Kırk Yaşa Övgü

 

“Kırk yaş; gençliğin yaşlılığı, elli yaş; yaşlılığın gençliğidir.”

(Victor Hugo)

“İnsan kendini sevdirir.” derler ya hani, yazı da yazdırır kendini aynen öyle… Küpte ne varsa dışına sızıverir.

“Yazmak, bir saçağın altına sığınmaktır.” şâirin dediği gibi... İlk gençlik yıllarında, kendini yazdıran bir yazı daha hatırlarım: “Mermer çatlatan sessizlik!”

İnsanın kendinden de başkalarından da nefret ettiği o mâlum dönemlerdeyken... Dışardan vurdumduymaz ve kuralsız görünürken, içerden kuyuya düşmüş gibi debelenirken... Soruların heyelanı içinde, sükûta mecburken... O günden sonra kalem, her dâim elimde oldu ve yazıya sığındım.

“Allah, Kur’ân ve âhiret” kelimeleri beni hep düşündürdü. Bunlar öyle büyük sözlerdi ki, ya doğru olmadığına iknâ olup sonra hayatı kendine göre yaşamalıydın; eğer hakikatse de, teslim olmalı ve gereğini yapmalıydın, yok sayamazdın!

Sonra îman lütfu; meğer Rabbim hep varmış ve benimleymiş, ama ben yokmuşum. Üstad Necip Fâzıl’ın tâbiriyle, “Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.” Şimdi kırklı yaşlardan bakınca, sanki etrafına çarparak dolu dizgin akan bir nehir denize ulaştı. Kışın en sert dönemine denirmiş, kırk gün zemheri…

Her şey, ne kadar yerli yerindeymiş aslında… Sûretler ve sîretler, görüntüler ve yansıyanlar... Nasıl da tam yerine konmuş, oysa ne çok şaşırmıştım ilk gördüğümde… İnce ince eleyerek, ilmek ilmek dokuyarak... Renkler karıştıkça, bu seyirlik ne kadar sürecek yâ Rabbi dedikçe, ne kadar da ümitsizdim.

Oysa tam oradaymış; suyun içinde kaybolan balığı görünce, işte beklediğimiz buydu diyen Mûsâ’nın mutmainliğinde!

Kırk günde cem olurmuş insan, anne karnında... Doğmak ne büyük şey, yâ Rabbi!.. Hep peşinden koştuğumuz ve gerçek sandığımız mecazlar: İşimiz, eşimiz, aşımız... Oysa cüz’î irâde de, ancak küllî irâdeyle mümkünmüş.

Çile dönemine de “Erbaîn” denmesi boşuna değil. Bütün cepheler boşaldı sanki, içimdeki bütün kuvvetler birbirini affetti. Gerçekten birer gölgeymiş hepsi… Yakan da, boğan da bendeymiş.  Zorluklar içindeyken, mânâyı kaybetmemek için nelere dayandıysan, senin gerçeğin o… Yûsuf’un, onca acıyla geldiği yolun sonunda dile getirdiği sır gibi:

“Ey dünya ve âhirette işlerimi yoluna koyan Rabbim…” (Bkz. Yûsuf, 101)

Masalların sonundaki düğünler, tam kırk gün, kırk gece sürer. Aklımla gönlüm el ele tutuştu sanki... Bu tepeye ulaştıysak, artık dönüp bakabiliriz; ne yollardan geçmişiz ve ne köprüler aşmışız. Çöl sandığımız, aslında o kadar da ıssız değilmiş; orman her ağaca sığınakmış, her dalga kumun beklediği canmış.

Siz bilemezsiniz ki, O bilir, esmâsıyla… Bütün gölgeler esmânın yansımalarıdır... Rûhun gerçeği aradıklarımızdır, yandıkça aydınlatırlar. “Ne zaman aydınlatırsa onun ışığında yol alırlar, karanlık çökünce de orada kalakalırlar…” (el-Bakara, 20)

Klasiklere insanın eli, bu yaşta uzanırmış demek... En sürükleyici ve derinlikli kitaplar oradaymış. Herkes, kendi hikâyesinin sırrını keşfedebilmek için yaşar. Yaşamak ne büyük şey yâ Rabbi!

Şimdi burası son değil, aksine yeni bir sayfadır. Sonraki sorulacak soru, hepsine hâkim ve daha da meydan okuyan kıvamda: “Anladım diyorsun da gerçekten anladın mı?”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle