Bir Nar, Bir Pınar

“Kuşlar kafesten, kafes kuşlardan kurtulmuş! Ey kuş, nerelisin ki böyle hoş bir hâldesin İnleyişinden bekâ kokusu geliyor (Hep) bu perdede inle ki, hoş bir inleyişin var.” (Mevlânâ, 1954. Rubâî)

Üç-beş kuşun kederle uçtuğunu görmedi benim gözüm… Sürüler hâlinde kuşun kanadında hiç bir keder olmaksızın umutla bahara, hep bahara doğru uçtuğunu gördü. Ülkeler, topraklar aşıp uzak beldelerde dinlenseler de kuş, yine aynı kuş olarak kaldı. Tüylerini döktüler ağaç diplerine, kanatlarını ölgün bir pınar başı kılamadı hiçbir yorgunluk.

Kelimeleri aramıza inci ve mercan gibi; ipek, tül, atlas gibi seren Nebî’miz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir masal anlatır gibi “nar” ve “pınar” dedi günün birinde…

Yedi denizin ortasındaki, küçücük bir adada bir pınar varmış, bir nar ağacı, bir de sâlih bir adam. Allah ona her gün bir nar bitirirmiş ağaçta… Sâlih de o narı yer, suyu içer ve sürekli ibadet edermiş... 60 yıl böyle geçmiş. Nar ağacının altında, pınarın başında ve huzûrda...

Yaşanabilirmiş ekmeksiz, meyvesiz, sebzesiz, etsiz... Hiçbir vitamin eksikliği veya insan eksikliği duyulmazmış... Yarım asır geçse bile...

Sonra emr-i Hak vâkî olmuş. Rabbi sormuş, sâlih zâta:

“-Seni adâletimle (ibadetinle) mi değerlendireyim, rahmetimle mi?!” diye…

Sâlih zât, o an bir körlük hissetmiş ciğerinde... Bir acı tat dilinde. “Amelimle değerlendir!” demiş, “çünkü az-buz bir şey yaşamadım bence.”

Bütün fizik, kimya, coğrafya, iklimbilim arka plan önüne serilivermiş adamın… Yedi denizin ortasında, bir nar ağacı dibinde, bir pınar ile onu 60 yıl yaşatan keremi görmüş nihayet. Yazık ki, 60 yıl boyunca perdelerin ardında kalmış bu idrâk...

Nar ağacı küsmüş, pınar kurumuş. Ada içine doğru gömülmüş, yedi deniz ağlamış.

* * *

Ben bir kuşun tek başına göç yollarının aksine aksine uçtuğunu gördüm. Ne tuhaftı hâli!.. Gözü yerin dibindeki suları görüyordu da otların altına gizlenmiş tuzakları göremiyordu.

Ne tuhaf ki, nice kuş dilini bilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’ın hemdemi karga idi. Durmuş, Hüdhüd’ü şikâyet ederdi Hazret-i Süleyman’a. ..

Yalan söylüyor, gizli suları bilirim diye! Ya niçin görmez tuzağı?

Kader deyip boyun büktü kuş:

“-Kalbimin sahibidir gözümü bağlayan, sen beni kargalara değişme yine de...”

* * *

Kuvvetli bir rüzgâr esip geldi, durdu divanda. Saçlarına dolandı, eteklerini öptü şâhın.

Rüzgârı parmaklarına dolayıp emretti Süleyman -aleyhisselâm-:

“-Söyle haberlerini…”

Vızıldadı sivrisinek:

“-Dâvâcıyım ben ondan efendim!..”

* * *

İki mühreli, tezhibli kâğıt çekip iki rubâî yazdım sultanın huzurunda...

Bir dere kenarı, bir söğüt gölgesi, suyla akıp gelen narlar, zerdaliler...

Ellerimin altında lezzetin köpük köpük coşkusu... Neşenin titreyen sağrısı...

 

“Ya Rab, iki âlemden de ihtiyaçsız kıl beni

Fakr tâcı ile onurlandır beni,

Sohbet içinde sırrın mahremi eyle beni,

Sana ulaşmayan yoldan geri çevir beni...” (Mevlânâ, 1688. Rubâî)

* * *

Şartların hiç elvermediğinden şikâyet edip duran kadına bir testi dolusu altın ve Dicle’nin bilgisi lûtfedildi böylece…

 

* Rubâîler de, öyküler de Mevlânâ’nındır.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle