çok şaşırdım.

“–Ben, onu hiç tanımam, o da beni tanımaz. Nereden çıktı bu iş?” dedim.

“–Gidince kendin sorarsın!..” dediler.

Nişantaşı’nda görüştük. Yanımda ağabey olarak Âsaf Bey var. Beyefendi:

“–Benim hanımefendiyi görmeme, görüşmeme gerek yok! Bakmayacağım da!.. Rasûlullâh Efendimiz onunla evlenmemi istedi. Onu alıp götüreceğim!..” diyor.

Ben kapının önündeyim. Başını kaldırıp yüzüme bile bakmıyor. Ben şaşkınlıkla:

“–Nasıl olur? Bizde birisi evlenirken bakılır, araştırılır, kimin nesidir, denk midir? Olur mu böyle şey?!” dedim.

Yanında sekreteri var, ona söylüyor, o da bize tercüme ediyor. Sekreterine demiş ki:

“–Ben Rasûlullâh Efendimiz’den emir aldım. Fatma Hanımefendi’yi alıp götüreceğim. Fatma Hanım’a bakmadım bile… Ben Rasûlullâh’ın emrine karşı gelemem. Ben Fatma Hanım’ın devesiyim. O bana Peygamber Efendimiz’in emânetidir. Onu sırtıma alıp götüreceğim. Eğer «Hayır, gelmem!..» derse, Rasûlullah Efendimiz’e diyeceğim ki:

«–Emanetine gittim, ama o gelmek istemedi!..»  Sonra da çıktı gitti.

Meğer rüyasında kendilerine Peygamber Efendimiz benimle evlenmesini emretmiş. Bu yüzden beni arayıp bulmuş. Peygamber Efendimiz’e teslim olduğu için de yüzüme bakmayı bile gerekli görmemişler.

Hatta evlenince kendisi de hiç bakmadıklarını ifade ettiler.

“–Kel misin, kör müsün, hiç bakmadım!.. Ben sadece Rasûlullâh Efendimin emânetini almaya geldim.” dediler.

Şaşırmıştım! Evlenmeyi bile düşünmezken Arabistan’a gitmek, tanımadığım bir kültürden birisiyle evlenmek ve orada yaşamak beni çok korkuttu. O gece çok garip bir rüya gördüm. Rüyamda; iki ayağımda çok büyük saksılar… Oda büyüklüğünde… Ben âdeta saksıdaki o topraklara kök salmışım. O saksılarla yürüyorum. Bakıyorum, sanki yerle gök birleşmiş, başım sanki göğe değecek… Yere bakıyorum, bir şeyler görmeye çalışıyorum. Sonra «Burası neresi?» diyorum. Semâdan bana bir ses geliyor:

“–Burası Medîne!” diyorlar.

Heyecanlanıyorum. Ne güzel, Medîne’deyim. “Acaba üstüm-başım temiz mi, müsâit miyim?” diyorum. O esnada gökyüzünden önüme kocaman bir ayna düşüyor. Aynaya bakıyorum; başımda çok güzel, bembeyaz bir başörtüsü, bembeyaz bir elbise… Elhamdülillâh tesettürüm çok iyi… Rasûlullâh Efendime gelmişim. Üstüm-başım müsâitmiş. Sonra yere eğilip bakıyorum; karınca yuvası gibi dükkânlar, evler... İnsanlar, karınca gibi küçücük... Her şey normal seyrinde devam ediyor, ama küçücükler.

Uyandım. eyvah! “Bu iş olacak galiba!..” diyorum, ben gidip Medîne’ye kök salacağım herhalde, diye düşündüm. Aman Yâ Rabbî!.. Benim burada çok işim var, talebelerim var, yetiştirmem gereken gençler var, dâvâm var. Ben bunları bırakamam. Sonra rüyamı Gülsen Hanım’a anlattım. O da bana:

“–Sen, benim kardeşimsin. Senden ayrılmak istemem, ama bu rüya çok açık. Oraya gitmelisin!..” dedi.

Daha sonra bir rüya daha gördüm, onu anlatamam çok özeldir. Ve teklifi kabul ettim. Sonra biz, o Seyyid’i eve yemeğe dâvet ettik. “Bu iş olacak” diye dâvetimize icâbet ettiler. Orada kapıda beni görünce:

“–Elhamdülillah, yüzüne bakılacak gibi güzel bir hanımefendi!..” diye şükretmiş, oteline dönünce de şükür namazı kılmış.

Sonra evlenip Arabistan’a gittik. Seyyidî (efendim) o kadar kibar bir beyefendidir ki, şaşırırsınız.  Bizde, bilirsiniz, gelin hanım, damat beye terlik tutar. Ben de sabah önünde eğilip terliklerini yere koyunca, terliklere baktı, sonra da bana baktı:

“–Bu nedir?” diye sordu.

Ben de:

“–Bizim örfümüzde hanımlar, beylerine terlik tutarlar!..” deyince, eğilip terliği yerden alıp onu koltuğunun altına koydu. Bana dönerek:

“–Ben sizin gibi bir hanımefendinin koyduğu terliği, ayağıma giymeye edep ederim! Siz azîz bir hanımsınız. Bu terliği, böyle kolumun altında ya da başımın üstünde taşırım! Azîze hanımefendi!..” dedi.

Kendileri bana “Azîze hanımefendi” diye hitap ederlerdi. Kaç yıllık evliyiz, bir defa dahî benden şahsı için bir şey istememiştir. Hatta su bile içecek olsa etrafına bakınır, hizmetçileri arar.

“–Seyyidî, bir şey mi istediniz?” desem, söylemezlerdi. Ben bakışlarından anlayıp getirirsem de mahçup olur:

“–Sizden bir şey isteyemem, Azîze hanımefendi!..” derdi.

Bu, bir bardak su bile olsa istemezdi. Evlendikten sonra:

“–Niçin evlilik teklifimi kabul ettiniz?” diye sordu. Görmüş olduğum rüyaları anlatınca içli içli ağladı.

Bizim Türk erkekleri, gerçekten hanımlara nasıl iltifat edilir, nasıl kıymet verilir bilmiyorlar. Kıymet verseler de, onu hanımlarına hissettirmek istemezler. Ama Araplar öyle değil!.. Onlarda hanım, evin efendisidir. Evde iş yapmaz, çoğunluğun hizmetçisi vardır. Hatta bir defasında İstanbul’a geldiğimizde yemek yedik. Bana:

“–Sizin tabbah (aşçı) ne güzel yemek yapmış!..” dedi. Ben de:

“–Ne tabbahı, yengem yaptı.” deyince şaşırdı:

“–Estağfirullah, nasıl Kerîme hanımın yemek mi yaptı?” dedi. “Hanımlar burada yemek mi yapar, yoksa iş mi yapar?” diyerek hayretlerini ifade ettiler.

 Gerçekten orada bir hanımla, çamaşır yıkaması için veya yemek yapması için evlenilmiyor. Orada hanımın vazifesi, sadece efendisine hanımlık yapmak, arkadaş olmak ve çocuklarına annelik yapmak!.. Orada bir kız evlense, damat evine gelirken, çocukluğundan itibaren kendisine bakan dadısıyla beraber gelir. Orada toplumun standartları bu… Hatta bunu yaşadığım bir hâdiseyle açayım:

Evlendim, Arabistan’a gittik. Evde otururken kapı çaldı. Hizmetçiler mutfakta mikserle bir şeyler yapıyorlar, kapının sesini duymuyorlar. Ben de şahsen ne kapıda beklemeyi severim, ne de bekletmeyi... Baktım kimse açmıyor, koşarak kapıyı açmaya gidiyorum. Seyyidî (efendim) de benim koştuğumu görünce peşimden koşuyor. Ben, ona zahmet olmasın kapıyı ben açayım diye daha hızlı koşuyorum. Bana yetişti, kolumu tuttu, hayretle:

“–Nereye koşuyorsun?” dedi. Ben de:

“–Kapıyı açmaya!..” dedim. Biraz hiddetlendi:

“–Nerde yardımcılar, onlar niye açmıyor?” diye sordu.

“–Onların işi var.” dedim.

“–Aaaa, estağfirullâh, bu nasıl iştir?! Hanımefendi, hiç kapı açar mıymış?” dedi.

“–Bizde kapıyı, hep evin hanımı açar.” dedim. Çok hayret etti.

“–Sakın azîze hanım, zât-ı âlîniz bir daha kapı açmasın!..” dedi.

“Sen, siz” diye hitap etmezler, hep “zât-ı âlîniz” derlerdi. Orada çocuklar da babalarına “Zât-ı âlîniz” diye hitap ederler. Erkeklere «hazrettüm», hanımlara da «hazrettüküm» diye hitap ederler. Evde erkek çalışanlar da vardı, ama evin hanımları geçerken, onlar yüzlerini duvara dönerler ve bize hiç bakmazlardı.

 

 Oraya gelin gittiğimde, saray protokolünün içine girdim. Türkiye’ye geldiğimizde, havaalanında bizi devlet erkânı karşılardı. Rahmetli Turgut Özal da bizi havaalanında karşılayanlardandı. Türkiye’deyken devletin misafiri olarak Çırağan Sarayı’nda kalırdık. Ama beyimle özel hayatımızda, ne saltanat vardı, ne de krallık… Fakir gibi mütevâzi yaşadık. Allah şâhittir ki, ne onun kalbine girdi, ne de benim kalbime girdi o saltanat!.. Şimdi ne o saltanat, ne de o eski zenginlik var!.. Ben yine aynı Fatma’yım. O hayata girince de kendimi kaptırmadım, o hayat gidince de üzülmedim. Cenevre’de Kral Faysal’ın Saray Hastanesi’nde bir fıtık ameliyatı oldum. Ama benim kalbim, orada da hiç değişmedi elhamdülillah, şimdi de aynı… Saltanatı yaşadım, ama kalbime almadım. Sarayda ne takılar taktılar bana, ama hepsini buraya getirip buradaki vakıflara infak ettim. Kalbime alsam, hepsini saklardım. Bir alyansla gittim, şimdi de parmağımdaki bu alyansımdan başka hiç bir şeyim yok!..

Gönlüm ne zaman saraylara girdi biliyor musunuz? Ne zaman Allah dostlarının yanındaysam, işte o zaman kendimi saraylarda hissettim. En büyük saray budur; Allâh’ın sevdikleriyle beraber olmaktır.

 

Medîne’de ikâmet ederken de tebliğ faaliyetleriniz oldu mu?

Oradaki tebliğ faaliyetlerimiz, yine kendi insanımıza yönelikti. Benim orada yaşadığımı bilen tanıdıklarım; oraya gelenlere, bizi tavsiye ederler; biz de böylece tanışırız ve başlar bizim gönül faaliyetimiz… Gelenler, genellikle oraya resmî bir vazifeyle gelen kimselerdi. Nicelerini tanırım, oralarda yıllarca yaşayıp da bir kere bile hac ve umre yapmamış. Bir kere bile Ravza’yı ziyaret etmemiş... Yıllar önce bir grup üniversite hocası Ortadoğu’yu seyahate çıkmışlar, sonra da Cidde’ye gelmişler. Orada otelde kalıyorlar. Bir tanesinin akrabası da benim eski talebelerimden birisinin yakını… Telefon etmiş:

“–Medine’de benim hocam var, onu mutlaka ziyaret edin!..” demiş.

“Ravza’yı ziyaret edin.” dese, gelmeyecekler. Dîne soğuk insanlar... Kendi aralarında uzun bir tartışmadan sonra, bana telefon açtılar, “Ziyaretinize gelmek istiyoruz.” dediler. Ben de:

“–Tabiî buyurun, çok sevinirim!..” dedim. Adresi verdim. Hemen hazırlıklara başladım. Hidâyet bulmaları için okuyor, duâlar ediyordum. Beş hanım geldiler. Başlarında küçük bir tül var, tırnakları ojeli… Komşuların tuhafına gitmiş:

“–Kim bunlar böyle?” diye soruyorlar.

Şaşırdılar. İkramda bulunduk. O sırada ezân okunmaya başladı.

“–Öbür odanın penceresinden Ravza görünür, isterseniz buyurun bakın!..” dedim.

“–Gerek yok!.. Baksak ne olacak? Zaten biz, sizi ziyarete geldik.” dediler. Ama içim kavruluyor. Bunlar güya Müslüman!.. Ravza’nın dibine kadar gelmişler ve Peygamber Efendimiz’i ziyaret etmeden gidecekler!.. “Allâh’ım ne olur, bir kere ziyaret etsinler.” diyorum. Sonra dedim ki:

“–Buraya kadar gelmişsiniz, o bizim Peygamberimiz. Bir kere gidip görün, sonra belki istersiniz, ama vaktiniz olmaz!..

İçlerinden birisi:

“–Evet ya, bir tane Muhammed’imiz var! Bu seyahat için bin dolar verdik, bence gelmişken ziyaret edelim!..” deyince, diğerleri de ikna oldu. Çantadan asetonlar çıktı, tırnaklar temizlendi. Abdestler alındı. Kızım onları götürdü. Onlar gidince hemen hacet namazı kılmaya başladım.

“–Rabbim, ne olur hidâyet ver!..” diye duâ ettim.

Evimiz hemen Ravza’nın karşısında, ikindiye döneceklerdi. Akşam oldu yoklar, yatsı oldu yoklar. Ben, çayı-pastayı hazırladım, ama benim misafirler yok!..

“–Eyvah!..” diyorum. Birisi herhâlde onları orada tersledi, onlar da kızıp oradan gittiler, diye düşünüp üzülüyorum. Yatsı namazından sonra çıkıp geldiler. Gözleri ağlamaktan şişmiş. Hepsi ağlayarak:

“–Abla bak! Üzerimizi kokla… Peygamber Efendimiz’in kokusu üzerimize sindi. Bizim Peygamber Efendimiz ne güzel gül kokuyormuş. Allâh’ım bizi affetsin, biz şimdiye kadar nerdeymişiz?” diyorlar.

“–Bakın güzellerim, bunca yıldır buradayım. Ben sizin kadar Peygamber Efendimiz’in kokusunu duyamadım. Ne kadar mübâreksiniz Peygamber Efendimiz size kokusunu duyurmuş!.. Sizler profesörsünüz. Müslümanlar niye geri kaldı? İşte sizin gibi profesörler İslâm’ı yaşasalar, Müslümanlar gelişecek!.. Bakın İslâm tarihine Hazret-i Ömer’den sonra İslâmiyet ne kadar gelişti!.. Sizler de Türkiye’nin Hazret-i Ömer’leri olacaksınız!..” dedim.

Kimisi:

“–Namaza başlayacağım, isterse kocam beni boşasın! O mu beni yarattı? Bundan sonra Allâh’a kul olacağım.”

Kimisi de:

“–Ben, artık dînimi öğreneceğim!..” dedi.

Gitmeden bana adreslerini verdiler. “Türkiye’ye gelince bekliyoruz.” dediler, baktım Nişantaşı’nda oturuyorlar. Sizi arkadaşlarımızla da tanıştırmak istiyoruz diye ısrar ediyorlar.

Ertesi gün de geldiler. “İslâm’da niye savaş oldu?” diye soruyorlar. Ben de anlattım; hepsinin korunma harbi olduğunu, savaşlarda hiç çocuk ve kadın öldürülmediğini, Peygamber Efendimiz’in merhametini…”

“–Biz profesörüz, ama bunların hiçbirini bilmiyoruz!..” dediler.

Allâh’ın izni ile Peygamber Efendimiz’in huzuruna gelip de etkilenmemek mümkün mü? İşte bizler de elimizden geldiğince vesîle olmaya çalıştık.  Türkiye’ye gelince Etiler’e, Nişantaşı’na onları ziyarete devam ettim. Arkadaşlarıyla da tanıştırdılar. Bizler, elimizden geleni yapmakla mes’ûlüz, onun için çok gayret etmeliyiz yavrum.

 

Allah, cümlemize dînimizi, sizin gibi aşk ve heyecanla yaşamayı, nice hidayetlere vesîle olmayı nasip etsin. Sizi çok yorduk, teşekkür eder, duâlarınızı bekleriz.

Ne demek güzel kardeşim. Allah, hepimizi yolundan ayırmasın, ayaklarımızı sırât-ı müstakîm üzere sâbit kılsın. Dilimizle söylediklerimizden istifade etmeyi de bizlere nasip etsin. Güzel konuşmak, yerinde söz söylemek güzel; ama her sözün de bir sorumluluğu var. Allah, güzel düşünüp güzel konuşan, güzel niyet edip güzel yaşayan ve huzuruna güzelliklerle varan kullarından eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle