Çocuğumuza Yaradanını Nasıl Tanıtmalıyız?

Çocuklarda var olan yüksek bir uyum gücü dikkate alınarak, dînî eğitim, ilk çocukluk yıllarında en iyi bir şekilde verilmeye çalışılmalıdır. Çocuğun yaşı 10-12’ye geldiğinde dinî eğitim için geç kalınmış olur.

İnsanın, çocukluğunda aldığı dînî telkinlerin, hayatı boyunca derin izler bıraktığı bilinmektedir. Çocuk psikolojisi üzerinde yapılan birçok araştırma, çocuğun şahsiyetinin temel özelliklerinin ilk yıllarda ortaya çıktığını tespit etmiştir. İlk yıllarında alınan dînî eğitimin, çocuk üzerinde olumlu tesirler bıraktığı ve çocuğu disiplinli bir hayata yönlendirdiği bilinen bir gerçektir.

Ayrıca çocukların küçük yaştan itibaren dine karşı ilgi ve istek duydukları, yapılan diğer araştırmalarla da ortaya konulmuştur. Onlar başlangıçta dînî kavramların muhtevasını anlayamazlarsa da duâlar ve ibadetlere karşı ilgileri yüksektir. İbadet edenleri merakla seyrederek, onları taklit ile dînî pratikleri denemeye çalışmaları, çocuklardaki rağbet ve meylin ifadeleridir.

Genellikle yedinci yaştan sonra çocuklardaki dînî ilgi ve isteklerde yayılma görülür. Bu yaşlardan itibaren çevre ve kültürel faktörlerin tesiri, zihin ve dikkatin yardımı, gittikçe artan duygusal bir câzibe ile çocukta dış dünyaya ve dînî konulara karşı büyük bir merak gözlenmektedir.

Çocukta, kendisine yardım edecek ve onu koruyacak “sonsuz bir kuvvet” arayışı vardır. Çocuk, sahip olduğu bitmez tükenmez merak duygusuyla, henüz isim takamadığı, fakat zamanla öğreneceği ilâhî kuvveti durmadan arar. Çocukta görülen bu arayış, ondaki fıtrî ihtiyacın bir ifadesidir.

Çocuklarda Allâh’a inanma meyli, genellikle vazgeçilmez bir istek olarak ortaya çıkmakta ve onlar Allâh’ı gerçek ve kaçınılmaz bir sığınak, dayanak ve emniyet kaynağı olarak kabul etmektedirler. Çünkü yaşantıları içinde çeşitli sınırlılıklarını ve gerçekleşmeyen isteklerini gören çocuklar, yüce bir kuvvete duâ etmeyi kolaylıkla kabul etmektedirler.
Bütün bu ifadeler, çocukların eksikliklerini, zayıflıklarını hissettiklerini, bunun farkına vardıklarını ve neticede her şeyi yaratan Allâh’a inanma ve güvenme ihtiyacını duyduklarını göstermektedir. Bizler de çocuklarımıza bu yaştan itibaren dînî bilgiler ile birlikte gerekli din eğitimini vermeliyiz.

Çocuklara önce Allâh’ı sevdirmeli, O’nu benimsetmeli ve Allâh’ı tam mânâsıyla dünyalarına yerleştirmeliyiz ki, büyüdükleri zaman Allah’tan “sevdikleri için” korksunlar.
Gerçek korku, sevgiden kaynaklanır. Bir insan bir insanı çok severse, onu üzmemek için korkar. Çocuklar da Allâh’ı çok sevmeliler ki, onu üzmemek için tatlı bir korku hissetsinler. Bu eğitimi alan çocuk, büyüyünce Allah’tan gerçekten korkacaktır. Bu korku, onların sevgisini ve îmanını koruyacaktır.

Âilelerde din eğitimi verilirken yapılan en büyük yanlış; korku ve bastırma metodunu kullanmaları ve çocuğu yetişkin bir insan yerine koyarak, ondan daha olgun davranışlar beklemeleridir. Özellikle çocuğa karşı, dînî konularda “korkutma” usûlünün sergilenmesi çok zararlıdır.

Camide çocuk azarlayan ve dışarıya kovalayan yaşlılar görürsünüz. Sebebini sorduğunuzda:

“-Yaramazlık yapıp namazımızı bozuyor!” derler.

Ancak onlar bu davranışlarıyla, maalesef, çocukları dinden soğuttuklarının farkında değillerdir.

Çocuklarımıza din eğitimi verirken şunlara dikkat edelim:

Zorla namaz kıldırmayalım, zorla duâ ezberletmeyelim. Bunu yaparken sonuna ödül koyalım ve sevdirerek yapalım.

Allâh’ı, Peygamber’i, Kur’ân’ı sevdirmek için yaşlarına uygun hikâyeler anlatalım. Dini sevdiren ve iyiliğe özendiren “örnek çocuk” modeli oluşturacak masallardan ve hikâyelerden bahsedelim.

Çocuğun sevdiği ve ilgi duyduğu eşyaları tespit ederek, bunları din eğitiminde kullanalım.

Çocuğumuz bize, “Biz neden Allâh’ı göremiyoruz?” diye sorarsa, biz de “Gözünüz küçük olduğu için!..” diye cevap verelim, bu ona yeter. Çocuğun yaşı büyüdükçe çocuğumuza vereceğimiz cevap da ona ve onun anlayış seviyesine göre değişebilir.

Sekiz-on yaşındaki çocuklar için de karşılıklı soru-cevap şeklinde bir yaklaşım düşünebiliriz. Meselâ, yanında duran koltuğu göstererek:

“-Bu koltuk kendi kendine olur mu?”

“-Hayır.”

“-Yani bunu yapan biri var, diyorsun.”

“-Evet.”

“-Peki, şu çantan, ayakkabın da kendi kendine olmaz, değil mi?”

“-Hayır.”

“-Onları kim yapıyor?”

“-Ustalar, işçiler yapıyor.”

“-Peki, çanta kendisini yapan insanlara hiç benziyor mu? Çantacının ağzı, gözü, kulağı, ayağı, kolu var, yürüyor ve konuşuyor. Ayakkabıya bakıyoruz, kendisini yapan ustaya hiç benzemiyor, ne gözü ne de kulağı, ne yürüyebiliyor, ne de konuşabiliyor, değil mi?”

“-Doğru.”

“-Basit bir koltuk ve çanta kendi kendine olmazken, gökyüzünde gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve üzerinde yaşadığınız şu dünya kendi kendine olur mu?”

“-Olmaz, herhalde.”

“-Demek onları yapan, yani yaratan biri var. Kim O?”

“-Allah mı?”

“-Evet. Dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları yaratan, yüksek bilgi ve güç sahibi bir yaratıcı var ve biz O’na «Allah» diyoruz. Nasıl ayakkabıcı yaptığı ayakkabıya hiç benzemiyorsa, Allah da yarattığı varlıklardan hiçbirine benzemez. Yemek, içmek, uyumak, bir evde oturmak bize mahsus şeylerdir. Allah, bize benzemediği için bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Allâh’ın varlığını biliyoruz, ama O’nu göremiyoruz. Duyularımız, aklımız ve bilgimiz sınırlı olduğu için her şeyi göremez, her şeyi duyamaz ve her şeyi bilemez. Biz netice itibariyle ihtiyaçları çok, imkânları sınırlı, âciz bir varlığız.”

Konuşma bu istikamette gidebilir. Mühim olan onun dünyasından kelimelerle, onun akıl ve anlayış seviyesine uygun bir dil yakalamaktır. Zaten doğuştan gelen inanmak meyli, onu buna yöneltecektir. Yeter ki, anne-baba ve öğretmenleri olarak; söylediklerimizden farklı bir hayatımız olmasın. İnsanı ortada bırakan, sözlerin davranışlarla uyumsuzluğudur.

Çocuklarımızla bu şekilde yakından ilgilenirken asla zorlamamalı, mümkün olduğunca maddî-mânevî iltifat ve ödüllendirme yoluna gidilmelidir. 

Unutmayalım ki, insan yalnızca söylediklerinden değil, söylemesi gerekirken söylemediklerinden de sorumludur.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle