Üsküdar’ın Yeni Vâlidesi

Hayır ve hasenât yolunda birbirleriyle yarışıyormuşçasına emek sarf etmek, Osmanlı sarayının hanımları arasında âdeta an’ane hâline gelmiş bir âdet olup bu yarışta ismi göze çarpan hanım sultanlardan birisi de Gülnuş Râiba Emetullah Vâlide Sultan’dır.

Gülnuş Emetullah Vâlide Sultan, aslen Venedikli Hıristiyan bir âilenin kızı olarak 1642 senesinde Girit Adası’nda dünyaya gelmiştir. Onun İstanbul’a gönderilip İslâm’la tanışması ise, Deli Hüseyin Paşa’nın, Girit’i fethetmesi neticesinde vukû bulmuştur. Topkapı Sarayı’ndaki tâlim ve terbiyesi esnasında yaşıtları arasında temâyüz etmiş ve zamanın vâlide sultanı Hatice Turhan Sultan tarafından fark edilerek Sultan IV. Mehmed’e eş olarak seçilmiş; kabiliyet ve zekâsının tesiriyle de kısa süre içersinde haremin baş kadını olmuştur.

1664 senesinde Şehzâde Mustafa’yı, 1673 senesinde ise Şehzâde Ahmed’i dünyaya getirmiştir. Bu iki şehzâde de Osmanlı tahtına oturmuş padişahlar arasında olduğu içindir ki, Gülnuş Emetullah Sultan, müddet-i hayatında iki kez “vâlide sultanlık” pâyesini elde etmiş ve bu payeyi, daha çok hayır ve hasenât işleri için bir fırsat bilerek değerlendirmiştir. Mekke-i Mükerreme başta olmak üzere, Sakız Adası’nda ve İstanbul’da muhtelif hayır eserleri mevcuttur.

Gülnuş Emetullah Vâlide Sultan’ın yaptırdığı hayır eserleri arasında iki adet büyük külliye bulunmaktadır. Zira padişah olan oğullarından ikisi de vâlidelerinin nâmına birer adet külliye inşâ ettirmiştir. Bunlardan birincisi, Sultan II. Mustafa tarafından 1698 senesinde Galata’da, Haliç sahiline yakın bir yerde; diğeri ise Sultan III. Ahmed tarafından 1708 senesinde Üsküdar meydanına hâkim bir düzlükte inşa edilmiştir.

Galata’daki külliye, Cumhuriyet devrinin ihmalkârlığı neticesi harap olmuş ve nihayet Menderes devrinin câmi katliâmı çerçevesinde yerle bir edilerek, yerini bugünkü Hırdavatçılar Çarşısı’na bırakmıştır. Üsküdar’daki külliye ise, büyük ölçüde hâlen faal olup “Yeni Vâlide/Vâlide-i Cedid Câmii” ismiyle anılır.

 

Canlı Bir Cennet Tasvîri

Vâlide-i Cedid Câmii de hemen diğer bütün Osmanlı câmileri gibi etrafında bir külliye barındırmaktadır. Külliyenin müştemilâtında câmi-i şerîften başka imâret, sebil, çeşme, şadırvan, muvakkıthâne, mahalle mektebi, bedestan, meşrûta evleri ve türbe bulunmaktadır.

Hâkimiyet-i Milliye Caddesi’ni takip ederek sahile doğru ilerlerken trafik keşmekeşinden gözümüzü alıp bu külliyeye doğru nazar ettiğimizde, her birimizin içinde farklı seviyelerde de olsa bulunan zevk-i selîm kuvvetinin, yüzlerimizde memnun bir tebessüm hâsıl etmesi gayet tabiîdir. Bu külliyenin zarif unsurları, etrafındaki şehrin dokusundaki bozulmaya bîgâne bir edâ ile hâlen asâletini koruyan bir manzara arz eder.

Kubbesi sadece demir şebekeden ibaret olup, kabrinin toprağı ile gökyüzü arasına ne kumaştan, ne ahşaptan, ne taştan, ne de kurşundan perde çektirmemeyi tercih etmiş bulunan Gülnuş Emetullah Vâlide Sultan’ın zarif türbesi, hemen bitişiğindeki kubbeli sebil ve ak mermerli çeşme ile eşsiz bir sanat manzûmesi olarak görülür. Bu göz okşayıcı manzarayı, câmi-i şerîfin kıble cihetinde ihtişamla yükselen duvarları ve bu duvarlar üzerindeki ana kubbe tamamlar.

Sebilin bulunduğu köşeden dış avlu şadırvanlarının bulunduğu kapıya doğru uzanan kalın taş duvarlar, günümüzde, biri öbürüne tezat, iki dünyayı âdeta birbirinden ayıran kalın bir perde vazifesi görür. Bu kalın perdeyi aşıp da avluya girdiğimizde cânım Üsküdar’ın tam bir keşmekeş hâline getirilmiş meydanının karışıklık ve insicamsız kalabalığından kurtulup, iri çınarlarla ve zerâfet kesbetmiş taştan yapılarla örülmüş âsûde bir huzur bahçesine girdiğimizi fark ederiz.

Ecdâdın, insanları cennete çağırmanın en müessir yollarından birisi olarak, bir cennet tasviri yapıp bu canlı tasviri, gündelik hayatın tam merkezine oturtması apayrı bir muvaffakıyet olsa gerek. Bu âsûde bahçenin rûhu dinlendiren havasını teneffüs ederek, câmiye yükselen merdivenleri adımlayıp câmiin iç avlusuna girdiğimizde, etrafımızdaki unsurlar, madde itibariyle sadeleşip sanat üslûbu itibariyle de soyutlaştığı içindir ki, rûhumuzun maddî dünyadan sıyrılıp mânevî âlemlere kanat açması, daha bir mümkün hâle gelir.

Câmi-i şerîfin içi, vücuttan rehâveti def eden mûtedil bir serinliğe sahiptir. Mihrab ve minber, taş işçiliğimizin en nâdide eserlerindendir. Câmide yer alan levhalardan ikisi, bizzat devrin en maharetli celî sülüs hattatlarından olan Sultan III. Ahmed’e aittir.

Bunlardan birinde muhterem validesi nâmına yaptırdığı bu hayır eserine telmihen olsa gerek “el-Cennetü tahte akdami’l-ümmehât/Cennet anaların ayakları altındadır.” hadîs-i şerîfini okuruz. Diğerinde ise “Re’sü’l-hikmeti mehâfetullah/Hikmetin başı, Allah korkusudur.” hadîs-i şerîfi yer almaktadır.

Kıble duvarının sol cihetinde büyükçe bir Kâbe-i Muazzama örtüsü, çerçevelenmiş bir hâlde asılı durmaktadır. Ne yazıktır ki, az evvelki hadîs-i şerîfin mefhumundan habersiz, Allah’tan korkmaz ve kendini bilmez nâdan eller, mânevî bir unsurdan haksız bir maddî kazanç temin etme kötü niyetiyle olsa gerek, yakın tarihte bu örtüye hunharca taarruz etmiş bulunmaktadır. Yarısı kesilip çalınmış bu hazin tablonun yüzümüze vurduğu hakikat ise, mânevî yadigârlarımızı muhafazada gösterdiğimiz acziyetten ibarettir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle