Nereden Nereye?

İnsanlık tarihi boyunca akan gözyaşları, deryalarla yarıştırılsa, acaba deryalar mı yoksa gözyaşları mı gâlip gelirdi? Kimi aşk, kimi mutluluk, kimi çile, kimi keder, kimi hasret, kimi nefret gözyaşları… Sanki bunların içinde hepsine gâlip gelen, “keder gözyaşları” olmuştur. Kıyamete kadar da zulme doymayanlar oldukça gâlip gelecektir.

Keder gözyaşları, 1944 yılının 14 Kasım gecesi Türkiye sınırının hemen kenarında Gürcistan’da yer alan Ahıska’da ise sel olmuştur. Bir halkın sürgün gözyaşları... Geri dönüşü olmayan yolculuğun gözyaşları… Geleceği muammâ olan bir yolculuk… Ölümle hayat arasında, küçücük bir çizginin olduğu bir yolculuk... Ahıskalı Türk kardeşlerimiz, hayvanların taşındığı vagonlara bindirilerek kara trenin yürekleri dağlayan sireni altında, meçhûle doğru yolculuğa çıkarıldığı gece keder, mutluluğa gâlip gelmiştir.

Meçhule giden bu yolculukta, dokuz aylık bir bebek vardır. Büyüklerin, nice pehlivanların yenildiği yolculuğa, küçücük elleriyle sımsıkı sarılmış, kader-i ilâhî, ölüm yolculuğundan sağ sâlim çıkmış; bilmediği, sonradan vatan olacak topraklara ulaşmayı başarmış bir bebek… Adı Güller.

Yıllar yıllar sonra, adı gibi yüzü de gül misâli olan halamızla Kırgızistan’ta tanışmak nasîb oldu. Yüzü güleç halamın hâtıralara her dalışında, tebessümü hüzne bürünürdü. Güller Hala’nın sürgün hikâyesini başka bir yazıda kaleme alacağım. Bu yazıda Güller Hala’nın hüzünlü hâtıralarından bana tesir eden güzel ninelerimizin iffetlerini, hayâ duygularını sizinle paylaşmak istiyorum.

Güller Hala, sürgünle ilgili hatıralarında güzel insanlardan bahsederken günümüze ibret olacak hâdiseler anlattı:

“Analarımız bizlere sürgün hikayelerini gözyaşlarıyla anlatıp durdular. Erkek-kadın demeden hayvan vagonlarına hepsini yığmışlar. Ben o zaman dokuz aylık olduğum için hatırlamıyorum. Haftalarca süren yolculukta ihtiyacı gelen, vagonun köşesine gerdikleri kilimin arkasına geçerek ihtiyacını gidermek zorunda kalmış. Perde çekseler de genç gelinler, genç kızlardan bazıları büyüklerinden utandığı için ihtiyacını gideremediğinden rahatsızlanıp ölmüşler. Hayâları buna mânî olmuş.”

Banyo aynasında veya gittiği lokantanın, kafenin tuvalet bölümünde selfie çekip paylaşmanın rezil modalardan biri hâline gelmeye başladığı günümüzde; bu bacılarımızın duygularını anlamak çok zor...

Güller Hala, hayâ sahibi annesiyle ilgili de şöyle bir hâtırasını paylaştı:

“Gelin vaktimde annem, abim ve amcam bir arabada giderken ben:

«-Annem, canım anneciğim! Senin bize çocukken söylediğin bir türkü vardı ya, ben onu başka hiçbir yerde duymadım. Ne olur, bir kez daha söyle de eski hâtıralar gözümüzde canlansın!» dedim. Annem kulağıma eğilip:

«-Kızım hiç o türkü burada kaynanamın, oğlumun yanında söylenir mi? İçinde yâr kelimesi geçiyor, ayıp olmaz mı?» dedi ve söylemedi. Türkünün sözleri şöyleydi.

 

Gökte yıldız olaydım

Dibekte duz olaydım

Yâr kapiden geçende

Evde yalnız olaydım

 

Kapımı dövdi getti

Elini yudi getti

Varın sorun direklere

Yarim ne dedi getti.”

 

Türküyü Güller Hala’dan dinleyince bir “Âhhh!” çektim.

“-Âh Güller Hala’m, hayâ sahibi annelerimiz, bugün söylenen hayâsız sözlerle dolu şarkıları dinleseler, yürekleri utançtan yarılır giderdi herhalde!..” dedim. Nereden nereye!

Hayâ sahibi bir teyzemiz de -Allah rahmet eylesin- Azerbaycan’da yaşardı. Beşe Hala isminde. Asıl adı, Menekşe; herkes kısaltarak Beşe diye hitap etmiş, ismi de öyle kalmıştı. Kendisi bir gün şöyle anlatmıştı:

“Hastalandığımda oğlum beni hastaneye götürdü. Yolda yakası açık bir kadın gördüm. Utancımdan oğlumun yüzüne bakamadım. Utançtan kıpkırmızı oldum, önüme bakıp:

«-Keşke evden hiç çıkmasaydım!» dedim.”

Beşe Hala, her zaman uzun önlük takardı. Sebebini sorduğumda, “Vücut hatlarım belli olmasın!” derdi.

Hâmile kaldığında ev halkının öğrenmesinden utanır, bol giyinerek hâlini belli etmez, çocuk dünyaya gelince farkına varırlarmış. Yine kendisi:

“Bugüne kadar benim saçlarımı oğullarım bile görmedi!” derdi.

Hayâ sahibi ninelerimiz, teyzelerimiz tahta atlara binip gittiler. Bizler de onların hâtıralarını dinleyip “âh”larla yetinir olduk. Geçen Instagram’da tesettürlü bir tanıdığım, yıllar sonra hâmile kaldığı için fotoğraflarını paylaşmış. Bu fotoğrafları gören, hayâ duygusunun kırıntılarını taşıyan herkes utanmadan edemez. Bir tarafta hayâsından hâmileliğini saklayan iffetli bir kadın, diğer tarafta hâmile kaldığını eşiyle çektiği uygunsuz fotoğraflarla tanıdık tanımadık herkesle paylaşan bir başka kadın...

Yüzyıllar boyu İslâm’ın yaşandığı her toplumda, hayâ ile ilgili güzel misaller hiç bitmez. Kırgızistan’da geleneksel kıyafetlerin satıldığı mağazaya girdiğimde kalın kadifeden dikilmiş, işlemeli bir etek dikkatimi çekti. Eteğin adının “Beldemçi” olduğunu söylediler. Çok kalın kumaştan dikilmiş olan beldemçi, elbise üzerinden bele sarılan bir etekti. Anlattıklarına göre, eskiden Kırgız kadınları rüzgârda elbiseleri üzerine yapışıp vücut hatları belli olmasın diye mutlaka beldemçiyi giyerlermiş. Yine saçlarını başörtünün altından iki örgü yapıp gümüşten yapılmış “çaç bak” adındaki ağır takıları saçlarına bağlayarak yürürlermiş. Bu, her adım attıklarında ses çıkarır ve uzaktan erkekler duyunca, “Bir hanım geliyor!” diye yoldan çekilirlermiş. İslâm, edep ve hayâ duygusuyla harmanlandığında ortaya ne zarif bir görüntü çıkıyor. Bu zarifliğe artık hasret kalınır oldu.

Fatma Barbarasoğlu bir köşe yazısında “akran baskısı”ndan söz etmiş. Akran baskısı; arkadaşlarının arasında ezik kalmamak, sosyal medyada söz sahibi olmak için, gençlerin, özellikle de liselilerin birtakım ahlâkî prensipleri ayaklar altına alıp kendilerini ispatlama gayretleridir. Bir âile, çocuğuna ahlâk eğitimi verebilir, ama Peygamber Efendimiz’in, “Kişi, arkadaşının dîni üzeredir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 16/4833; Tirmizî, Zühd, 45) hadîsine göre, arkadaş çevresi bozuksa, ezik kalmamak adına gönülden inandığı bazı değerleri çiğneyebilir. Nitekim günümüzde bunun misalleri azımsanmayacak kadar fazla... Bu sebeple çocuklarımıza ahlâk eğitimi verme gayreti kadar, arkadaş çevresini oluşturmaya da gayret sarf etmeliyiz.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, “Hayâ duygusu kaybolan kimsenin, kalbi ölür.” buyuruyor.

Kalbi ölen insandan her “şey”, her “şer” beklenir. Toplumdaki ahlâkî çöküşün en büyük sebeplerinden biri de hayâ duygusunun kaybolmasıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Hayâ îmandandır.” (Buhârî, Îmân, 3; Tirmizî, Birr, 65) buyurmuş.

Yeniden hayâlı bir topluma kavuşmanın hayalini kuruyorsak, işe ilk olarak kalpleri tamirle, zayıflayan îmanları güçlendirmekle başlamalıyız. Tabî ki, önce kendi îmânımızı tamir ve kendi internet paylaşımlarımızı düzeltmekle işe koyulmalıyız. İşaret parmağı hep başkalarını gösterir, diğer üç parmak ise işaret parmağının sahibini...

Ümmet olarak hep birlikte niyet edelim; kalbimizi inşâ ve ihyâya. Niyet edelim hayâ perdesini kalp penceremize çekmeye... Ey Rabbimiz, niyet ettiklerimizi amele dökecek gücü ver ki, kaybedilen ahlâkî değerlerimize yeniden kavuşalım. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle