Bir Sömestrin Ardından

Kar taneleri düşerken pencereme, ben yine seni düşlüyorum. O dondurucu soğuktaki ve o korkunç kar yığınlarının altındaki cesaretini, azmini, enerjini ve teslimiyetini...

Okul yıllarında da çok başarılıydın, güçlüydün, ama pembe hayallerle süslediğimiz hayatın, seni bir gün doğunun en ücra köşesine atacağı aklımızdan hiç geçmezdi.. Benim de yıllar sonra seni ziyarete gelip, kalın acziyet duvarlarımı kırıp hâlimden utanacağım.

Bir kış mevsimi, sömestr tatilinde yolumu, doğunun o küçük şehri Narman’a düşüren, senin özlemin, bir de büyükşehrin beni boğmasıydı. İstiyordum ki; bu kalabalık ve kaos dolu şehrin gürültüsünü, sıcak ve samimi bir dostla atayım. Nereden bilirdim ki; yıllardır toprağa düşmeyen karın, benimle birlikte yollara düşeceğini… Ve benim on beş gün doğuda mahsur kalacağımı… Demek ki, senin rahle-i tedrisinden almam gereken dersler varmış.

Eşinin vefat ettiğinden haberim vardı, ama ortanca oğlunun otistik olduğunu bilmiyordum. Telefonlardaki görüşmelerimizde, ısrarla çocukları sorduğumda yine eski günlerdeki gibi kanaatkâr bir tavırla, hamd edip “İyiyiz.” demeyi ihmal etmezdin. Ya o yaşadığın köyün hayat şartlarının bu denli zor olduğunu bildiğin hâlde orada kalmaya devam etmen… Bir de, zaman zaman fazla kitap okuyamadığından, dergi ve gazeteden mahrum olduğundan yazıyordun.

Kardeşim şunu bil ki; sen kitaplarda anlatılmak istenilen özünü yakalamış, Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmışsın zaten!.. Sen, en büyük hayat kitabını okumuş, en üst fakülteyi çoktan bitirmişsin. Rızâ libâsını giymiş, tebliğ derslerini hâl lisanıyla vermeye çoktan başlamışsın bile…

Evdeki yetimlere, ihtiyar kayınpederin ve otistik çocuğuna bakman yetmezmiş gibi, birkaç kilo süt için ahırdaki ineklere bakman… Erzurum’un o dondurucu soğuğunda, çift soba yakarak misafirlerini ağırlaman… Onları memnun edebilmek için, her gün, sabah erkenden sessizce kalkıp türlü ikramlar hazırlaman… Her şeyden de önemlisi, bunca ağır yük altında hiç şikâyet etmeden, güler yüzünü tatlı dilini eksik etmemen… Komşularınla Kur’ân dersleri yapman, evde öğrenci okutarak en hayırlı insan olman…

Düşünüyorum da arkadaşım; asıl bizler büyük şehirlerde çok tembel ve boş kalmışız. Belki de okuyoruz, hayırlı insan olmaya çalışıyoruz, derken kendimizi kandırmışız.

Kaloriferli lüks evlerde, misafirperverlikleri unutmuşuz. Her şeyin hazırına öyle alışmışız ki; elektrik ve sular gittiğinde sudan çıkmış balığa dönüp basıyoruz velveleyi... Değil ağır bir hastalığımız, küçük bir ağrımız olduğunda hayatı zir-ü zeber ediyoruz etrafımızdakilere… Pazarların, marketlerin haftası geçti mi, kıtlıkta kalmışız gibi yanıp yakılıyoruz. Ölüm mü? Deprasyonlara girip ilaç kullanmamız için en geçerli sebep!.. Ha, yalnızca bizler mi böyleyiz, dersen; elbetteki hayır; bütün bir şehir toptan…

Yıllardır kuraklıktan korkup, bekleyip özlediğimiz beş on santim kar yağdı, soğuklar biraz mevsim normallerinin üzerine çıktı diye okullarımız tatil oldu. Her yerlerde boy boy “beyaz felâket” ilanları yapıldı.

İmkânım olsa, bütün bir insanlığı, eğitim diye dizinin dibine getirip oturtmak isterdim. Boyunca yükselen karlarda bir elinde kürek, bir elinde çocuklar, okullarına yetiştirme mücâdeleni sergilemek isterdim. Damdan sarkan kılıç büyüklüğündeki buzların altında, tandırda ekmek pişirmeni yazmak isterdim. İşsiz, kocasız, hasta bir çocukla geçim derdini, ama bunun yanındaki teslimiyetini ve hayat neşeni tattırmak isterdim, bizim şehirlilere…

Evet arkadaşım; lise sıralarındaki muhabbetimizden yıllar sonra, beni buralara kadar getirip bütün bunlara şâhid ettiren Mevlâ’nın hikmetinden suâl olunmaz.

Rabbimiz her şeyi gören adâlet sahibidir. Allah yâr ve yardımcın olsun!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle