Bakmak Başka, Görmek Başka

Atalarımız, “Bakmak başka, görmek başka!..” demiş. Her şey, neye, nasıl, hangi gözle, hangi niyetle baktığımıza bağlı... Bir arkadaşınız ya da yakınınız, yeni bir ev alır, sizi davet eder veya hayırlı olsuna gidersiniz, herkes değişik bir şey görür: Kimi binanın sağlamlığını, işçiliğini, manzarasının güzel olduğunu, kimi eşyalarının uyumluluğunu, kimi mutfağını, kimi de çiçeğini beğendiğini söyler. Kimin neye meyli varsa, neyi seviyorsa, ilgi alanına onu almıştır.

Bir diğeri, bu anlatılanları dinlerken hayretler içinde kalarak:

“-Ben de sizinle beraberdim, ama hiçbirini fark etmedim.” deyiverir.

“Güzel gören, güzel düşünür.” demişler; tıpkı yarım bardak su misâli gibi… Bazısı “yarım bardak su neye yarar?” diye küçümserken diğeri de “boş değil ya, yarısı da dolar” diye düşünerek meselelere iyi tarafından bakar.

Hayatın hep elemli, üzüntülü yanlarını düşünürsek karamsarlığa kapılır, hiçbir şeyden zevk alamaz, hattâ yaşamak bile istemeyiz. Hep güzel yanlarını alırsak, o zaman da her şey güllük gülistanlıkmış gibi ya da her zaman öyle geçecekmiş gibi davranır, âniden karşımıza çıkan acı hâdiseler karşısında şoka gireriz. Şeyh Sâdî’nin dediğine göre, Âdem -aleyhisselâm- yaratılmadan önce, toprakla ceset arasında iken üzerine 39 yıl hüzün, 1 yıl sürur (sevinç) yağmış, sonra kendisine ruh verilmiş. Gerçekten hayata baktığımızda, bütün ömrümüze bu bir yıl âdeta serpiştirilmiş, gerisi genellikle dertler, tasalar, musibetlerle dolu… 40 içindeki biri yakalamak, doyasıya yaşamak ve bazen ufak şeylerde mutluluğu bulmak lâzım…

Eskiden ulaşımın zor olduğu yıllarda, hemen hepimizin dedeleri, atlarla, develerle, bazen de yürüyerek altı ayda hacca giderlermiş. Tabiî bu uzun ve meşakkatli yolculuğa herkes çıkamazmış. Yol uzun, her türlü tehlike var; gidip de dönmemek var. Hele çoluk çocuk küçükse onları büyüteyim de oralarda ölürsem de perişan olmasınlar diye hep çocukların büyüyüp evlenmelerini beklemişler. Bugün hacca hep yaşlı gidilmesi belki o zamanlardan kalan bir alışkanlık...

Bu uzun ve meşakkatli yolculuğa sadece erkekler gider, hanımlarını götürmezlermiş. O yüzden hacca gitmek, toplum içinde ciddî bir ayrıcalıkmış. Rahmetli kayınvalidem, eşi hacca gidince, “Eğer evden dışarı çıkmadan o gelinceye kadar beklersem, ben de hacı olurmuşum.” diye hiç bir yere çıkmadı. Hanımlar, belki haccın sevabından pay alabilmek, belki de kocasının gözünü arkada bırakmamak için böyle şartlanmışlar; beylerine ve evlerine böyle bir hürmet ve hasret duymuşlar.

İnsanlar, o zamanlarda ulaşım şartları zor olduğu için kendi memleketlerinden dışarıya fazla çıkmamışlar; nasipleri neyse onunla iktifâ etmişler. Neredeyse kendi köyünde doğup başka bir köy görmeden bile ölenler olurmuş.

Savaş ve kıtlık görmüş, îmanı uğruna her türlü sıkıntıyı göğüslemiş bir neslin torunlarıyız biz... İletişim araçları, bugünkü kadar fazla olmadığından ister ticaret, ister başka bir sebeple olsun başka bir memlekete gidenlere, memleketlerine döner dönmez ziyarete gidilir, onlardan dünyanın ahvali sorulup olan biten hakkında bilgi alınırmış

“-Eh, yediğin içtiğin senin olsun, anlat hele gördüklerini!..” diye söze başlar, sonra da ağzından çıkanlar pür dikkat dinlenirmiş.

Bu sebeple de “Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir.” demişler. Çünkü o zamanlar, öğrenmenin yolu başka başka memleketlere gidip gezmek, farklı insanlarla görüşüp tanışmakmış. O yıllarda bir hacca gitmek, bir de İstanbul’a gitmek çok önemliymiş. .Günlerce yolculuk yapılır, değişik yerler, âdetler, insanlar ve olaylar görülürmüş.

Yine o yıllarda birisi İstanbul’a gitmiş. Bir müddet kaldıktan sonra memleketine dönmüş, herkes karşılamış ve “hoş geldin” demeye gitmiş.

“-Ne var, ne yok anlat bakalım!” diye söze başlamışlar.

“-Âhh…” demiş adamcağız, “İstanbul gibi bir diyarı size nasıl anlatayım, bu cihanda böyle güzel bir yer var mı acaba? O kadar güzel ki!.. Hangi bir güzelliğini anlatayım size, geceyi mi, gündüzü mü? Denizi mi, sandal sefalarını mı? Sokak satıcıları bile değişik… Hele geceleri bir ömür!.. Tiyatrolar, hokkabazlar, çengiler, her taraf kandillerle aydınlatılmış, âdeta gündüz gibi, gece hiç bitmesin istersiniz. Her çeşit eğlence var; buradaki de hayat mı sanki… İstanbul’u, yerlisiyle yabancısıyla nasıl anlatayım bilmem ki… Bakmaya görmeye doyamazsınız.”

Aradan biraz zaman geçmiş, bir başkası da İstanbul’a her ne sebeple gittiyse bir müddet kalır dönmüş. Yine aynı kalabalık, ona da “hoş geldin”e gitmişler:

“-Anlat bakalım, nerelere gittin, neler gördün?”

“-Âh kardeşlerim, sormayın, biz burada ot gibi yaşıyoruz. İstanbul deyince bir durup düşünmek lâzım… Taşı, toprağı altın diyorlar. Evet, gecesi ayrı bir güzel, gündüzü ayrı... Rabbim lütfetmiş, koskoca derya… Bakmaya kıyamazsın. İnsanları nazik ve kibar, sadece camileri anlatsam bitiremem. Her gün hâfız efendilerden mukabeleler, sohbetler… O ezânlar yok mu? İnsanın ruhuna işliyor âdeta. Her bir minareden öyle âhenkli okunuyor ki… Hiç susmasın istiyorsun âdeta. Hacca gitmişsin gibi seni alıp götürüyor. Hele o evliyâ türbeleri, o ne huzur, o ne güzel mâneviyâtlı yerler... İnsanlar akın akın ziyarete geliyor. Duâlar edip rahatlayıp gidiyorlar. Yaşlılara çok saygı gösteriyorlar. Hiç kavga edeni görmedim. İnsanlar kibar, hâzâ İstanbul beyefendisi… Bu söz boşuna söylenmemiş. Hele bir de Ramazan’a denk geldim. Akşam üzeri herkeste bir telaş... Elinde kapalı sepetler veya zembillerle fırından aldığı sıcak pideleri evlerine götürme telaşındalar… Sokaktaki hayvanlara ekmek, ciğer doğrayanları mı ararsın, sadaka verenleri mi… Fırından birkaç ekmek fazla alıp dağıtanı mı… Kandillerde kandil simidi yapıyorlar. O kadar nefis ki… Top patlıyor. Herkes iftarını yapıp camilere koşuyor. Aman Allâh’ım, o ne güzellik... Bütün çocuklar, büyüklerin ellerinden tutmuş, câmiye akın ediyorlar. Bir güzel ezân okunuyor arkasından, teravih namazı… Bazıları hatimle kıldırıyor. Bazıları normal… Âh nasıl anlatılır, bilemem. O hâfızların sesi yok mu… Gözyaşlarıyla kılıyorsunuz namazı… Camiden çıkarken, tüy kadar hafiflemiş hissediyorsunuz kendinizi. Sahurda bütün evlerin lambaları yanıyor. Gayr-ı müslimler bile Müslümanlar oruç diye sokakta alenî bir şey yemiyor, içmiyor. Âh ne olaydı, İstanbul benim memleketim olaydı. Oradan ayrılmak öyle zor ki... Adeta insanı büyülüyor!..” demiş.

Bu muhabbeti o devirde yaşamış başka başka insanlarla yapmak da mümkün… Tabiatıyla herkes kendi meşrebince, mezhebince, alışkanlık ve ihtiyaçlarına göre bir şeyler görecek ve gördüklerini anlatacak…

İstanbul, hepsinde aynı İstanbul!.. Kimi siyahını görür, kimi beyazını… Kimi denizini görür, kimi denizdeki balığı, kimi ise denizin ve balığın derinliklerindeki sırrı, hepsini yaratan Hâlık Teâlâ’nın kudretini… Her şey gözümüzde, bakışımızda… Neyi, nasıl görmek istediğimize bağlı… Göz odur ki, Hakk’ı göre… Yüce Rabbim, hepimizi güzel düşünen, güzel görenlerden eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle