Yeni Bir Hayatın Eşiğinde

Sâcide Hanım, araya girdi:

“-Bizim yaptığımız bir şey yok. Âmine çok heyecanlı, istekli… Biz onun merakına, adımlarına yetişemiyoruz. Zaten bu biraz da nasip işi… Allah, bizi birbirimizle buluşturdu.” dedi.

Sonra Züleyha Hanım’a dönerek:

“-Züleyha Ablacığım; ben de inşallah birkaç güne umreye gidiyorum. Duâlarınızı beklerim.”

“-Olur mu kızım, sen duânın merkezine gidiyorsun. Aman orada Züleyha Abla’nı da unutma… Benim de selâmlarımı, muhabbetlerimi arz et. Ben hiç gidemedim, oralara… Belki de hiç gidemeyeceğim. Benim için de yüzünü, gözünü sür Ravza’ya, Kâbe’ye… O güzel Peygamberimin elinin, ayağının değdiği topraklara bin canım fedâ olsun. Ne nasipli insanlarsınız, Rabbim sizi seçiyor ve Habibi’nin memleketine çağırıyor. Orada geçirdiğin günlere, ânlara çok dikkat et. Her bir ânını değerlendirmeye çalış, güzel kızım. Sen zaten en iyisini bilirsin, ama madem istedin söyleyeyim; Allah, seni, oraya âşık kullarından eylesin. Orayı görünce ruhun, bedeninden kanatlanıp gitsin, e mi?”

“-Allah râzı olsun, Züleyha Abla… Bu duâlar, en güzel yol azığım oldu. Bize müsaade…”

“-Âmineciğimi buraya sık sık getir. Onu çok sevdim. Her zaman buluşmak, görüşmek isterim. Olmaz mı Âmineciğim.”

“-Ben de sizi çok sevdim, Züleyha Abla… Eğer izin verirseniz, yanınıza tek başıma da gelmek isterim zaman zaman…”

“-Ne demek Âmine… Bak, ben burada hep seni bekleyeceğim. Bir yere kıpırdamayacağım, tamam mı?”

Hep birden gülüştüler. Sâcide Hanım, Âmine’nin koluna girdi ve ikisi birden, biraz da ayrılmak istemiyormuş gibi kapıdan çıktılar. Ayakkabılarını giydikten sonra birbirlerinin yüzüne baktılar. Âmine’nin gözlerinde minnet; Sâcide Hanım’ın gözlerinde ise merak vardı. Önce söze o başladı:

“-Nasıl buldun, Âmine? Dediğim gibimiymiş.”

“-Bambaşka duygular içindeyim Sâcide Abla… Bana o kadar büyük bir iyilik yaptınız ki…”

“-Şimdi nereye gidiyorsun Âmine, eve mi? İstersen seni bırakayım.”

“-Yok, abla, ben biraz kendi başıma kalmak istiyorum. Sana anlatmıştım ya, çok yorucu bir gün geçirdim. Eve gitmeden önce bir kafamı toplayayım. Gönlümü yoklayayım…”

“-Nasıl istersen Âmine… Ama bir şey lâzım olduğunda muhakkak ara, oldu mu? Daha bir-iki gün buralardayım. Gitmeden tekrar görüşürüz inşâallah…”

“-Merak etmeyin, Allâh’a emanet olun. Bana da duâ edin Sâcide Ablacığım.”

“-Görüşmek üzere… Allâh’a ısmarladık.”

“-Güle güle…”

Âmine, Fâtih’te, arabaların vızır vızır geçtiği yerde yavaş yavaş yürüdü. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Bir yandan da yağmurun ilk damlaları yüzüne, gözüne çarpmaya başladı. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Unkapanı üzerinden sâhile doğru yürümeye karar verdi. Yürüyor ve düşünüyordu. Böyle ne kadar zaman geçti fark edemedi. Telefonu çalmaya başlayınca birden irkildi. Tam dünyadan sıyrıldım, kendi derinliklerimde kayboldum derken bir ses, onu tekrar dünyaya döndürmüştü. Çantasından telefonu çıkardı. Arayan yine Hayat’tı.

“-Alo, efendim Hayat?” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu, karşı taraftan cevap gelmedi.

“-Ne oldu, Hayat?” diye tekrar sordu Âmine.

Telefondaki ses, bir erkeğe aitti:

“-Ben Özgür?”

“-Özgür mü?”

“-Hemen sildin öyle mi?”

“-Yok, öyle demek istemedim… Bu, bu Hayat’ın telefonu değil mi? Sen de ne arıyor?”

“-Onlar, şimdi burada, sen niye gelmedin? Yoksa küstün mü bana?”

“-Aslında gelecektim, ama bir randevum vardı. İptal edemedim.”

“-Seni bekliyorum. Bu akşam da buradaymışız. Herhâlde yarın salarlar beni… Babamla görüştüm, kimler aradı burayı kimler… Belki bu akşam bile salıverirler beni…. Keşke sen de gelseydin, ziyaretime… Seni de gözlerim aradı. Alındım bak… Kendini nasıl affettireceksin bilmiyorum.”

Aslında daha birçok şey söyledi, ama Âmine, söylediklerinin birçoğunu duymadı bile… Kafası zaten çok meşguldü, şimdi böyle görüşmeyi kaldırabilecek durumda değildi.

“-Özgür, müsait olunca yüzyüze görüşürüz, olmaz mı? Şu an kendimi pek iyi hissetmiyorum da…” diyebildi.

Özgür biraz kırılmıştı. Bunu belli edecek birçok şey söyledi, fakat Âmine bir an önce telefonu kapatmanın derdindeydi.

“-Çıktığında bir ararsın, buluşur, konuşuruz!” dedi ve telefonu kapattı.

Biraz rahatlamıştı. Şu Özgür, ne kadar sırnaşık birisiydi. Hiç hâlden anlamıyordu. Tamam, kendisi de mahpustu, ama bu zaten kendi suçu değil miydi? Bir de kendini ak kaşık gibi göstermeye çalışması yok muydu?

“-Neyse…” dedi.

Etrafına bakındı. Unkapanı’nı geçmiş, sahile yaklaşmıştı. Kendini, düşüncelerini, engin sulara bıraktı. Bugün sahile ikinci kaçışıydı. Birincisi, bankadan çıkınca Eyüp Câmii’ne gitmeden önceydi, diğeri de şimdi… Düşüncelerini, dalgalara bırakmayı seviyordu, sahilde rahatlıyordu. Ancak bir gün içinde iki defa sahile kaçmış olması da pek hayra alâmet değildi.

Tam bu sırada Haliç Köprüsü üzerinde bir kalabalık gördü. Sesler bir anda yükseliyor ve bazen de çıt çıkmıyordu. Merak etti. Gittikçe artan kalabalığın arasına girdi. O esnada birisi bağırdı:

“-Eyvah, atladı!..”

Başka birisinin sesi duyuldu:

“-Bak, elbisesi sıkışmış. Aşağı düşmedi.”

“-Kurtaracak birisi yok mu?”

Genç bir kız sesi, feryad hâlinde:

“-Düşün artık yakamdan… Daha fazla yaşamak istemiyorum!..” diyordu.

Bazıları, genç kızın durumunu görmeye çalışırken, insanlar kendi arasında homurdanıyordu. Kimi, “ne kadar da gençmiş” diyordu. “Kimi de “sevgilisi terk etmiş; annesi-babası da bir daha eve almamış!” diye dedikodu edip duruyordu.

Âmine, kızın olduğu kısma iyice yaklaşmıştı. Artık onu görebiliyordu. 17-18 yaşlarında bir kızdı. Gerçekten köprüden atlamış, ama elbisesinin bir ucu köprünün demirlerine takıldığı için kız öylece havada asılı kalmıştı. Ama bu çok sürmezdi. İnsanlar, ellerini uzatmış, fakat kız bir türlü onların yardım eline karşılık vermiyordu. Âmine, kıza sesini duyurabilecek kadar yaklaştı. Tatlı bir sesle:

“-Kardeşim!” dedi.

Not: Hikâyenin bundan sonraki kısmı, kitap hâlinde yayınlanacaktır. Okuyucularımıza, göstermiş oldukları ilgiden dolayı çok teşekkür ederiz.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle