Nalıncı Mimi Dede

İns ve cinnin top oynamadığı sokaklar sessiz; zifiri karanlık uyuyanları, günahkârları ve sokakta kalanları koynuna almıştı. Ermeni, Rum, Yahudi ve Müslüman âilelerin mozaik oluşturduğu sokaklardan biriydi.

Nalıncı Mimi Dede, yan odada uyuyan hanımının nefesi kulağında, buz gibi suyla îmanını tazeledi. Seher kuşları cıvıldaşırken teheccüd namazını kıldı, sabah ezânı okunana kadar zikirle meşgul olup hava ağardığında yola düştü.

Birkaç sokak ötede Panayia Blahernai Kilisesi’nin ayazmasındaki Ester, yüzünü yıkadığı kutsal suyla, gecenin kirinden temizlenmeye uğraşırken, çanlar çalmaya başlamıştı. Ayazma, kilisenin güney kısmına bitişik, iki zarif sütun üzerindeki alçak sekiden, muslukları olan mermer bir havuza dökülüyordu. Eskiden Meryem Ana kabartmasının elindeki deliklerden dolan bu havuza, Bizans imparatorları üç kere batıp çıkarak kutsanır, aynı zamanda şifâ bulduklarına inanırlardı.

Çocukluğu geride kaldıkça insanlarla karanlık ilişkiler yaşamaya başlamıştı Ester... Nâmusunu her gece pazarlayan bir kadın olmaktan nefret ediyordu. Solgun yanakları buz gibi suyun değmesiyle içindeki yangını harladı, yüzü ve elleri alev alev yanıyordu. Bir türlü sekînete kavuşmadı rûhu... Tiksiniyordu kendinden... Bitmeliydi bu mîde bulandırıcı işler... Onun istediği, bütün kadınlar gibi normal bir hayattı. Apsis’e yaklaştı. Diz çöküp ellerini birleştirdi. Gözleri kapalı, kucağında bebek Îsâ’yı taşıyan o tertemiz azîzeye yalvardı.

Gençliğinden beri takunya yapan Nalıncı Mehmet Efendi, kendisi de yaz-kış ayağından çıkarmadığı, üstü bantlı nalınlarıyla meşhurdu ve “bu zanaatın pîri” olarak kabul görmüştü. Elde ettiği kazançla, mütevazi bir hayat sürer, yalnızca cuma namazlarına gider, bazen yaşadığı hayatın aksine elinde şarap şişeleri, bazen de yanında hanımı dışında bir kadınla, evine doğru yürüdüğü görülürdü. Bu durum, Cibâli halkının hoşuna gitmediği için onu göz hapsine almışlardı. Kendi günahlarını görmeyen ahâli, başkasınınkini hemen açık eder olmuştu. Hiçbir şeye karşı kızgın değildi Nalıncı; ama etrafındakiler onun varlığından ve hâllerinden rahatsızdılar.

 Bir gün Ester’in nalına ihtiyacı oldu ve bildiği tek usta, yani Mimi Dede’nin yanında aldı soluğu… Birkaç boy denedi ve ayağına uyan numaranın gümüş kakmalısından ısmarladı. Teslim tarihi geldiğinde yapılan nalınları giydi, siparişinden memnun kalmıştı.

Mimi Dede kadının düşkün hâlini bildiği için nalınların parasını almadı, onu önüne katıp evine götürmeye karar verdiğinde, Ester, temiz yüzlü görünen bu ihtiyarın ne denli niyeti bozuk olduğuna hayretler içinde kalarak eli mahkûm, boynu bükük, arkasından yürümeye başladı. Köşede şarap satan sâkîden bir şişe aldılar. Kadın, şarap ve Nalıncı; bir şiirin mısrasını oluşturuyordu. Mahallelinin ve’l-Fecri okuyan gözleri ters dönmüş, dedikodular Arş’a ulaşmıştı. Birçoğu küfürler edip bir kısmı da yaşlı nalıncının yerinde olabilmek için can atıyordu.

Kendi günahına üzülmek yerine, başkasınınkiyle mutlu olmayı tercih eden çoğunluk karşısında duruşunu bir gün bile bozmadı, yaşlı adam... Kimi gün önüne kattığı kadın, kimi gün filesinde taşıdığı şişelerden çekinmedi.

Ester, yaşlı adamdan tiksindi. Yaşadığı hayata lânet okuyarak eve vardılar. İki kere kapıyı tıklattı, Nalıncı. Bedbin, sütlaç yüzlü, sert çehreli kadın, eşikte görünüp gelene şaşırmadan arkasını döndü, loş koridorda kayboldu. Besmeleyle içeri girdi Nalıncı… Ester durdu. Nasıl davranması gerektiğini bilmiyor, günah denilen şeyin, içinde gümbür gümbür patladığını duyuyordu. Yanakları alev alevdi.

“-Kızım nalınlarını çıkar, hanımın sana anlatacakları vardır. Hele var yanına bakalım.” dedi.

Kalbinin gümbürtüsü daha da artmıştı Ester’in... Duyduklarından emin olamıyordu. Utancından yüzü kızardı. Yaşlı adam hakkında aklından geçenler, yağlı urgan gibi boğazını sıkmaya başlamıştı. Vicdan azabı, utanç, belki ümit ve nice gel-git, olduğu yerde kalakaldı.

“-Kızım, duymadın mı? Hadi var git hanımın yanına! Ben de şarap şişesini halledeyim.”

Ester, hâlâ duruyordu. Nalıncının îkazıyla yaşlı kadının kaybolduğu kemik suyu kokan loş araya doğru yürüdü.

Yaşlı kadın, derme çatma mutfakta çorba kaynatıyordu. Kızı görünce, yıllardır tanıdığı bir eda ile tahta kaşığı eline tutuşturup başka işe yöneldi. Kemiğin yanı sıra duvarlardaki rutûbet kokusu, taşlara sinen soğukla vücudu zangır zangır titretmeye başladı Ester’in, bir üşüyüp bir yakan nöbete dönüştü. Gözlerini açtığında, bedbin yüzü hamur gibi yumuşayan nalıncının karısı, kucağındaki tasta ıslattığı bezi, sirkeli suya bandırıp sıkıyor; kızın alnına, el ve ayak bileklerine sürüyordu. Kemik suyu çorbadan bir tabak getirip hastaya içirmeye başladı.

Olanları anlamasına imkân yoktu Ester’in... Onların yüzlerinde, kendini arıyordu. Beyninde cirit atan sorular... Odanın rengi, kokusu, üzerinde yattığı sedir değişmişti. Geleceğe duyduğu hasret, yüzleşmeleri, değişik evlere yayılmış günahlarıyla Ester, bugünden sonra ettiği nasûh tevbesiyle yeni doğmuş kadar mâsumdu.

“-Efendi! Hakkımızdaki söylentiler her gün artıyor, zındık diyorlar senin için!.. Ayyaş, kadın düşkünü, günâhkar… Gün gelecek cenâzen ortada kalacak, ondan korkuyorum.” dedi yaşlı kadın…

Ester küçüldü. Omuzları daraldı, geçmişin pişmanlığından kurtulmak, şimdiye kadar doğruluğuna inanmasa da yaşadığı nefsânî hayattan uzaklaşmak, yıllardır tatmadığı şu sıcacık, tertemiz hayatı her zerresiyle, her nefesiyle, her duâsıyla istiyordu. Kirlerinden arınmak, Azîze Meryem gibi temiz olmak…

“-Korkma!.. Padişahın işi ne, kimse dokunmasa o kaldırır. Yeter ki biz kul olmayı, tevekkül etmeyi bilelim. O’nun ilmi olmadan bir yaprak bile düşmez. «Ol!» der, olur…”

* * *

Zamanın padişahı III. Murad, mûtâdı olduğu üzere yanına sadrazam Siyavuş Paşa’yı alıp tebdîl-i kıyafet ile Balat semtini teftişe çıkmıştı. Meydanda bir kaynaşma ve ortada yatan bir mevtâ gördüler. Padişah, Siyavuş Paşa’ya neden ölünün kaldırılmayıp öylece bırakıldığını öğrenmesini istedi. Sadrazam döndüğünde padişaha, “zındık” dedikleri bu kişinin çok günahkar olduğunu, cenazesini kimsenin önemsemediğini anlattı. Hâl böyle olunca III. Murad:

“-Paşa! Cenâzeyi kaldırmamız hak, namazını kılmamız farzdır. Sen yıka, ben suyunu dökeyim.” dedi.

Yeni ayın girdiği, hilâlin mücevher gibi ışıl ışıl parladığı bir gece, padişah ve sadrazam yine tebdil-i kıyâfetle tütün fabrikasının arkasında ikamet eden yaşlı kadını ziyarete gittiler. Paşa, Nalıncı için taziyeye geldiklerini ve hikâyesini öğrenmek istediklerini söyleyince, şaşkın kadın anlatmaya başladı:

“-Ömrü boyunca nalınlarından kazandığı parayı hayra kullandı. Sık sık eve bir kadın ve şarap getirir, Rabbine şükür secdesi yapardı. «Allâh’ım, bugün de bir sarhoşun içkisi eksildi!» diyerek şişeyi helâya döküp hayat kadınının da temiz bir gece geçirmesini sağlardı. Bana teslim ettiği kadına, dilim döndüğünce menkıbeler, aklıma gelen şeyleri anlatırdım. Cuma dışında namaza gitmediği için «beynamaz, bînamaz» diye iftira atıyorlardı. Oysa o, her vakit civardaki başka bir camide namazını edâ etmeyi severdi. «Hanım üzülme, ben kabrimi kazdım. Kim ne isterse söylesin, cenâzem ortada kalmaz. Padişahın işi ne, o teşyî eder!» derdi.”

III. Murad Han ve Siyavuş Paşa o an dönüp hayret dolu nazarlarla birbirlerine bakakaldılar.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle