EVLENMEK; “BİZ” OLUP “BEN” DEN GEÇMEK…

Kaderi bu, altın olsa, kimseler sahip çıkmıyor.

Gerilerde boynu bükük, gözleri yaşlı kalıyor.

Bâri dedim, ben de gidip, kusur ile dostluk edem.

Herkes fellik fellik kaçar, sarılıp teselli edem.

Kusur garip, Nur acâyip, geçinir gideriz allem.

Kusur benim, bende kusur, ne derse desin elâlem.

 

Pek keskin bir çığlık ile, annesinden doğduğunda, kim bilirdi ki, yıllar geçip, çığlıklar başkalaşacak? Oysa ölene dek her seferinde, yeni bir hayata geçiş için, vardır, lâzımdır ve olacaktır çığlıklar!

Çevre yoluna girmişliğimin ilk adımıydı doğuşum... Dünyadan haberim yoktu. Birinin arabasına binmiş ilerliyordum. Arka koltuktaydım. Şoför ustaydı, yol arkadaşları büyük. Ekmek elden, su gölden, yaşıyordum. Ne para kazanma kaygım, ne yemek telaşım, ne gelecek endişem… Hiç biri yoktu. Gidiyordum. Başım ağrıyor, diyen anneme:

“-Anne, baş nasıl ağrır?” diye sorduğum zamanlardı bunlar. Hiç çekmemiştim ki, bilmezdim. Manzarayı seyrederdim kimi zaman şaşkın, kimi zaman neşeli bakışlarla. Kenarda nice ağaç, nice insan; yollarda nice başka araba olurdu, izlerdim.

Çevre yolunda, ihtiyaç ve çay molalarının tadını çıkara çıkara yol aldığım o demlerin birinde, bir sapağa yaklaştım. Sapak nedir, diye soracak olanlar için açıklayayım: Ana yol üzerindeki yol ayrımı. Bu, şu anlama gelir: Her yanı asfalt, yağ gibi kayıp gittiğin o güzelim çevreyolundan çıkacak ve yolculuğuna başka bir yolda devam edeceksin. Peki, sapağa dalıp girdiğin yolda neler bekler? Annemin tâbiriyle, “kazanmak ya da kaybetmek” bekler seni... Babamın tâbiriyle, “saçını ağartmak”… Ümran teyzenin tâbiriyle, “meleklikten uzaklaşmak”. Bir başkasının deyişiyle, “Anya ile Konya’yı anlamak”…

Kimilerine göre “imparatorluk” vardır ucunda... Kimilerine göre, “Aman canım, çevreyolunda gitmek sultanlıktır, sapağa girmeye ne gerek var”dır.

Doğrusu, çevre yolu gişeleri, kabre çıkar. Zira adı hayattır. İşte o hayat içinde girilen belki en önemli sapağın adı ise, evlilik... Kimileri için günlük güneşlik, bağlık bahçelik; kimileri için çölümsü bir kurak ya da boğarcasına sulak… Önceki kadar rahat olmadığı için, araba zıplamaya, teklemeye, bazen de zorlanmaya başlar. Taşlar, dar geçitler, can sıkıcı manzaralar, eğlenceli ve oyalayıcı yeni tecrübeler, akıl edebileceğiniz edemeyeceğiniz nice sürprizli işler ve iç geçirişler, o sapağın ilerisinde yaşanması muhtemel durumlardır. Bence, “Evlilik sapağına girmek değil, o sapakta kalmak mühimdir.”

Annem:

“-Evlilik, kumar gibi bir şeydir.” derdi. “Kazanacak mısın, kaybedecek misin, bilinmez!..”

Bazen, babama kızar, anneme acırdım genç kızken. Sonra ardından, anneme kızar, babama acırdım kimi zaman...

“-Ahh!” derdim, “Bu adam, bu kadını nasıl çekiyor?”

Sonra:

“-Vahh!” derdim, “Bu kadın, bu adama nasıl dayanıyor?”

Bir gün anneme sormuştum, evlilik nasıl bir şey diye, şöyle cevaplamıştı:

“-Kızım, evlilik şudur: Gün olur, o kadar kızarsın ki, bir kaşık suda boğup atasın gelir. Gün de olur, öyle coşarsın ki, sevginden yiyesin gelir. İşte, bir öyle, bir böyledir!..”

“-E ya şimdi bunun bir ortası yok mu?”

Annem:

“-Yok!” derdi, “Belki, îtidâli tutturmuş olanlar da vardır.”

* * *

“Ben” iddiasının bitmesi, “biz” sadâsının duyulmaya başlaması gereken yerdir orası. “Tek başına” olmaktan kurtulup, “can yoldaşına” kavuşma yeridir. Ben o sapağa girmiştim, baktım ki “biz” olamadık, baktım ki hâlâ “yalnızım” geri çıktım. Evet, kırk türlü tarif, en ateşlisinden kırk tane de münâzara yapılabilir evliliğe dair... İyi de, deyin ki bana, şimdi ben bu konuda ne yazayım? Allâh’ın en sevmediği helâlmiş boşanmak, öyle duydum. İnceldiği yerde de durmaz, koparmış ipler, bu da vâkıa… “Bir yastıkta kocamak” diye bir şey de varmış, vallahi onu da yaşamadım, bilmem, diyenlerin yalancısıyım.

Anlayacağınız, evlilikle ilgili konuşmaya ehil değilim. Madem ki bu hususta ehliyetim yok, ben de sözü, Nurhayat Nine’ye bırakayım. Onu hatırladınız değil mi? Hani geçenlerde, gençlerle yaptığı bir sohbetten bölümler aktarmıştık. Gelin, şimdi de evlilikle ilgili sohbetinden alıntılar yapalım:

“-Evlenen bir insan, önce “ben” demeyi bırakacak, “biz” demeye dilini alıştıracak. Madem ki hayatını bir başka insanla birleştirmeye karar vermiştir, o hâlde bunun getireceği her türlü yükü ve sorumluluğu, sızlanarak değil, seve seve omuzlarına alacak.

Allah aşkına analar! Alışveriş yaptığınız zamanlarda, oğullarınıza poşet taşıtın. Onlara her şeyi hazır vermeyin. Onları, bir kadının ve birkaç çocuğun sorumluluğuna hazırlamak adına, biraz eğitin. Yarın gelinlerinizin “âh” etmesini istemiyorsanız, lütfen, “erkek” gibi oğul yetiştirin. “Nane molla”, “çıt kırıldım” tiplerden, adam olmaz ki “koca” olsun!

Ayrıca analar, lütfen kızlarınızı da, “Oku, mesleğini eline al da, elin oğluna bakma kızım!..” mantığıyla büyütmeyin. Kızlarınızı, “Dilediğin zaman gel yavrum, âilen arkanda!..” sözleriyle, ayrılığa alıştırmayın. Söküğünü dikmekten, çorbasını pişirmekten âciz kızlar yetiştirmeyin. Gerçi, nerede beceriksiz, çorbasını ağzına götürmekten âciz kız var, onlar daha kıymetli olur ya, o da işin ayrı bir sırrı… Siz o tarafa takılmayın.

Evlilik, bir ömrü, bir arada geçirmeye ve bir yastıkta kocamaya söz vermektir. Gerçi, muhabbetleri kendilerinden önce ihtiyarlayan nice çiftin, yaşlanmadan ayrıldıklarına şahit olmuşluğunuz çoktur. Demek ki, muhabbeti kocatacak hatalar yapmamak gerek… Nedir bu hatalar? En önemlisi “ben” demekte ısrar etmek... Sonra, özür dilemede beceriksizlik sergilemek…

Güzel ahlâklı eşler, gönül aydınlığı olurlar. Ahlâk deyince de aklınıza hemen, nâmus gelmesin. Vallâhi kibirli kimse, hatasından pişman olmayı ve af dilemeyi bilen zayıf kimseden daha beterdir. O hâlde, tevazûya dikkat edin. Kimileri, Allâh’ın velî kullarını bile beğenmeyecek kadar burnu havada gezerler. Deyin hele, evliyâyı beğenmeyen, hanımını ya da beyini takdir edebilir mi?

“-Eline sağlık, hakkını helâl et, kusur ettim affet, bir tebessüm lutfet!..” diyemeyen kişi, nasıl evlilik yürütebilir? Evlâdım, aman ha, çocuklarınıza mütevâzî olmayı öğütleyin.

Geçenlerde bir dergide rastladım. Dul ya da bekâr hanımlar:

“-Çalışmazsak geçimimizi sağlayamıyor, ayakta duramıyoruz!” diyorlarmış.

Evli hanımlar ise:

“-Biz de sâkinleştirici almazsak ayakta duramıyoruz.” diye yakınıyorlarmış.

Ne yazık!.. Hâlbuki evlilik, yükün artması değil, ikiye bölünüp hafiflemesi demek olmalı. Maddî-mânevî güç birleşmesi olmalı. Ne oldu ki bu gençler şimdi, sâkinleştirici ilaç almadan, ayakta duramayacak kadar hâlsiz düşüyorlar? Neye sıkılıyor, neye sinirleniyorlar? Söyleyeyim: Söz, nişan ve düğün olana kadar centilmenlik, cömertlik, iyilik, hürmet, saygı pozları takınılıyor. Oysa iş sağlama alındığında, yani evlilik gerçekleştiğinde, nezâket ve letâfet, rafa kalkıyor. Tepe tepe kullanmak diyorlar buna ki, insanın, paspası tepmeye bile hakkı yoktur, hanımını ya da beyini o mantıkla kullanmaya kalkışması ne demek?!.”

Oradan biri şöyle dedi:

“-Nurhayat Nineciğim, mâdem ki evlilik böyle çetin bir iş, en iyisi hiç evlenmeyelim biz. Rahatımızı bozmayalım.”

Nurhayat Nine cevap verdi:

“-Hayır evlâdım. Böyle düşünmek doğru olmaz. Fakat şu şekilde toparlayabiliriz: Unutmamak gerekir ki, evlenmek sünnettir ve bu da demek oluyor ki iyi bir şeydir. Buna karşın, evlenmek farz da, vâcip de değildir; bu da demek oluyor ki, olmazsa da olabilir.

Bundan seneler önce, bir arkadaşımız şöyle yakınmıştı: Müslüman biriyle evleneyim istiyorum. Tâliplerim çıkıyor, görüşmeye gidiyorum, bana sorduğu ilk soru:

“-Çalışıyor musun?” oluyor.

“-Neden?” diye sorduğumda da:

“-Ev alacağız, araba alacağız, siz çalışmazsanız, neyle alacağız?!” diye cevaplıyorlar, demişti.

Kocaman bir hayal kırıklığı içindeydi ve “Nerede hakiki Müslümanlar?” diye soruyordu.

Elbet, nice güzel huylu, dindar genç delikanlının da:

“-Nerede milyarlarca lira tutarında eşya, altın istemeyecek, Fatıma huylu genç kızlar?” diye inlediğini duyar gibi oluyorum.

Âh ne bileyim evlâdım. Allah Teâlâ, “İyileri iyilerle, kötüleri kötülerle karşılaştırırız.” buyuruyor. Lâkin imtihan dünyası olması hasebiyle, işte, iyileri kötülere, kötüleri iyilere yazdığı da vâki... Belki de en güzeli, “kötü” kelimesini lügatimizden çıkarıp, “imtihan” kelimesiyle değiştirmek olacaktır. Zira evlilik, en zorlu bir “nefs tezkiyesi dersi”dir.”

Takdir etmeyi, hediye vermeyi, sevmeyi, saygı duymayı, hürmet etmeyi, emin olmayı, haber vermeyi, paylaşmayı, helâlleşmeyi, insan yerine koymayı, belki de en önemlisi, hatasından ötürü özür dilemeyi ve gönül almayı bilen kişi, evli kalabilir.

“Yuvayı dişi kuş yapar.” derler ya, onun da gücünün, sabrının bittiği nokta olur. Demek ki, “erkek kuş”un, “dişi kuş”a her şekilde destek, yardımcı ve arkadaş olabilmesi gerekir. “Evin direği erkektir.” derler bir de… Ama erkeğin de, betonu var, ahşabı var, çeliği var. Durduğu yerde sallanan direkten, eve ne fayda Allah aşkına… Erkek, çelik gibi kavî, ahşap gibi sıcak olacak ki, dişi kuş da kendini güvende hissede…

Hazret-i Âişe’yi bilirsiniz. Sevgili Peygamberimiz’in hanımlarındandır. Bir gün, vefatından seneler sonra, büyük bir kıskançlıkla Hazret-i Hatice ile ilgili olarak, “Onun nesini sevdin sanki!..” gibisinden laflar ediverince, bakın O güzeller güzeli zevc, ne buyuruyor:

“-Yâ Âişe, bir daha sakın Hatice hakkında böyle sözler söyleme!.. İyi bil ki, o benim kalbimin rızkıdır…”

Âh evlâdım, ben bu cevabı duyduğum zaman, gönlüm, Hazret-i Peygamber’in ahlâkında bir eşi nasıl da özlemişti. İşte O’nun bu sözünü duyunca, içinde evlilikle ilgili sıcacık hisler uyanmayacak kaç kadın tanırsınız? Hangi kadın, böylesi bir vefâ karşısında yok olmaz. Demek ki evin direğini sağlam yapan, aslen, yine kendi içinde taşıyacağı vefâ ve minnettarlıktır. Kimse kimseyi zorla adam edemez. Kimse kimseye zorla vefâ duygusu katamaz.

Sadece teknik birtakım münâsebetlerden ibaret kalmış bir evliliğin yürümesini beklemek hayal olur. Ne yazık!.. Kimi erkekler, hanımlarına sadece, onlar kendilerine para verdiğinde tebessüm ediyorlarmış. Seviye, meğer, ne kadar aşağılara çekilmiş.

Suç altın olsa, kimse uzanıp elini sürmez!.. Gönlünde eşine karşı soğukluk duyan kişi, bundan sadece karşı tarafı suçlarsa, elbette ahmaklık etmiş olur.

Kimileri evlendikleri kişiyi yerden yere vururlar. Dost meclislerinde, âile ve akraba çevresinde, sürekli dedikodusunu yaparlar. Bir insanın, hakkında kötü kötü konuştuğu kişiyle, aynı evi paylaşması ne kadar da duygusuzca bir tavır!..

De ki, madem o kadar kötü biriydi, ne demeye evlendin? Ha, baştan öyle değildi de, sonradan bozuldu, dayanamayacağın bir hâl aldıysa, “Allah ayrılmayı da sevmemiş; ama helâl kılmış!.. ” Böyle dedikodu edeceğine, boşan a benim evlâdım.

Kimileri ise evlendikleri kişileri methede ede bitiremezler.

“-Şu huyunu çok seviyorum, bu huyuna bayılıyorum, şöyle temiz, böyle kibar, aman da ne güzel, orası bilmem nasıl, burası bilmem ne şekil…”

Allah muhafaza, bir de mahrem yönlerini methedenler var ki, ahmaklıktan koca bir cüz!.. Yâhu mübârek, elâleme ne senin beyinin ya da hanımının marifetlerinden... Ne demeye reklamını yapıyorsun? Neticede o da bir insan işte. İllâ ki hatası kusuru var. Ne diye göklere çıkarıyorsun? Hem, faraza ki göklere çıkarılacak biri bile olsa, lüzum var mı milletin nazarını, kıskançlığını, merakını celbetmeye? Sana nasip etmiş Allah, sana bağışlasın. Şükrünü edâ edeceksen, kalk gece, sessizce et. Böyle hiç soran yokken ona buna anlatmakla, hava mı atıyorsun, caka mı satıyorsun? Yanlış işler bunlar, a benim evlâdım.

Zaten, çok ilginç ya, böyle, durup durup reklam yapan tiplerin, genellikle örtmeye çalıştıkları çok büyük bir sıkıntıları olduğunu duyarsınız. Genellikle kadınlar, kocalarının büyük kusurlarını, reklam etmek sûretiyle perdelemeye çalışırlar. Hele de aldatılmışlarsa…

Anlayacağınız evlâdım. Evlilik, çocuk oyuncağı değildir. Pek mukaddes bir birlikteliktir ve ölene dek devam etmesi dilenir. O hâlde, her iki tarafın da bu şuurla başlaması, şeytanın fısıltılarına kanmadan, sabırla, güzel muâmeleyle, mezara kadar beraber gitmeye azmetmesi gerekir.

Yarı yolda bırakanlar için, söze bile hâcet yok. Öylelerine Allah, olgunlaşabilecekleri farklı imtihanları zaten yaşatacaktır.

Âh alanın vâhı bitmez, vesselâm…

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle