İçinde Yedi Tâlip

Ahşap kapıyı eğilerek geçip oturan tâlipleri seyre daldı. Yedi öğrenci, rahlelerinin başında birbirinden âzâde oturuyor, hiçbirinin ahvâli diğerine benzemiyordu. Öksürüp toplanmalarını bekledi. İçlerinden bazıları, onu görünce silkelendi, bazıları oturuşunu düzeltti, bazısı zaten en başından beri makama yakışır vaziyette edeple oturuyordu. Ama mecliste biri vardı ki; onun ne rahlesinde Kur’ân-ı Kerîm vardı, ne de kendisinde talebeliğe yakışır bir hâl... Yeşil halının üzerine boylu boyuna uzanmış, içeriye giren hocasını umursamıyor, odada bulunan yüce kitaba karşı ihtiramda bulunmuyordu.

Derviş, uzun beyaz cübbesini toparlayıp kendi makamına geçtikten sonra, başındaki uzun, yeşil sarığı çıkarıp rahlesinin önüne koydu. Keskin bakışlarını yerde uzanan gencin üzerine rabtedip:

“-Evlâdım!” dedi gür sesiyle...

O ise, hâlinden tâviz vermediği gibi bakışlarını dervişe doğrultmuş, edep dışı tavırlar sergiliyordu. Her zaman sâkin ve anlayışlı tabiatıyla bilinen derviş, sesini yükseltti:

“ -Sen kimsin ki, bir Kur’ân meclisinde böyle hareketlerde bulunursun?”

“-Ben mi kimim? Ben kendime âşık olanım. Kendi menfaatlerimi her şeyden önce ve üstün tutanım. Sen beni eğitim ve terbiye edeceğini zannediyorsan eğer, hiç boşuna nefesini tüketme! Ben seni esir alır, bütün isteklerimi sana yaptırırım. Sen benim arzularımı gerçekleştirdikçe, ben daha da sana hâkim olurum. Sen de hâlâ kendini benim hocam, benim sahibim zannedersin.”

Derviş, boynunu büktü:

“-Söyle, söyle seni eğitmemin bir yolu yok mu, ey gâfil?”

“-Benim kibrimi, benliğimi, ancak secdeler kırar. Bana en ağır gelen şeydir o. Ama boşuna umutlanma hoca! Ben, Allâh’ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan, zevkime tâbî olan «nefs-i emmâre»yim.

Derviş, hemen onun yanında oturan, önündeki Kur’ân’ı bir açıp, bir kapatan, kimi zaman konuşan emmâre nefse kınayarak bakıp, kimi zaman da onun sırtını sıvazlayan garip öğrencisine yöneltti bakışlarını;

“-Evlâdım! Senin çizgin yok mudur? Ne yaptığın, neyi desteklediğin muamma...”

“-Şeyyy... Hocam, ben iyi kul olmak için gayret sarf ediyorum, ancak kötülük bana hâkim oluyor bazı zamanlar… Kötü bir şey yaptığımda üzülüyor, iyi bir şey yaptığımda ise seviniyorum. Siz benim isteklerime karşı gelmedikçe, benim kötülük yönünde istîdâdım artıyor. Lütfen hocam; benim iyi bir tâlip olmamı istiyorsanız, meşrû bile olsa, benim istediklerimi bana vermeyin. Daha az yemek ve daha az uyku ile beni terbiye edin. Ben; iyilik ve kötülüğün kendisinde mezcolduğu, eğitilmeyi bekleyen «nefs-i levvâme»yim.

Derviş, başını aşağı-yukarı doğru usulca sallayıp, avuçlarının içinde sakallarını sıvazladı. Sonra bakışlarının hedefine, odaya girdiğinden beri rahlesinin başında usulca Kur’ân okuyan, arada konuşmalara kulak verse de ibadetten ayrılmayan öğrencisi girdi.

“-Evlâdım! Arkadaşlarının ahvâlini merak mı ettin? Arada başını çevirip bakıyor, daha sonra huşû içinde yaptığın ibadete geri dönüyorsun?”

“-Hocam! Ben mümkün mertebe Allâh’ın emir ve yasaklarına uyup, O’nun yolundan ayrılmamak için cehd eden «nefs-i mülheme»yim. Dâimâ iyi ve güzel olan ilhamlara mazhar olduğum için bana bu ismi verdiler. Biliyorum, huzur ve mutluluk sadece Hakk’ın rızasını kazanmakla mümkün, ancak bazen bakışlarım dünyaya ait şeylere kayabiliyor.”

 Bu açıklamadan sonra derviş, mülheme’nin yanında oturan; elinde tespih bir taraftan zikredip, bir taraftan da onu başıyla sürekli tasdikleyen tâlibe baktı:

“-Sen neden başını sallıyorsun sürekli?”

“-Kalbimde Hak’tan yana hiçbir şüphe barınmaz benim. Doğruyu tasdikler, îmânımı her an taze ve diri tutmak için akâidimi sağlam temeller üzerine oturturum. Bütün zerrelerim Cenâb-ı Hakk’a öyle inanıyor ki, adım İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı hiçbir tereddüdü bulunmayan itmi’nân olmuş «nefs-i mutmainne» benim. Îmânım sayesinde Allah ile bağ kurup bu bağdan lezzet alanım.”

Dervişin gözlerinde umuda dâir bir ışık parladı. Tâlibin gözlerine bakıp, müjdelerle dolu o âyeti okudu:

“Ey huzura eren nefis, sen Allah’tan ve O da senden râzı olarak Rabb’ine dön! (Sâlih) kullarımın arasına katıl! Cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

 O mutlulukla, beşinci sırada oturan sessiz öğrencisine bakıp:

“-Sen anlat bakalım ey tâlip!” dedi.

“-O var benim gözümde de gönlümde de kulağımda da; O’ndan gafil olursam, yakışmaz kulluğun şânına… Her yönümle O’na yönelmiş, O’ndan râzı olmuş «nefs-i râdıye»yim.”

Dervişin kanatlarına derman gelmişti, altıncı sırada oturan öğrencisine yöneldi:

“-Ben ne anlatayım ki derviş? Benim öncemi de, sonramı da Rabbim bilir. O bana zehir de verse, gül şerbetleri de sunsa birdir. Benlik bir şey yok ki; O’ndan gelen her şeye, O’nun rızâsı için râzı olan, O’nun rızâsını dileyen «nefs-i mardiyye»yim ben. O’nun benden râzı olması, bu hayattaki tek gâyem!..”

Derviş, onu elini göğsüne koyarak selâmladıktan sonra, oturduğu yerden kalktı; odada olup bitenlerin bir türlü ilgisini çekmediği yedinci öğrencisinin önüne diz çöküp oturdu:

“-Sana ne demeliyim mübârek zât!? Odaya girdiğimden beri sadece gönül gözü açık olanlara has bir manzaraya şâhitlik etmekteyim. Melekler etrafında seni selâmlıyor, veliler sana arkadaşlık ediyor. Söyle bana, ey hüsn-i cemâl, sen bütün kötülüklerden arınmış, mânevî tekâmülünü tamamlamış «nefs-i kâmile» misin?”

Yedinci rahlede oturan derviş, tasdik edercesine başını salladı. Hocaefendi onun cübbesini öpüp:

“-Beni irşâdınıza kabul edin!” diyerek önünde diz çöktü.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle